TARİHÇE-İ HAYAT – Dördüncü Kısım – Kastamonu Hayatı (343-490)

343

Dördüncü Kısım

Kastamonu hayatı

344

Bediüzzaman Said Nursî’nin Kastamonu’da, Sekiz Sene Karakolun
Göz Hapsi Altında İkamete Mecbur Edildiği Ev (solda) Ve 
Karşısında Polis Karakolu

345

Bediüzzaman Said Nursî, Eskişehir hapsinden çıktıktan sonra, Kastamonu vilâyetine nefyediliyor. [gönderilme, sürgün] Uzun bir müddet polis karakolunda ikamete mecbur edildikten sonra, karakolun tam karşısında, daimî bir tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında olan bir eve yerleştiriliyor.

Orada, sekiz sene ağır bir istibdat [baskı, zulüm] ve göz hapsi altında bir sürgün hayatı geçirtiliyor. Fakat o, kat’iyen [kesinlikle] boş durmuyor, neşr-i envar[nurları yayma] Kur’âniyeye gizli olarak devam ediyor. Bilhassa İnebolu’da çok fedakâr ve faal talebeleri yetişiyor. Aynen Isparta talebeleri gibi, şevkle Risale-i Nur’u yazmaya ve etrafa perde altında neşretmeye başlıyorlar. Karadeniz havalisinde de Risale-i Nur eserleri böylece büyük bir rağbet görmeye başlıyor.

Hazret-i Üstad Kastamonu’da iken, Isparta’daki talebeleriyle daima alâkadar idi. O, izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile biliyordu ki, Risale-i Nur’u dünyaya ilân ve neşredecek fedakârlardan ve nâşirlerden [neşreden, yayan, yayınlayan] kısm-ı âzamı [büyük bir kısmı] Isparta’dan çıkacak veya Isparta merkezindeki hizmetle bu büyük vazife ifa edilecek.

Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] sevgili Üstadlarının hal ve istirahatiyle çok alâkadardırlar. Müşfik Üstadlarından ve Nurcu kardeşlerinin Risale-i Nur hizmetlerinden sık sık haber almayı arzu ederler.

Bediüzzaman Said Nursî, yirmi yedi sene zarfında, Nur talebelerine hitaben ilmî, imanî, İslâmî mevzularda ve hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] dair bazı mektuplar yazmıştır. Nur talebeleri de, çok müştak [arzulu, aşırı istekli] oldukları bu mektupları elyazılarıyla çoğaltarak neşretmişlerdir. Din düşmanlarının, postahanelerden Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve mektuplarını göndermeyi yasak edecek dereceye varan şiddetli tazyikatları [baskılar] zamanında bu mektupları ve Nur Risalelerini, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] Nur talebeleri köyden köye, kasabadan kasabaya, vilâyetten vilâyete götürmüşlerdir. Hattâ kendi aralarında “Nur postacıları” meydana getirmişlerdir. Bütün ruh u canlarıyla gönüllü olan bu Nur postacıları, bu hizmetin en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir vazife olduğuna inanmışlardır. Gayet ehemmiyetli ve hakikatli olduğu kadar, gayet güzel olan ve Risale-i Nur’un Lâhika Mektupları ismini alan bu mektuplar, Nur talebelerinin ruhî birçok ihtiyaçlarını tatmin etmiştir. Hem Risale-i Nur talebelerine, Kur’ân ve iman hizmetinde birer rehber hükmüne geçmiş, hem İslâmiyet düşmanlarının bütün bütün yalan ve uydurma propagandalarına aldanmamak ve intibah [uyanış] vermek hususunda  

346

uyandırıcı bir tesir husule [meydana gelme] getirmiştir. Ve bu suretle de, dinsizliğin o muvakkat [geçici] şâşaalı saltanatı devrinde—çok kimselerin ümitsizliğe ve atalete düşürüldüğü o karanlık günlerde—kalblere inşirah [ferah, rahatlık, sevinç] ve sürur [mutluluk] vermiş ve iman hizmeti için faaliyet aşkını yerleştirmiştir. Ve böylece mü’minleri yeisten [ümitsizlik] kurtarıp, İslâmiyetin, Risale-i Nur’la istikbaldeki parlak zaferlerine işaretler edip müjdeler vermiştir.

Evet, o nûranî Lâhika mektupları ki, ruhları, kalbleri, cezb [çekme] ve fetheden, akılları teshir [boyun eğdirme] eden hakikatlerle doludur. Bu Lâhika mektuplarından bazıları ileride yeri geldikçe derc [yerleştirme] edilecektir. Hazret-i Üstadın Kastamonu’daki hayatına dair malûmatı, Kastamonu’dan yazdığı mektupları bir kısmından bazı parçalar almakla ve oradaki halis ve sadık Nur talebelerinin mektuplarından birkaç mektubunu bu tarihçeye idhal [dahil etme, içine alma] etmek suretiyle takdim ediyoruz. Aşağıda yazılan mektuplar, beş yüz sahifeden ziyade olan Kastamonu Lâhikası’ndan, Üstadın, Kastamonu’dan Isparta’daki talebelerine gönderdiği mektuplarından beş-on mektuptur. Bu mektuplarda Hazret-i Üstad, talebelerine, el yazısıyla risaleleri yazmalarının, neşretmelerinin ehemmiyetini, Risale-i Nur talebelerinin şimdilik cüz’î [ferdî, küçük] gibi görünen hizmetlerinin, hakikatte, kâinatta en muazzam mesele olduğunu ve birgün bu memlekette Risale-i Nur’un nuruyla geniş çapta fütuhat [fetihler, yayılmalar] olacağını müjdelemekte, Risale-i Nur’un dairesinin ve neşriyatının temellerini, esaslarını vaz’ [koyma, yerleştirme] ve tahkim etmektedir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur’un hizmetindeki ekser şakirtleri, [öğrenci] birer nevi keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] ve ikram-ı İlâhî [Allah’ın ikramı, bağışı] hissettikleri gibi; bu âciz kardeşiniz, çok muhtaç olduğu için çok nevilerini ve çeşitlerini hissediyor. Ve bu sıralarda, bu havalideki şakirdler, [talebe, öğrenci] yeminle itiraf ediyorlar ki: “Biz Nur’un hizmetinde çalıştıkça, hem maîşetçe, hem istirahat-ı kalbce bir genişlik, bir ferah, zâhir bir surette hissediyoruz.” Ben kendimce o kadar hissediyorum ki, nefis ve şeytanım, o bedahete karşı hayret ederek sustular.

Said Nursî

ba

347

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Âhiret kardeşlerime mühim bir ihtar:

İki maddedir.

Birincisi: Risale-i Nur’a intisap [bağlanma] eden kimsenin en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran ve okuyan, “Risale-i Nur talebesi” ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve mânevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.

Hem, dört vecihle [yön] dört nevi ibadet-i makbule hükmünde bulunan kitabetinde, [yazım] hem imanını kuvvetlendirmek, hem başkalarının imanlarını tehlikeden kurtarmaya çalışmak, hem hadisin hükmüyle, bir saat tefekkür bazan bir sene kadar bir ibadet hükmüne geçen tefekkür-ü imanîyi [imanî meselelerin bütün ayrıntıları ile tefekkür edilmesi, düşünülmesi] elde etmek ve ettirmek, hüsn-ü hat[güzel yazı] olmayan ve vaziyeti çok ağır bulunan Üstadına yardım etmekle hasenatına iştirak etmek gibi çok fâideleri elde edebilir. Ben kasemle [yemin] temin ederim ki, bir küçük risaleyi kendine bilerek yazan adam, bana büyük bir hediye vermiş hükmüne geçer; belki herbir sahifesi bir okka [1.283 grama karşılık gelen ağırlık ölçüsü] şeker kadar beni memnun eder.

İkinci madde: Maatteessüf, [ne yazık ki] Risale-i Nur’un, imansız ve emansız cinnî ve insî düşmanları onun çelik gibi metin [sağlam] kal’alarına [kale] ve elmas kılınç gibi kuvvetli hüccetlerine [delil] mukabele [karşılama; karşılık verme] edemediklerinden çok gizli desiseler [hile, aldatma] ve hafî [gizli] vasıtalarla, haberleri olmadan yazanların şevklerini kırmak ve fütur [usanç] vermek ve yazıdan vazgeçirmek cihetinde şeytancasına hücum edip darbe vuruyorlar. Hususan burada ihtiyaç pek çok ve yazıcılar pek az ve düşmanlar çok dikkatli, kısmen talebeler mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] olduğundan, bu memleketi o Nurlardan bir derece mahrum ediyorlar…

ba

Benimle hakikat meşrebinde [hareket tarzı, metod] sohbet etmek ve görüşmek isteyen adam hangi risaleyi açsa, benimle değil, hâdim-i Kur’ân [Kur’ân hizmetçisi] olan Üstadıyla görüşür ve hakaik-i imaniyeden [iman hakikatleri, esasları] zevkle bir ders alabilir.

ba

348

Sabri’nin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun mânevî tesiriyle bu âyeti, اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا 1âyetiyle beraber düşünürken birden hatırıma geldi. Risale-i Nur’un bu derece kuvvetli işaret-i Kur’âniyeye ve şakirtlerinin [öğrenci] bu kadar kıymetli beşaret-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın müjdelemesi] ve aktâbların iltifatına mazhariyetin sırrı ve hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki, hiçbir eserin mazhar olmadığı bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] almış. Demek ehemmiyet onun fevkalâde büyüklüğünde değil, belki musibetin fevkalâde dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi [Allah yolunda cihad etme] ve az olduğu halde gayet büyük bir ehemmiyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş ki, bu iki âyette işaret ve beşaret-i Kur’âniyede [Kur’ân’ın müjdelemesi] ifade eder ki, “Risale-i Nur dairesine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler” diye müjde veriyor. Evet, bazı vakit olur ki, bir nefer [asker] gördüğü hizmet için bir müşirin [mareşal] fevkine [üstüne] çıkar, binler derece kıymet alır.

On Dokuzuncu Sözün âhirinde beyan edilen Kur’ân’daki tekrarın ekser hikmetleri, Risale-i Nur’da dahi cereyan ediyor. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur ki: Herkes Kur’ân’a muhtaçtır. Fakat herkes her vakit Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye galiben [çoğunlukla] muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın maksatları] ekser uzun sûrelerde derc [yerleştirme] edilerek, herbir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, haşir ve tevhid ve kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Aynı ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, bazı ince hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve kuvvetli hüccetleri [delil] müteaddit [bir çok] risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ederdim. “Neden onlar bana unutturulmuş?” Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmia[bir konu hakkında yazılan çok kapsamlı eser] elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meselelerin onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalâasını tekrar eder.

Said Nursî

ba

349

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Şefkat-i insaniye, [insanın şefkati] merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn zâtın mertebe-i şefkatinden [şefkat derecesi] taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve ilhada [dinsizlik, inkâr] sirayet [bulaşma] eden bir maraz-ı ruhî [ruh hastalığı] ve bir sakam[hastalık] kalbîdir.

Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hadiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur’ân’ın ve edyân-ı semâviyenin [İlâhî dinler] bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm [çok büyük zulüm] ve gayet derecede bir merhametsizliktir.

Çünkü mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne [koruyarak] şefkat etmek, o biçare hayvanlara şedit [çok şiddetli] bir gadr [zulüm, acımasızlık] ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini [sonsuz âhiret hayatı] mahveden ve yüzer ehl-i imanın [Allah’a inanan] su-i âkıbete ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne [şefkat dolu] taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o dua o mazlum ehl-i imana [Allah’a inanan] dehşetli bir merhametsizliktir ve şenî [çirkin] bir gadirdir. [zulüm, acımasızlık]

Risale-i Nur’da kat’iyetle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kâinata büyük bir tahkir [aşağılama] ve mevcudata [var edilenler, varlıklar] bir zulm-ü azîmdir [çok büyük zulüm] ve rahmetin ref’ine [kaldırma] ve âfâtın [afetler, musibetler] nüzulüne vesiledir. Hattâ, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, “İstirahatimizin selbine [ortadan kaldırma] sebep oldular” diye rivâyet-i sahiha vardır.

O halde kâfirin ve münafığın azap çekmesine acıyıp şefkat eden adamlar, şefkate lâyık hadsiz mâsumlara acımıyorlar.

ba

350

Risale-i Nur hakaik-i İslâmiyeye [İslâmın gerçekleri] dair ihtiyaçlara kâfi [yeterli] geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolayı Risale-i Nur’dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, iman-ı tahkikiye isal eder.

Bu fakir kardeşiniz yirmi sene evvel kesret-i mütalâa ile bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalâa ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur bana kâfi [yeterli] geliyordu. Birtek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları da yanımda bulundurmadım. Risale-i Nur çok mütenevvi [çeşit çeşit] hakaike [doğru gerçekler] dair olduğu halde, telifi [(kitap vs.) yazılması, yaratılması] zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.

Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.

ba

Birinci esas: Ehl-i imanın [Allah’a inanan] meyusiyetine [ümitsiz] karşı, “İstikbalde bir nur var” diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile Risale-i Nur’un istikbalde, dehşetli bir zamanda çok ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını takviye edip kurtarmasını hissedip o adese ile Hürriyet inkılâbındaki [değişim, devrim] siyaset dairelerine bakmış. Tâbirsiz, tevilsiz tatbike çalışmış; siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş. Doğru hissetmiş, fakat tam doğru diyememiş.

İkinci esas: Eski Said, bazı siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı [baskı ve zulüm] hissedip ona (istibdada) karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zaif ve ismî bir istibdat [baskı, zulüm] görüp o siyasî ve dâhî edipler ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların [baskı, zulüm] zaif bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ…

İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı [baskı ve zulüm] hissetmiş. Bazı âsârında, [eserler/asırlar] ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı [baskı, diktatörlük] acîbeye karşı

351

meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat [kurtuluş aracı] görüyordu. Ve “hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı [hükümler] dairesindeki meşveretle [danışma] o müthiş musibeti def eder” diye düşünüp öyle çalışmış…

Hem Münazarat [münazaralar; düzeyli tartışmalar] risalesinin ruhu ve esası hükmünde olan hâtimesindeki [son] Medresetü’z-Zehra’nın hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur medresesine bir zemin izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmek idi ki, bilmediği halde ihtiyarsız [irade dışı] olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile o nuranî hakikati maddî suretinde arıyordu. Sonra o hakikatin maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı.

Sultan Reşad (merhum), 19 bin altun lirayı Van’da temeli atılan o Medresetü’z-Zehra’ya verdi, temel atıldı. Fakat sabık [daha önceden geçen] Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] çıktı, geri kaldı.

Beş altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakikate çalıştım. İki yüz meb’ustan 163 meb’usun imzalarıyla, o medresemize 150 bin banknot iblâğ ederek o tahsisat kabul edildi. Fakat binler teessüf, [eseflenme, üzülme] medreseler kapandı, o hakikat geri kaldı. Fakat Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükür olsun ki, o medresenin mânevî hüviyetini Isparta vilâyetinde tesis edildi. Risale-i Nur’u tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ettirdi. İnşaallah istikbalde Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] o âli [yüce] hakikatin maddî suretini de tesis etmeye muvaffak olacaklar.

Said Nursî

ba

352

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Risale-i Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi [iman hizmeti] onlara kâfî olarak kanaat veriyordu. O şakirtlerin [öğrenci] gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risale-i Nur ile hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet [velilik] mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velâyet [velilik] derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz [yer küre, dünya] kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velâyet [velilik] ise, mü’minin Cennetini genişletir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on adamı vali yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.

İşte bu dakik [derin ve ince] sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi bir biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara–eğer bulunsaydı–müctehidlere dahi tercih ettiler.

Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, [esas, önder, direk, eksen] bir gavs-ı âzam gelse, “Seni on günde velâyet [velilik] derecesine çıkaracağım” dese, sen Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

Said Nursî

ba

353

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Risale-i Nur talebelerinden bir kısım kardeşlerimin, benim haddimin çok fevkinde [üstünde] hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] tâdil etmek için ihtar edilen bir muhaveredir. [karşılıklı konuşma]

Bundan kırk sene evvel, büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi [karşılıklı konuşma] hikâye ediyorum.

O merhum kardeşim, evliya-i azimeden Hazret-i Ziyaeddin’nin (k.s.) has müridi idi. Ehl-i tarikatça, [tarikata mensup olanlar] mürşidinin hakkında müfritane [ifrat eden, aşırıya giden] muhabbet ve hüsn-ü zan [güzel düşünce] etse de makbul gördükleri için, o merhum kardeşim dedi ki:

“Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu [ilimler] biliyor. Kâinatta, kutb-u âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] gibi herşeye ıttılâı var.” Beni onunla raptetmek [bağlamak] için harika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki: “Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde onu ilzam [susturma] edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünkü kâinattaki ulûmları [ilimler] bilir bir kutb-u âzam [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] suretinde tahayyül [hayal etme] ettiğin bir Ziyaeddin seversin. Yani o unvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb [gayb perdesi] açılsa, hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil [geçici, yok olucu] olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben, o zât-ı mübâreki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünkü, Sünnet-i Seniye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana [Allah’a inanan] hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı görülse, değil

354

geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak, bilâkis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin.”

Benim o kardeşim insaflı ve müdakkik [dikkatli] bir âlim olduğu için, benim nokta-i nazarımı [bakış açısı] kabul edip takdir etti.

Ey Risale-i Nur’un kıymettar talebeleri ve benden daha bahtiyar ve fedakâr kardeşlerim,

Şahsiyetim itibarıyla sizin ziyade hüsn-ü zannınız [güzel düşünce] belki size zarar vermez; fakat sizin gibi hakikatbîn [doğru görüşlü] zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusuratla [kusurlar] âlûde [bulaşmış, karışmış] mahiyetim görünse, bana acıyacaksınız. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak için kusuratımı [kusurlar] gizliyorum.

Said Nursî

ba

355

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı [güzel düşünce] bir derece cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:

Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât dahi bu zamanda gelse idi, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.

Hem üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri iman. Hakikat noktasında ve en mühimmi ve en âzamı, iman meselesidir.

Fakat, şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem [dünyanın içinde bulunduğu hâl, durum] ilcaatında [mecburiyetler, zorlamalar] en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğünden, o zât şimdi olsa da, üç meselenin birden umum rû-yi zeminde [yeryüzü] vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] muvafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini [arılık, berraklık] umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk [gerçekleşme] etsin.

Hem, yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet [gayret, kararlılık] ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta [durumlar, haller] karşı fevkalâde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve metanet [gayret, kararlılık] ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm [neticesiz] kalır, zarar verir.

Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakiyetli [başarı] hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] daireleri içindeki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmettir.

Said Nursî

ba

356

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bu seneki Ramazan-ı Şerif hem âlem-i İslâm [İslâm âlemi] için, hem Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] için gayet ehemmiyetli ve pek çok kıymetlidir.

Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] iştirâk-i a’mâl-i uhreviye düstur-u esasiyeleri [temel kanun, anayasa] sırrınca, herbirisinin kazandığı miktar, kardeşlerine aynı miktar defter-i a’mâline [amel defteri] geçmesi, o düsturun [kâide, kural] ve rahmet-i İlâhiyenin mukteza[bir şeyin gereği] olmak haysiyetiyle, Risale-i Nur ‘un dairesine sıdk [doğruluk] ve ihlâs ile girenlerin kazançları pek azîm ve küllîdir. Herbiri, binler hisse alır. İnşaallah, emval-i [mallar] dünyeviyenin iştirâki gibi inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] ve tecezzî [bölünme, parçalanma] etmeden, herbirisinin defter-i ameline [insanın iyi ve kötü işlerinin kaydedildiği defter] aynı geçmesi, bir adamın getirdiği bir lâmba, binler âyinelerin herbirisine aynı lâmba inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmeden girmesi gibidir.

Demek, Risale-i Nur’un sadık şakirtlerinden [öğrenci] birisi leyle-i Kadrin [Kadir gecesi] hakikatini ve Ramazan’ın yüksek mertebesini kazansa, umum hakikî sadık şakirtler [öğrenci] sahip ve hissedar olmak, vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın rahmetinin bolluğu, genişliği] çok kuvvetli ümitvârız.

Said Nursî

ba

357

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Birinci Mesele: Kardeşlerimizden birisinin namaz tesbihatında tekâsül göstermesine binaen dedim:

Namazdan sonraki tesbihatlar tarikat-ı Muhammediyedir (a.s.m.) ve Velâyet-i Ahmediyenin [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.) bir evradıdır. [okunması âdet olan dualar] O noktadan ehemmiyeti büyüktür. Sonra, bu kelimenin hakikati böyle inkişaf [açığa çıkma] etti:

Nasıl ki, risalete [elçilik, peygamberlik] inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden velâyet-i Ahmediye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velâyeti] (a.s.m.) bütün velâyetlerin fevkindedir. [üstünde] Öyle de, o velâyetin [velilik] tarikatı ve o velâyet-i kübranın evrad[okunması âdet olan dualar] mahsusası olan namazın akabindeki tesbihat, o derece sair tarikatların ve evradların [okunması âdet olan dualar] fevkindedir. [üstünde] Bu sır dahi şöyle inkişaf [açığa çıkma] etti:

Nasıl zikir dairesinde bir mecliste veyahut hatme-i Nakşiyede [Nakşî tarikatı mensuplarının okuyup bitirdikleri belirli dualar] bir mescidde birbiriyle alâkadar heyet-i mecmuada [birşeyin geneli, bütün] nuranî bir vaziyet hissediliyor. Kalbi hüşyar [uyanık] bir zât namazdan sonra سُبْحَانَ اللهِ، سُبْحَانَ اللهِ 2 deyip tesbihi çekerken, o daire-i zikrin reisi olan zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâmın müvacehesinde yüz milyon tesbih edenler, tesbih elinde tesbih çektiklerini mânen hisseder. O azamet ve ulviyetle [yüce] سُبْحَانَ اللهِ، سُبْحَانَ اللهِ، سُبْحَانَ اللهِ der. Sonra o serzâkirin [zikredenlerin başı] emr-i mânevîsiyle, [mânevî emir] اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 3 dediği vakit, o halka-i zikrin [zikir halkası] ve o çok geniş bulunan hatme-i Ahmediyenin (aleyhissalâtü vesselâm) dairesinde

358

yüz milyon müridlerin اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ، اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 1 ‘larından tezahür eden azametli bir hamdi düşünüp içinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ile iştirak eder, ve hâkezâ اَللهُ اَكْبْرُ، اَللهُ اَكْبَرُ 2 ve duadan sonra لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ، لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ، لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 3 otuz üç defa tarikat-ı Ahmediyenin aleyhissalâtü vesselâm halka-i zikrinde [zikir halkası] ve hatme-i kübrasında sabık [daha önceden geçen] mânâyla o ihvan-ı tarikatı nazara alıp o halkanın serzâkiri [zikredenlerin başı] olan zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] aleyhissalâtü vesselâma müteveccih [yönelen] olup اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَارَسُولَ اللهِ 4 der, diye anladım ve hissettim ve hayalen gördüm. Demek tesbihat-ı salâtiyenin çok ehemmiyeti var.

İkinci mesele: Otuz birinci âyetin işaretinin beyanında, يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا 5 bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur [kâide, kural] hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede [insanın yaratılışı, tabiatı] derc [yerleştirme] edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla [sebepler] yaralanmış, sair letâifi [duygular] kendiyle meşgul edip sukut [alçalış, düşüş] ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

359

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün] ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture [kendinden geçme] hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asrın hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi [sosyal hayat] öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini, kalb ve aklını nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] arkasına düşürüp pervane [korku] gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin [dünya hayatı] muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye [âhirete ait işler] muvakkaten [geçici] tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete [mahvolma] sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat [hayatı koruma] cihazı, bu asırda israfat [israflar, savurganlıklar] ile ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret ve maişet [geçim] ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] nazar-ı dikkati şu fâni hayata celb [çekme] ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb [çekme] etmiş ki, ednâ [basit, aşağı] bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] tiryak [derman, ilaç] misâl ilâçlarının nâşiri [neşreden, yayan, yayınlayan] olan Risale-i Nur dayanabilir; ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, [sebat eden] hâlis, sadık, fedakâr şakirtleri [öğrenci] mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanetle [gayret, kararlılık] ve ciddî ihlâs ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Said Nursî

360

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Hafız Ali’nin kendi üstadı hakkında, benim haddimden pek çok ziyade isnat ettiği meziyet ve mâsumiyeti, onun mâsum lisanıyla hakkımda medih [övgü] olarak değil, bir nevi dua olarak tasavvur ediyoruz.

Hem Hafız Ali’nin, Sav gibi yerler, karyeler [köy] ve Isparta bir medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hükmüne geçmesi ve Risale-i Nur’un sadık şakirtleri [öğrenci] harikulâde olarak günden güne yükselmeleri ve tenevvür [aydınlanma, nurlanma] etmeleri, bizleri, belki Anadolu’yu, belki âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] mesrur [mutlu] ve müferrah [ferah duyan, huzurlu] eden bir hakikatli haber telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz.

Âhirdeki Muhbir-i Sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] haber verdiği gibi “Mânevî fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemini hemen hemen gelmektedir” diye fıkrasına, [bölüm] bütün ruh u canımızla rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] dua ile niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] her cihetle hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap [sebepler] altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve zındıkanın ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] savletlerini [saldırı] kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve biri yüze ve bazı bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor ve inşaallah [Allah dilerse] hiçbir kuvvet Anadolu sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhirzamanda, hayatın geniş dairesinin, asıl sahipleri, yani Mehdi ve şakirtleri [öğrenci] Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.

Said Nursî

ba

361

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz Sıddık Kardeşlerim;

Evvelce, hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] hayat-ı uhreviyeye [âhiret hayatı] tercih etmeye dair yazılan iki parçaya tetimmedir. [ek]

Bu acip asrın hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlaştırıp çoğaltması ve hâcât-ı gayr-ı zaruriyeyi görenekle, tiryaki ve müptelâ [bağımlı] etmekle hâcât-ı zaruriye [zarurî ihtiyaçlar] derecesine getirmesiyle hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye [dine ait hayat] ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker, veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatânın cezası olarak öyle dehşetli tokat yedi ki, dünyayı başına cehennem eyledi.

İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet [dindar insanlar] dahi büyük bir vartaya [tehlike] düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar. Ezcümle:

Gördüm ki, ehl-i diyanet, [dindar insanlar] ehl-i takvâ [takvâ sahipleri] bir kısım zâtlar bizimle gayet ciddî alakadarlık [zigot; döllenmiş hücre] peyda ettiler. O bir iki zâtta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını sever, tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde [dünya hayatı] muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hattâ tarikatı, keşf ve keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] için ister. Demek âhiret arzusunu ve dinî vezâifin [görevler] uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye [âhiret hayatındaki mutluluk] gibi saadet-i dünyeviyeye [dünya hayatındaki mutluluk] dahi medar [kaynak, dayanak] olan hakaik-i diniyenin fevâid-i dünyeviyesi, yalnız tercih edici ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet [asıl sebep] derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapılmasındaki maksat o fâide olsa, o ameli iptal eder; lâakal [en az] ihlâsı kırılır, sevabı kaçar.

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından ve zulüm ve zulümatından en mücerreb [denenmiş] bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları [ölçü] ve muvazeneleriyle, [karşılaştırma/denge] neşrettiği nur olduğuna kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i Nur’un dâiresine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir. [güçlü, kuvvetli]

362

Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ 1 işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] hayat-ı uhreviyeye, [âhiret hayatı] ehl-i İslâma [Müslümanlar] da bilerek tercih ettirdi.

Hem bin üç yüz otuz dört tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i iman [Allah’a inanan] içine de sokuldu. Evet عَلَى اْلاٰخِرَةِ 2 cifir ve ebced hesabıyla bin üç yüz otuz üç veya dört ederek, aynı vakitte, eski Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] İslâmiyet düşmanları galebe [üstün gelme] çalmakla, muahede [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] şartını, dünyayı dine tercih rejiminin mebdeine [başlangıç] tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.

Said Nursî

ba

363

Üstad Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Harbi Esnasında Yazdığı Mühim Bir Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Şiddet-i şefkat [şefkatin şiddeti] ve rikkatten, [acıma] bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime [acıma] dokundu. Birden ihtar edildi ki:

Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.

Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç haberim yokken, Avrupa ve Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur [hatıra gelme] ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semavîden, zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşten yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] derecesinde din ve din-i Muhammedî [Hz. Muhammed’in dini, İslâmiyet] aleyhissalâtü vesselâma bir lâkaytlık [duyarsızlık, ilgisizlik] perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi [hak din] hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] gibi karanlıkta kalan Hazret-i İsâ’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumlarının, çektikleri felâket onlar hakkında bir nevi şehadettir denebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit [baskıcı, diktatör] büyük zalimlerin cebir [Cebriye mezhebi] ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar.

364

Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden [ahmaklık, beyinsizlik] ve küfranından [inançsızlık, inkâr] ve felsefenin dalâletinden [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve küfründen [inançsızlık, inkâr] gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elemden ve şefkatten tesellî buldum.

Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar [hazırlama] eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, [bencil] alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-i beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi [dine ait esaslar, temeller] ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi [insan hakları] muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür, o musibeti onlar hakkında medâr-ı şeref [şeref sebebi] yapar, sevdirir.

Said Nursî

ba

365

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,

Üç gün evvel, aynen nurlu hediyeniz Kastamonu’ya geleceği anda rüyada görüyordum ki, terfi-i makam ve rütbe için bizlere ferman-ı şâhâne mânevî bir cânipten geliyor, kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] ellerinde tutup bize getiriyorlar. Biz baktık ki, o ferman-ı âli Kur’ân-ı Azîmüşşân [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] olarak çıktı. O halde bu mânâ kalbe geldi: Demek Kur’ân yüzünden Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve biz şakirtleri, [öğrenci] bir terfi ve terakki [ilerleme] fermanını âlem-i gayptan alacağız.

Şimdi tâbiri ise, o fermanı temsil eden mâsumların kalemiyle mânevî tefsir-i Kur’ân‘ı [Kur’ân tefsiri] aldığımızdır. Bu rüyanın şimdiki tâbiri çıkmadan bir iki saat evvel Feyzi ile Emin’in gösterdikleri tâbir dahi haktır ve ehemmiyetlidir.

Hem bu medâr-ı sürur ve ferah olan hediye-i nuraniyeyi bir hiss-i kablelvuku [bir şeyi olmadan önce hissetme duygusu] ile benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemişti ki, o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Emin’in fıkrasında [bölüm] beyan edilen, rüyayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci günü de kısmen hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur [mutluluk] hissedip mütemadiyen bir bahaneyle ferahımı izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip, otuz kırk defa tebessümle güldüm.

Ben ve hem Feyzi, çok taaccüp ve hayret ettik. Otuz günde bir defa gülmeyenin, bir günde otuz defa gülmesi bizleri hayrette bıraktı. Şimdi anlaşıldı ki, o sürur [mutluluk] ve o sevinç mezkûr [adı geçen] mânevî fermanı temsil eden mâsumlar ve ümmîlerin kalemlerinin yazıları, nesl-i âtînin sahaif-i hayatlarına, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] sahife-i mukadderatına ve ehl-i iman [Allah’a inanan] istikbalinin defterlerine neşr-i envar [nurları yayma] edecek olan ve o mâsumların hâlis ve sâfi amelleri ve hizmetleriyle sahife-i a’mâlimize [iş ve davranışların yazıldığı sahife]  

366

hasenatları yazılıp kaydedilmesinin ve Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] mukadderatının [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] mes’udâne [mutlu bir şekilde] idamesinin haberini veren, o daha gelmeyen hediyeden geliyordu. Benim, o azîm yekûndan [bütün, toplam] hisseme düşen binden bir cüz’ü ruhen hissedilmiş, beni mesrurâne [mutlu] heyecana getirmiş idi.

Evet, böyle yüzer mâsumların makbul amelleri ve reddedilmez duaları sair kardeşlerimin defterlerine geçmesi misillü, [benzer] benim gibi bir günahkârın sahife-i a’mâline [iş ve davranışların yazıldığı sahife] dahi girmesi, binler sürur [mutluluk] ve sevinç verir. Böyle karanlık bir zamanda, bu ağır şerait altında böyle mâsumâne ve kahramanâne çalışmak için, biz, hem mâsumları ve o ümmîleri ve muallimlerini tebrik, hem peder ve validelerini tebrik, hem köylerini tebrik, hem memleketlerini, hem milletlerini, hem Anadolu’yu tebrik ederiz.

Mübarek mâsumların ve ümmîlerin herbirine birer hususî teşekkürnâme [teşekkür belgesi] ve tebriknâme yazmak elimden gelseydi yazacaktım. Öyleyse bu arzumu bilfiil yazılmış gibi kabul etsinler. Ben onların isimlerini bir daire suretinde yazacağım, dua vaktinde bakacağım. Hem onları Risale-i Nur’un has şakirtleri [öğrenci] dairesine dahil edip, bütün mânevî kazançlarıma hissedar edeceğim.

Benim tarafımdan onların peder ve validelerine veya akrabalarına ve üstadlarına selâmlarımızı tebliğ ediniz. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onları ve evlâtlarını dünyada ve âhirette mesut eylesin, âmin, âmin, âmin.

Said Nursî

ba

367

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz kardeşlerim,

Hakaik-i imaniye, [iman hakikatleri] herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’a hizmet etmek en birinci vazife ve medâr [kaynak, dayanak] ve merak ve maksud-u bizzat [asıl gaye] olmak lâzım iken, şimdiki hâl-i âlem [dünyanın şimdiki hâl ve vaziyeti] hayat-ı dünyeviyeyi, [dünya hayatı] hususan hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi [siyaset hayatı] ve bilhassa medeniyetin sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve dalâletine [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ceza olarak gelen gadab-ı ilâhinin bir cilvesi olan Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] tarafgirâne, damarları ve âsabları tehyîç edip bâtın-ı kalbe [kalbin içi] kadar, hattâ hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecede bu meş’um [kötü] asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki, Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan bir kısım sathî, [sığ, yüzeysel] belki de bir kısım zaif velîler o siyasî ve içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatın rabıtaları [bağ] sebebiyle, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cerayanların hükmüne tâbi olarak, hemfikir olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikati, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] belki ehl-i velâyeti [velâyet makamında olanlar, velî kullar] tenkit ve adâvet [düşmanlık] eder, hattâ hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tâbi yaparlar.

İşte bu asrın bu acip tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cerayanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki, bu Harb-i Umumîyi [Birinci Dünya Savaşı] dört aydır merak etmedim, sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine [kutsal vazife] fütur [usanç] vermemek ve fikirlerini bulaştırmamak gerektir.

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bize, nur ve nuranî vazife vermiş, onlara da zulümlü ve zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna [ihtiyaç duymama] edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] nurlara müşteri olmadıkları halde, onların karanlıklı oyunlarına  

368

vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatâdır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak[mânevî zevkler] mâneviye ve envar-ı imaniye kâfi [yeterli] ve vâfidir. [yeterli]

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bugünlerde, Risale-i Nur’a suikast edenlerin ve sizlere sıkıntı verenlerin haklarında, bana verdiği bir hiddet neticesinde bedduaya teşebbüs ettim. Birden Isparta’ya kıyamadım. Beddua yerine “Yâ Rab, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Isparta, Risale-i Nur’un bir Medresetü’z-Zehra’sıdır, oradaki fena memurları dahi ıslah eyle ve hüsn-ü âkıbet ver” diye dua eyledim ve ediyorum.

Said Nursî

ba

369

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim,

Nurlar, bilâkis Isparta tevakkufuna [durağan olma] karşı, buralarda inkişafat [açığa çıkma] ile tezahür etti.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 2

En ziyade bize nezaretle, bizimle ve siyasetle alâkadar mühim bir zât geldi. Ona dedim ki:

Bu on sekiz senedir sizlere müracaat etmedim ve hiç gazete okumadım; bu sekiz aydır, bir defa cihanda ne oluyor, diye sormadım; üç senedir burada işitilen radyoyu dinlemedim—tâ ki kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetimize mânevî zarar gelmesin. Bunun sebebi şudur ki:

İman hizmeti, iman hakaiki, [doğru gerçekler] bu kâinatta herşeyin fevkindedir, [üstünde] hiçbir şeye tâbi ve âlet olamaz. Fakat, bu zamanda, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve dinini dünyaya satan ve bâki elmasları şişeye tebdil [başka bir şeyle değiştirme] eden gafil insanlar nazarında o hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] hariçteki kuvvetli cereyanlara tâbi ve âlet telâkki [anlama, kabul etme] etmek ve yüksek kıymetlerini umumun nazarında tenzil [indirme] etmek endişesiyle, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hizmeti, bize kat’î bir surette siyaseti yasak etmiş.

Sizler, ey ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] ve hükûmet, evham edip bizlerle uğraşmayınız. Bilâkis teshilât [kolaylık] göstermeniz lâzım. Çünkü hizmetimiz, emniyet ve hürmet ve merhameti tesis ile hem âsâyişi, hem inzibatı, [âsayiş, düzen] hem hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] anarşilikten kurtarmaya çalışıp, sizin hakikî vazifenizin temel taşlarını tesbit ediyor, takviye ve teyid ediyor.

Said Nursî

ba

370

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Şimdi, bundan on dakika evvel, cesurca, fakat kalemsiz [okur yazar olmayan] iki adam, Risale-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: “Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukabil, sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet [gayret, kararlılık] ister. Isparta kahramanlarının gösterdiği harikalar ve cihan-pesendâne [dünyaya meydan okurcasına] hidemât-ı Nuriyenin esası, harika sadakatleri ve fevkalâde metanetleridir. [gayret, kararlılık] Bu metanetin [gayret, kararlılık] birinci sebebi, kuvvet-i imaniye [iman gücü] ve ihlâs hasletidir. [huy, karakter] İkinci sebebi, cesaret-i fıtriyedir.”

Onlara: “Siz cesaretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya ait ehemmiyetsiz şeyler için fedakârlık gösterseniz; elbette Risale-i Nur’un kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinde ve cihana değer uhrevî neticelerine mukabil, merdâne ve fedakârâne cesaret gösterip sadakatinizi muhafaza edersiniz” dedim. Onlar da tam kabul ettiler.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Âlem-i insaniyette [insan âlemi] ve İslâmiyette üç muazzam mesele olan, iman ve şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatleri olduğundan, bu hakaik-i imaniye-i [iman hakikatleri, esasları] Kur’âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek ve elmas gibi o Kur’ân’ın hakikatlerini, dini dünyaya satan veya âlet eden adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve en büyük vazife olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sadık talebeleri, gayet şiddet ve nefretle siyasetten kaçıyorlar.

Hattâ sizin bu kardeşiniz—siz de bilirsiniz—bu on sekiz senedir, o kadar muhtaç olduğum halde siyasete, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] temas etmemek için hükûmete karşı birtek müracaatım olmadığı gibi bu sekiz dokuz aydır, küre-i arzın [yer küre, dünya] bu herc ü mercini [karışıklık, dağınıklık] birtek defa ne sual ve ne de merak ettim.

Said Nursî

ba

371

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Ey kardeşlerim,

Sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleğimizde benlik, enaniyet, şan ve şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas [hissettirme] eden hâlâttan [durumlar, haller] şiddetle ictinap [meyve toplamak] ediyoruz. Elbette, burada, altı yedi sene gözünüzle ve yirmi seneden beri tahkikatınızla [araştırma, inceleme] anlamışsınız ki, ben şahsıma karşı hürmet ve makam vermek istemiyorum. Sizleri o noktada şiddetle tekdir [azarlama] etmişim. “Bana haddimden fazla mevki vermeyiniz” diye size darılıyorum. Yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur hesabına ve ben de onun bir şakirdi [talebe, öğrenci] olmak haysiyetiyle, ona karşı tasdikkârâne teslimi ve irtibatı, şâkirâne [şükreder bir şekilde] kabul ediyorum. İşte bu derece enaniyetten ve benlikten ve şan ve şeref namı altındaki riyakârlıktan kaçmayı düstur-u hareket [hareket etme kanunu, kuralı] ittihaz [edinme, kabullenme] eden adamlara karşı ehl-i hükûmetin, [yöneticiler, hükûmette olanlar] ehl-i idare [idareciler, yöneticiler] ve zabıtanın evhama düşmeleri ne kadar mânâsız ve lüzumsuz olduğunu divaneler de anlar.

Said Nursî

ba

372

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nazarında, imandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] esaslarını düşündüm. Takvâ, menhiyattan ve günahlardan içtinab [kaçınma] etmek; ve amel-i salih, [Allah için yapılan iyi işler] emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, [zararları, kötülükleri defetme, kötülüğe engel olma] celb-i nef’a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] ve câzibedar hevesat zamanında bu takvâ olan def-i mefasid ve terk-i kebair üssü’l-esas [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] olup büyük bir rüçhaniyet [üstünlük] kesb [elde etme, kazanma] etmiş. Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takvâ bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını yapan, kebireleri işlemeyen, kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin [Allah için yapılan iyi işler] ihlâsla muvaffakiyeti [başarı] pek azdır.

Hem, az bir amel-i salih, [Allah için yapılan iyi işler] bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.

Hem, takva içinde bir nevi amel-i salih [Allah için yapılan iyi işler] var. Çünkü, bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böyle zamanlarda, binler günahın tehâcümünde bir tek içtinab, [kaçınma] az bir amel ile, yüzer günahın terkiyle, yüzer vacip işlenmiş olur. Bu ehemmiyetli nokta, niyet ile, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mâl-i salihadır. [Allah için yapılan iyi işler]

Risale-i Nur şakirtlerinin, [öğrenci] bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvâyı esas tutup davranmak gerektir. Madem her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat[hayat tarzı] içtiamiyede yüzer günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amel-i sâlih işlenmiş hükmündedir. Malûmdur ki, bir adamın bir günde harap ettiği bir sarayı, yirmi adam, yirmi günde yapamaz ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken; şimdi, binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve

373

tesiratı pek harikadır. Eğer bu iki mütekabil [karşılıklı] kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevâri muvaffakiyet [başarı] ve fütuhat [fetihler, yayılmalar] görülecekti.

Ezcümle: Hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür ki, Risale-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin [Hz. Zülkarneyn (a.s.) tarafından yaptırılan set] tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’tan getirdiği İslâm dini] (a.s.m.) olan sedd-i Kur’ân‘ın [Kur’ân seddi] tezelzülüyle Ye’cüc ve Me’cücden daha müthiş olan ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada [bozma] başlıyor.

Risale-i Nur şakirtlerinin, [öğrenci] böyle bir hadisede mânevî mücahedeleri, [Allah yolunda cihad etme] inşaallah [Allah dilerse] zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amel ile, pek büyük sevap ve a’mâl-i sâlihaya medar [kaynak, dayanak] olur.

Aziz kardeşlerim, işte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisâta karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla [kâide, kural] kalemlerle, her biri diğerinin a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takvâ kal’asına [kale] ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme [her taraftan hücum etme] hedef olan bu âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede [üç aylar] ve eyyâm-ı meşhurede yardımına koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. [belirleyici özellik] Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica [ümit] ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i a’mâl-i [sevap kazandıran işlerde ortaklık] uhreviye düsturuyla, [kâide, kural] bazan yüz defadan ziyade “Risale-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedar ediyorum.

“Gül” ve “Nur” ve “Mübarekler” ve “Medrese-i Nuriye[Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] hey’etleri ve ümmî ihtiyarlar ve mâsumlar başta olarak umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve selâmet [huzur] ve saadetlerine dua ediyoruz.

Said Nursî

374

Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yüz binler şükür olsun ki, Risale-i Nur kendi kendine tevessü [genişleme, yayılma] ediyor. Her tarafta fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var. Ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] hileleri onu durdurmuyor; bilâkis çok dinsizler teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] ediyorlar. Hafız Ali’nin dediği gibi, korkuları pek ziyadedir. Şimdi, dinsizlik taassubuyla değil, korku cihetiyle ilişiyorlar. O korku, Risale-i Nur lehine dönecek inşaallah. [Allah dilerse]

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Hem o eski dost zâta, hem ehl-i dikkate [dikkat sahibi insanlar] ve sizlere beyan ediyorum ki: Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] feyziyle, Yeni Said, hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] dair o derece mantıkî ve hakikatli burhanlar [delil] zikrediyor ki, değil Müslüman uleması, belki en muannid [inatçı] Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.

Amma, Risale-i Nur’un kıymet ve ehemmiyetine işarî ve remzî bir tarzda, Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbârâtı [haber vermeler] nev’inden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] dahi bu zamanda bir mu’cize-i mânevîsi olan Risale-i Nur’a nazar-ı dikkati celb [çekme] etmesi mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasından remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] ve imaları, i’câzının [mu’cize oluş] şe’nindendir [belirleyici özellik] ve o lisan-ı gaybînin, [bilinmeyen ve görünmeyen âlemin dili] belâgat-ı mu’cizekârânesinin muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

Evet, Eskişehir Hapishanesinde, dehşetli bir zamanda ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir tesellîye pek çok muhtaç olduğumuz hengâmda, [ân, zaman] mânevî bir ihtarla, “Risale-i Nur’un makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] dâir eski evliyalardan şahit gösteriyorsun. Halbuki

375

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ 1 sırrıyla en ziyade bu meselede söz sahibi Kur’ândır. Acaba, Risale-i Nur’u, Kur’ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?” denildi. O acip sual karşısında bulundum.

Ben de Kur’ân’dan istimdat [medet isteme] eyledim. Birden, otuz üç âyetin mânâ-yı sarîhinin [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] teferruatı nev’indeki tabakatından, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasında ve o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne [girme] ve medâr-ı imtiyazına [üstünlük, ayrıcalık sebebi] bir kuvvetli karine [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] bulunduğunu, bir saat zarfında hissettim; ve bir kısmını, bir derece izahlı ve bir kısmını mücmelen [kısa, kısaca] gördüm. Kanaatime hiçbir şek [şüphe] ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı. Ben de, ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanını, Risale-i Nur’la muhafaza niyetiyle o kat’î kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim. Ve o risalede, biz demiyoruz ki, “âyetin mânâ-yı sarîhi [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] budur;” tâ hocalar “Fihi nazarun” desin.

Hem dememişiz ki, “Mânâ-yı işârînin [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyeti budur.” Belki diyoruz ki, mânâ-yı sarîhinin [görünen mânâ, anlaşılan açık mânâ] tahtında müteaddit [bir çok] tabakalar var; bir tabakası da, mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] ve remzîdir. [ince işaret] Ve o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var. Risale-i Nur dahi bu asırda o mânâ-yı işârî [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] tabakasının külliyetinde bir ferdidir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar [bakışları üzerinde toplayan] olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema mabeyninde [ara] câri bir düstur-u cifrî [cifir ilmi kaidesi, kuralı] ve riyazi ile karineler, [bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ipucu, işaret] belki hüccetler [delil] gösterilmişken, Kur’ân’ın âyetini veya sarahatini [açıklık] değil incitmek, belki i’câz [mu’cize oluş] ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın, [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] nihayetsiz işârât-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’ın işaretleri] had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını [çıkarma] inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

376

Amma, benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab [garip görme] ve istib’ad [akıldan uzak görme] edip itiraz eden zât, eğer buğday tanesi kadar bir çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlâhiyeye [Allah’ın güç ve iktidarı] delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak [sınırsız güçsüzlük] ve fakr-ı mutlakta [sınırsız fakirlik] ihtiyac-ı şedit zamanında böyle bir eserin zuhuru, “vüs’at-i rahmet-i İlâhiyeye [Allah’ın rahmetinin bolluğu, genişliği] delildir” demeye mecbur olur.

Ben, sizi ve muterizleri [itiraz eden] Risale-i Nur’un şerefi ve haysiyetiyle temin ediyorum ki, bu işaretler ve evliyanın imalı haberleri, remizleri [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara [af dileme] sevk etmiş. Hiçbir dakika, nefs-i emmareye [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] medar-ı fahr [övünç kaynağı] ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size bu yirmi senelik hayatımın göz önünde tereşşuhatıyla [belirti] ispat ediyorum.

Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurlardan, nisyandan, [unutkanlık] sehivden [hata, yanılgı] hâli [boş] değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalede hatalar da olmuş.

Bu zamanda, gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlar fedakârları bulunan meşrepler, [hareket tarzı, metod] meslekler bu dehşetli dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hücumuna karşı zâhiren mağlûbiyete düştükleri halde, benim gibi yarım ümmî ve kimsesiz, mütemadiyen tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit [bir çok] cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi tenfir [nefret ettirme] etmek vaziyetinde bulunan bir bîçare o mesleklerden daha ileri, kuvvetli dayanan Risale-i Nur’a sahip değildir. O eser, onun hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesidirler ve rahmet-i ilâhiye tarafından ihsan [bağış] edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber o hediye-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hediyesi] el atmış. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur’un öyle parçaları var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte ve bazı da on dakikada yazılan risaleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in kuvve-i hafıza[bellek, hafıza duyusu] beraber olmak şartıyla, o on

377

dakikalık işi, on saatte fikrimle yapamıyorum. O bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, [kabiliyet] zihnimle yapamıyorum. Ve o altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü, ne ben, ne de en müdakkik [dikkatli] dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı [araştırma, inceleme] yapamaz. Ve hâkezâ…

Demek, biz müflis [iflas etmiş] olduğumuz halde, zengin bir mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının dellâlı [davetçi, ilan edici] ve birer hizmetçisi olmuşuz.

Said Nursî

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugünlerde sabah namazı tesbihatında İstanbul’daki ihtiyarın garazkârane ve şahsıma karşı galiz gıybeti üzerine, Eski Said damarıyla nefs-i emmarem [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] heyecana geldi. “Mazlumum, bu nevi zulüm çekilmez!” dedi, intikamını almak istedi. Birden kalbime geldi:

“Belki Risale-i Nur’un İstanbul’da neşrine bir vesile olur. Sen madem hayat-ı dünyeviyeni [dünya hayatı] ve hayat-ı uhreviyeni [âhiret hayatı] dahi Risale-i Nur’a feda ediyorsun; bu izzet-i nefis [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] damarını dahi feda et. Hem sebeb-i hilkat-i kâinat Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] aleyhissalâtü vesselâma ‘mecnun’ tabiri istimal [çalıştırma, vazifelendirme] eden insanlar bulunduğu gibi, senin, o güneşe nispeten zerrecik bir izzet-i nefsinin [insanın vakar, [ağırbaşlılık] şeref ve haysiyetini muhafaza etmesi] kırılmasına ehemmiyet verme” diye ihtar edildi, benim de kalbim rahat etti.

Said Nursî

ba

378

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

İstanbul ulemasının en büyüğü ve en müdakkiki [dikkatli] ve çok zaman müftiü’l-enam olan eski fetvâ emini, meşhur Ali Rıza Efendi, Birinci Şuadaki, İşârât-ı Kur’âniyeyi ve Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] gibi risaleleri gördükten sonra, Risale-i Nur’un mühim bir talebesi olan Hafız Emin’e demiş ki:

“Bediüzzaman, şu zamanda, din-i İslâma [İslâm dini] en büyük bir hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde, tam bir feragat-ı nefs ettiğini, ve onun Risale-i Nur’u, müceddid-i din olduğunu kat’iyyen tasdik ederim. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] onu muvaffak eylesin, âmin” demiş. Hem bazıların sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin pederleri olan Sultanü’l-Ulema’nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip:

“Bediüzzaman’ın elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır” demiş. Ve Hoca Mustafa’ya (merhum) emretmiş, söylediğimi yaz: “Bediüzzaman’a kemal-i hürmetle selâm ederim. Telifatınızın [kaleme alma] ikmaline [tamamlama] hırz-ı can [bağrına basıp canı gibi korumak] ile dua etmekteyim. Bazı ulemâüssû’un tenkidine uğradığına müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olma. Zira ‘Yemişli ağaç taşlanır’ kaziyesi [hüküm, önerme] meşhurdur. Mücahedatınıza [mücadeleler] devam buyurun. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ve Feyyâz-ı Mutlak [pekçok feyiz, bolluk ve bereket veren Allah] âcilen murad ve matlubunuza [istek] muvaffaku’n-bilhayr eylesin, âmin. Bâki Hakkın birliğine emanet olunuz.”

Eski Fetva Emini

 Ali Rıza

İşte böyle müdakkik [dikkatli] ve ilim ve şeriat ve Kur’ân cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş.

ba

379

Aziz, sıddık, müdakkik, [dikkatli] müstakim [doğru ve düzgün] kardeşlerim,

Gayet ciddî bir ihtar ile bir hakikati beyan etmeye lüzum var. Şöyle ki:

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ 1 sırrıyla, ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] gaybî olan şeyleri, bildirilmezse bilmezler. En büyük bir velî dahi, hasmının hakikî halini bilmedikleri için, haksız olarak mübareze [karşı koyma] etmesini Aşere-i Mübeşşerenin mabeynindeki [ara] muharebe gösteriyor. Demek, iki veli, iki ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut [alçalış, düşüş] etmezler. Meğer, bütün bütün zâhir-i şeriate muhalif ve hatâsı zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.

Bu sırra binaen وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ 2 deki ulüvv-ü cenab düsturuna [kâide, kural] ittibaen [tabi olma, uyma] ve avâm-ı mü’minînin şeyhlerine karşı hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kırmamakla, imanlarını sarsılmadan muhafaza etmek ve Risale-i Nur’un erkânlarının [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] haksız itirazlara karşı haklı, fakat zararlı hiddetlerden kurtarmak lüzumuna binaen; ve ehl-i ilhadın [dinsizler] iki taife-i ehl-i hakkın mabeynindeki [ara] husumetten istifade ederek, birinin silâhıyla, itirazıyla ötekini cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edip ve ötekinin delilleriyle berikini çürütüp ikisini yere vurmak ve çürütmekten içtinaben, [kaçınma] Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] bu mezkûr [adı geçen] dört esasa binaen, muarızları [itiraz eden, karşı gelen] hiddet ve tehevvürle [maddî ve mânevî korkusuzluk, saldırganlık] ve mukabele-i bilmisille karşılamamalı. Yalnız kendilerini müdafaa için musalahakârâne, medâr-ı itiraz [itiraz sebebi] noktaları izah etmek ve cevap vermek gerektir.

380

Çünkü bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiş. Herkes, kameti [biçim ve boy] miktarında bir buz parçası olan enaniyetini eritmeyip bozmuyor, kendini mazur biliyor; ondan nizâ [anlaşmazlık, çekişme] çıkıyor. Ehl-i hak [doğru ve hak yolda olan kimseler] zarar eder; ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] istifade ediyor.

Malûm itiraz hadisesi ima ediyor ki, ileride, meşrebini [hareket tarzı, metod] çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm [bencil] bazı sofi-meşrepler ve nefs-i emmaresini [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] tam öldürmeyen ve hubb-u cah [makam sevgisi] vartasından [tehlike] kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, [doğru ve hak yolda olan kimseler] Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] karşı kendi meşreplerini [hareket tarzı, metod] ve mesleklerinin revacını [kıymet, değer] ve etbâlarının [halk, yönetilenler] hüsn-ü teveccühlerini [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] muhafaza niyetiyle itiraz edecekler; belki dehşetli mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek ihtimali var. Böyle hadiselerin vukuunda, bizlere, itidâl-i [her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama] dem ve sarsılmamak ve adavete [düşmanlık] girmemek ve o muarız [itiraz eden, karşı gelen] taifenin de rüesalarını [reisler, başkanlar] çürütmemek gerektir.

Fâş etmek [meydana çıkarma, açığa vurma] hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye [meydana çıkarma, açığa vurma] mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] ve o şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] temsil eden has şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik]Ferid[üstün, eşsiz, sahasında tek, yektâ] [eşsiz] makamına mazhar [erişme, nail olma] oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyetle Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] tasarrufundan hariç olduğu gibi onun hükmü altına girmeye de mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskiden, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirtlerinin [öğrenci] bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i Mükerremede dahi—farz-ı muhal olarak—Risale-i Nur aleyhinde bir itiraz

381

kutb-u âzamdan [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın [en büyük kutup; [esas, önder, direk, eksen] Müslümanların kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan zamanın en büyük mürşidi] itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki [anlama, kabul etme] edip, teveccühünü [ilgi] de kazanmak için, medâr-ı itiraz [itiraz sebebi] noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir.

Ey kardeşlerim; bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet [gayret, kararlılık] ve itidal-i dem [soğukkanlı davranış, düşünerek hareket] ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir. Evet, يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ 1 âyetinin mânâ-yı işarîsiyle, [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı ve musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ehl-i imanı [Allah’a inanan] ve Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Âmin.

Said Nursî

ba

382

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Ey kardeşlerim,

Bu zamanda, hususan bu sıralarda Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] tam bir metanet [gayret, kararlılık] ve tesanüd [dayanışma] ve dikkat etmeye mecburdurlar. Lillâhilhamd, [Allah’a hamd olsun] Isparta ve havalisi kahramanları demir gibi metanet [gayret, kararlılık] göstermesiyle, başka yerlere de hüsn-ü misal [güzel örnek] oldu.

Ey Hüsrev! Tesirli ve güzel mektubunu aldım. Vazifenin başına geçmen bizi fevkalâde mesrur [mutlu] etti. Binler safalarla [zevk, keyif] geldin. Sen, bu bir buçuk sene maddî kalemin işlemediğinden merak etme. Senin yerine o kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] kaleminin yâdigârı olan Mu’cizat-ı Ahmediyenin [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] biri vilâyât-ı şarkiyede [doğu illeri] faalâne geziyor. Diğer son yazdığın nüsha da, İstanbul’da, senin yerinde çalışıp, inşaallah [Allah dilerse] fütuhat [fetihler, yayılmalar] yapar. Senin yazdığın mu’cizeli iki Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] bu havalide, hususan Ramazan-ı Şerifte sana kazandırdıkları sevapları ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ve tebriklerini, inşaallah [Allah dilerse] yakında tab’a [baskı basma] girmesiyle âlem-i İslâmdan [İslâm âlemi] senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah’a şükret.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ben, pek kat’î bir surette ve bine yakın tecrübelerim neticesinde kat’î kanaatim gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki, Risale-i Nur’un hizmetinde bulunduğum günde, hizmetin derecesine göre kalbimde, bedenimde, dimağımda, [akıl, beyin] maişetimde [geçim] bir inkişaf, [açığa çıkma] inbisat, [genişleme, yayılma] ferahlık, bereket görüyorum. Ve çokları itiraf ediyor, “Biz de hissediyoruz” derler. Hatta, size geçen sene yazdığım gibi, benim pek az gıda ile yaşadığımın sırrı, o bereket imiş.

383

Hem madem, İmam-ı Şâfiî’den (r.a.) rivayet var ki: “Hâlis talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] rızkına ben kefalet edebilirim” demiş. “Çünkü rızıklarında vüs’at [genişlik] ve bereket olur.”

Madem hakikat budur ve madem hâlis talebe-i ulûm [ilim talebeleri] ünvanına Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] bu zamanda tam liyakat göstermişler. Elbette, şimdi yeni açlık, ve kahta mukabil Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zaruret-i maişet özrüyle maişet peşine koşmak yerine en iyi çare, şükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliğine tam sarılmaktır.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

…Risale-i Nur ve ondan tam ders alan şakirtleri, [öğrenci] değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemez ve şimdiye kadar da etmemiş. Biz ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm [kuruntu] etmek divaneliktir.

Evvelâ: Kur’ân bizi siyasetten men etmiş, tâ ki elmas gibi hakikatleri, ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] nazarında cam parçalarına inmesin.

Saniyen: [ikinci olarak] Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlarla müteallik [alakalı, ilgili] yedi sekiz mâsum biçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta ve ihtiyarlar var. Belâ, musibet gelse, o mâsumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için, siyaset yoluyla, idare ve âsâyişi ihlâl tarzında, neticenin husulü [meydana gelme] de meşkûk [şüpheli] olduğu halde girmekten, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak ve hakikat şakirtlerini [öğrenci] men ediyor.

Salisen: [üçüncü olarak] Bu vatan, bu millet ve bu vatandaki ehl-i hükûmet, [yöneticiler, hükûmette olanlar] ne şekilde olursa olsun, Risale-i Nur’a eşedd-i ihtiyaçla [çok şiddetli ihtiyaç] muhtaçtırlar. Değil korkmak veyahut adâvet [düşmanlık] etmek, en dinsizleri de, onun dindârâne, hakperestâne [hakkı üstün tutarcasına] düsturlarına [kâide, kural] taraftar olmak gerektir. Meğer ki, bütün bütün millete, vatana, hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] hıyanet ola.

384

Çünkü bu milletin ve vatanın, hayat-ı içtimaiyesini [sosyal hayat] anarşilikten kurtarmak ve büyük tehlikelerden halâs [kurtulma] etmek için, beş esas lâzımdır ve zarurîdir.

Birincisi: merhamet.

İkincisi: hürmet.

Üçüncüsü: emniyet.

Dördüncüsü: haram-helâlı bilip haramdan çekilmek.

Beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir.

İşte Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] baktığı vakit bu beş esası temin edip, âsâyişin temel taşını tesbit ve temin eder. Risale-i Nur’a ilişenler kat’iyen [kesinlikle] bilsinler ki, onların ilişmesi, anarşilik hesabına, vatan ve millet ve asâyişe düşmanlıktır. İşte bunun bir hülâsasını [esas, öz] o casusa söyledim. Dedim ki:

“Seni gönderenlere söyle. Hem de ki: On sekiz senedir bir defa kendi istirahati için hükûmete müracaat etmeyen ve yirmi bir aydır dünyayı hercümerc [alt üst olma] eden harplerden hiçbir haber almayan ve çok mühim makamlarda çok mühim adamların dostâne temaslarını istiğna [ihtiyaç duymama] edip kabul etmeyen bir adama, ondan korkup, tevehhüm [kuruntu] edip, dünyanıza karışmak ihtimaliyle evhama düşüp tarassutlarla [baskı ve gözetim altında tutma] sıkıntı vermekte hangi mânâ var? Hangi maslahat [amaç, yarar] var? Hangi kanun var? Divaneler de bilirler ki ona ilişmek divaneliktir.” O casus da kalktı gitti.

Said Nursî

ba

385

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz kardeşlerim,

Bu defa yazılarınızda İhlâs Risalelerini gördüğüm için, sizi o gibi risalelerin dersine havale edip, ziyade bir derse ihtiyaç görmedim. Yalnız bunu ihtar ediyorum ki, mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] dayanıp, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] olduğu için, hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] mecbur olmadan karışmamak ve rekabete ve tarafgirliğe ve mübarezeye [karşı koyma] sevk eden hâlâttan [durumlar, haller] tecerrüt [maddeye benzer şeylerden soyut olma ve zaman gibi kavramlarla sınırlanmama] etmeye mesleğimiz itibarıyla mecburuz. Binler teessüf [eseflenme, üzülme] ki, şimdiki müthiş yılanların hücumuna mâruz biçare ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i diyanet, [dindar insanlar] sineklerin ısırması gibi cüz’î [ferdî, küçük] kusuratı [kusurlar] bahane ederek, birbirini tenkitle, yılanların ve zındık münafıkların tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.

Gayet muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bir kardeşimizin mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vaizin, Risale-i Nur’a zarar verecek vaziyette bulunması: Benim gibi binler kusurları bulunan bir biçarenin, ehemmiyetli mazerete binaen bir sünneti terk ettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp, Risale-i Nur’a ilişmek istemiş.

Evvelâ: Hem o zât, hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nur’un hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. [davetçi, ilan edici] Risale-i Nur ise Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bağlı olan Kur’ân-ı Azîmüşşan [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] ile bağlanmış bir hakikî tefsirdir. Benim şahsımdaki kusurat, [kusurlar] ona sirayet [bulaşma] etmez…

Saniyen: [ikinci olarak] O vâiz [nasihat veren] ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de bedduayla da mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele [karşılama; karşılık verme] edemeyiz. Çünkü, daha şiddetli düşmanlar ve yılanlar var.

386

Elimizde nur var, topuz yok. Nur incitmez, ışığıyla okşar. Ve bilhassa ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] olsa, ilimden gelen enaniyeti de varsa, enaniyetlerini tahrik etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar, وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا 1 düsturunu [kâide, kural] rehber edininiz.

Hem, o zât, madem evvelce Risale-i Nur’a girmiş ve yazıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da affediniz. Değil onlar gibi ehl-i diyanet [dindar insanlar] ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acip zamanda, imanı bulunan ve fırka-i dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medâr-ı nizâ noktaları medâr-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acip zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetimiz iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Risale-i Nur’un mesleği ise, vazifesini yapar, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesine karışmaz. Vazifesi tebliğdir; kabul ettirmek, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesidir.

Hem, kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Âtıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme. Hem, mümkün olduğu kadar hariçten gelen böyle ilişmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyat [dikkat, tedbir] ile, bu atâlet [hareketsizlik] mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maişet [geçim derdi] iptilâ[insanın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe] zamanında cüz’î [ferdî, küçük] bir iştigal [meşgul olma, uğraşma] de ehemmiyetlidir. Tevakkuf [durağan olma] değil, muvaffakiyetsizlik [başarısızlık] mağlûbiyet yok! Risale-i Nur’un her tarafta galibâne fütuhatı [fetihler, yayılmalar] var.

Said Nursî

ba

387

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerinde siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] olduğu cihetle, dünyevî maksatlar kasten ondan istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Bazı çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur’ân’ı siper eder. Başına gelen darbe Kur’ân’a geldiği gibi, Risale-i Nur, böyle muannid [inatçı] hasımlara karşı siper istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmemeli.

Evet, Risale-i Nur’a ilişenler tokat yer; yüzer vukuat şahittir. Fakat Risale-i Nur, tokatlarda istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilmez ve niyet ve kasd ile tokatlar gelmez. Çünkü sırr-ı ihlâs [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ve sırr-ı ubudiyete münafidir. [aykırı] Bizler, bizlere zulmedenleri, bizi himaye eden ve Risale-i Nur’da istihdam [çalıştırma] eden Rabbimize havale ediyoruz…

Evet, dünyaya ait harika neticeler, bazı evrad[okunması âdet olan dualar] mühimme gibi, Risale-i Nur’da çokça terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] ediyor. Fakat onlar istenilmez, belki verilir; illet [asıl sebep] olamaz, bir fâide olabilir. Eğer istemekle olsa, illet [asıl sebep] olur, ihlâsı kırar, o ibadeti kısmen iptal eder.

ba

Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere [inatçı] karşı galibâne mukavemeti, sırr-ı ihlâstan [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] hiçbir şeye âlet edilmemesinden ve doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] bakmasından ve hizmet-i imaniyeden [iman hizmeti] başka bir maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarikatın [tarikata mensup olanlar] ehemmiyet verdikleri keşf ve kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] şahsiyeye ehemmiyet vermemesindendir ve velâyet-i kübrâ [en büyük velâyet] sahipleri olan Sahabîler gibi, veraset-i Nübüvvet [Peygamber Efendimizin varisi durumunda olan, büyük âlim ve velîlerin yolu] sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın [Allah’a inanan] imanlarını kurtarmaktır.

388

Evet, Risale-i Nur’un bu dehşetli zamanda kazandırdığı iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkindedir; [üstünde] başka şeylere ve makamlara ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci neticesi: Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine girenler, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli emareler var.

İkinci neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan takarrur [karar bulma] ve tahakkuk [gerçekleşme] eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle, herbir hakikî sadık şakird [talebe, öğrenci] binler dillerle, kalblerle dua etmek, istiğfar [af dileme] etmek, ibadet etmek ve bazı melâike [melek] gibi kırk bin lisanla tesbih etmektir. Ve Ramazan-ı Şerifteki hakikat-i leyle-i Kadir gibi, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ulvî hakikatleri, yüz bin el ile aramaktır.

İşte, bu gibi netice içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] hizmet-i Nuriyeyi [Risale-i Nur Hizmeti] velâyet [velilik] makamına tercih eder; keşf ve kerâmâtı [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] aramaz ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz ve vazife-i İlâhiye [Allah’a ait olan iş] olan muvaffakiyet [başarı] ve halka kabul ettirmek ve revaç [değer, kıymet] vermek ve galebe [üstün gelme] ettirmek ve müstahak oldukları şan ü şeref ve ezvak [mânevî zevkler] ve inâyetlere [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] mazhar [erişme, nail olma] etmek gibi, kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmazlar ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, [katıksız, samimi olarak] muhlisen [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler.

Said Nursî

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Seksen küsur sene kıymetinde bulunan ve Ramazan-ı Şerifin mecmuunda gizlenen leyle-i Kadri [Kadir gecesi] kazanmak için, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] şirket-i mâneviye-i uhreviyeleri muktezasınca, [bir şeyin gereği] herbiri, mütekellim-i maalgayr [birici çoğul şahıs, biz] sîgasınca  اَجِرْنَا، اِرْحَمْنَا، وَاغْفِرْ لَنَا 2 gibi tâbiratta, çok dikkat ile, Risale-i Nur’un şakirtlerini [öğrenci] niyet etmek gerektir. Tâ herbir şakirt [öğrenci] umumun namına münacat [dua, Allah’a yakarış] edip çalışsın. Bu biçare ve az çalışabilen ve haddinden çok fazla hizmet ondan beklenen bu kardeşinize, o hüsn-ü zanları [güzel düşünce] yanlış çıkarmamak için, geçmiş Ramazan gibi yardımınızı rica [ümit] ediyorum.

Said Nursî

389

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

İki üç gün evvel, Yirmi İkinci Söz tashih edilirken dinledim. Gördüm ki, içinde hem küllî zikir, hem geniş fikir, hem kesretli [çokluk] tehlil, [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] hem kuvvetli imanî ders, hem gafletsiz huzur, hem kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hikmet, hem yüksek bir ibadet-i tefekküriye [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] gibi nurlar var. Bir kısım şakirtlerin [öğrenci] ibadet niyetiyle risaleleri, ya yazmak veya okumak veya dinlemekliğin hikmetini bildim. Bârekâllah [“Allah ne mübarek yaratmış”] dedim, hak verdim.

Said Nursî

ba

 Karadağ’ın bir meyvesi

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu defa mektup yerinde bu meyveyi gönderiyoruz.

Bir âyetin mânâ-yı işârîsinin [asıl anlamın dışında işaret edilen diğer anlam] külliyetinden bir ferdi, Hürriyetten bu ana kadardır, Teşrin-i Sâni [Kasım ayı] otuzuncu gün, bin üç yüz elli sekizde, Karadağ başına çıkıyordum. “İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] eden helâketleri [mahvolma] ve hasaretleri ne vakitten başladı ve ne vakte kadardır?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] Sûre-i Ve’l-Asri’yi karşıma çıkardı. “Bak” dedi, baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrımıza da daha ziyade bakan وَالْعَصْرِ * اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ 2 âyetindeki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört edip, Hürriyet inkılâbıyla [değişim, devrim] başlayan tebeddül-ü saltanat [saltanatın el değişmesi] ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] mağlûbiyetleri ve muahedeleri [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri

390

ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin [Birinci Dünya Savaşı] zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniyeyle اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ 1 âyetinin bu asırda dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını [mu’cizelik parıltısı] gösteriyor.

اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 2 âhirdeki ﻫ) ت) beş sayılır–şedde sayılır ise–makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli sekiz ve dokuz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasâretlerden, [zarar] bâhusus [bilhassa, özellikle] mânevî hasâretlerden [zarar] kurtulmanın çare-i yegânesi [tek çare] iman ve a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, [bir sözün ters mânâsı, zıt anlam] o hasâretin [zarar] de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, [iyilik bilmeme, nankörlük] şükürsüzlük, yani imansızlık ve fısk [günah] ve sefahet [ahmaklık, beyinsizlik] olduğunu gösterdi. Sûre-i Ve’l-Asri’nin azamet ve kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin [doğru gerçekler] hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrettik.

Evet, âlem-i İslâmın, [İslâm âlemi] bu asrın hasâreti [zarar] olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden [Birinci Dünya Savaşı] kurtulmasının sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] olduğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret [zarar] ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp [savaş meydanı] olmamasının sebebi, اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا 3 kelime-i kudsiyesinin [kutsal cümle] hakikatini fevkalâde bir surette yüz bin insanların kalblerine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emarelerle ve şakirtlerinden [öğrenci] binler ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

ba

391

Risale-i Nur’un Küçük ve Mâsum Şakirtleri [öğrenci]

Aziz, Sıddık Kardeşlerim;

Risale-i Nur’un küçük ve mâsum şakirtlerinden [öğrenci] elli altmış talebenin yazdıkları nüshalar bize de gönderilmiş. Biz de o parçaları üç cilt içinde cem [toplama, bir araya gelme] ettik.

Hem o mâsum şâkirtlerin [Allah’a şükreden] bazılarını, isimleriyle kaydettik. Meselâ;

Ömer(15) – Hafız Nebi(14) – Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Zeki(13)- Bekir(9) – Mustafa(14) – Ali(12) – Hüseyin(11) – Mustafa(13) – Hafız Ahmet(12)

Bu yaşta daha çok çocuklar var, uzun olmasın diye yazılmadı. İşte bu mâsum çocukların, Risale-i Nur’dan aldıkları derslerinin ve yazdıklarının bir kısmını bize göndermişler. Biz de onların isimlerini bir cetvelde derc [yerleştirme] ettik. Bunların bu zamanda bu ciddî çalışmaları gösteriyor ki, Risale-i Nur’da öyle bir mânevî zevk ve câzibedar bir nur var ki, mekteplerdeki çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe [üstün gelme] edecek bir lezzet, bir sürur, [mutluluk] bir şevk, Risale-i Nur veriyor ki, çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki, Risale-i Nur kökleşiyor. İnşaallah, daha hiçbir şey onu koparamayacak; ensâl-i âtiyede [gelecek nesiller] devam edecek.

Aynen bu mâsum küçük şakirtler [öğrenci] gibi, Risale-i Nur’un câzibedar dairesine giren ümmî ihtiyarların dahi kırk-elli yaşından sonra Risale-i Nur’un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk elli parçayı, iki üç mecmua içinde derc [yerleştirme] ettik. Bu ümmî ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin, bu zamanda, bu acip şerait içinde, herşeye tercihan Risale-i Nur’a bu surette çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risale-i Nur’a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri, hâcât-ı zaruriyeden [zarurî ihtiyaçlar] ziyade Risale-i Nur’a çalışmaları, Risale-i Nur’un hakkaniyetini gösteriyorlar.

Bu ciltte az sâir altı cild-i âhirde mâsumların ve ihtiyar ümmîlerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve mânen denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden, Risale-i Nur’un gıda ve taam [gıda, yiyecek] hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilirler. Yoksa, yalnız akıl cüz’î [ferdî, küçük] bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.

392

Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] ilimleri, başka ilimlere ve maarifetlere [bilgiler] benzemez. Akıldan başka çok letâif-i insaniyenin [insandaki ince ve yüce duygular] de kuvvet ve nurlarıdır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Mâsumların ve ümmî ihtiyarların noksan yazılarında iki fâide var:

Birincisi: Teennî [düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma] ve dikkatle okumaya mecbur etmektir.

İkincisi: O mâsumâne ve hâlisâne ve samimî ve tatlı dillerinden, derslerinden Risale-i Nur’un şirin ve derin meselelerini lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.

Said Nursî

ba

393

Isparta’ya Gönderilen Bir Mektup

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Namaz tesbihatının sırrına göre, nasıl ki namazdan sonra tesbih ve zikir ve tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ile hatme-i muazzama-i Muhammediye (a.s.m.) ve zikir ve tesbih eden ve rû-yi zemin [yeryüzü] kadar geniş bir halka-i tahmidat-ı Ahmediye (a.s.m.) dairesine tasavvuran ve niyeten girmek medâr-ı füyuzat olduğu gibi, biz dahi, Risale-i Nur’un geniş daire-i dersinde [ders dairesi] ve halka-i envarında ders alan ve çalışan binler mâsum lisanların ve mübarek ihtiyarların dualarına ve a’mâl-i salihalarına [Allah için yapılan iyi işler] hissedar olmak ve dualarına âmin demek hükmünde olarak, onlarla tayy-ı mekân ederek, gıyaben omuz omuza, diz dize bulunmak hayaliyle ve niyetiyle ve tasavvuruyla kendimizi fevkalhad bahtiyar biliyoruz. Hususan âhir ömrümde böyle kıymettar, mânevî evlatları ve yüzer Abdurrahman’ları bulmak, benim için dünyada cennet hayatı hükmüne geçiyor.

Geçen Ramazan-ı Şerifte, hastalık münasebetiyle, herbir kardeşim benim hesabıma bir saat çalışmasının büyük bir neticesini aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] gördüğümden, böyle duaları reddedilmez mâsumların ve mübarek ihtiyarların ve üstadlarının, benim hesabıma olan duaları ve çalışmaları, benim Risale-i Nur’a hizmetimin uhrevî bir netice-i bâkiyesini dünyada dahi bana gösterdi.

اَلْبَاقِىهُوَ الْبَاقِى 1

Kardeşiniz

Said Nursî

ba

394

 Isparta’ya Gönderilen Bir Fıkradır [bölüm]

Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkâr [sebat eden] şakirtlerine [öğrenci] kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden [öğrenci] tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî ve sarsılmaz bir sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ister. Evet, Risale-i Nur on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-ı tahkikîyi [araştırma ve incelemeye dayanan iman] on beş haftada ve bazılara on beş günde kazandırdığına, yirmi bin zât tecrübeleriyle şehadet ederler.

Hem, “iştirak-i a’mâl-i [sevap kazandıran işlerde ortaklık] uhreviye” düsturuyla, [kâide, kural] herbir şakirdinin, [talebe, öğrenci] herbir günde binler hâlis lisanlariyle edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâhatin [namuslu, doğru ve adaletli kimseler] işledikleri a’mâl-i salihanın [Allah için yapılan iyi işler] misil [benzer] sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sadık ve sebatkâr [sebat eden] şakirdlerini [talebe, öğrenci] amelce binler adam hükmüne getirdiğini… kerametkârâne [keramet göstererek] ve takdirkârâne [övgüyle] İmam-ı Ali’nin üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] Gavs-ı Âzamdaki tahsinkârâne [iyilik ve güzelliğini överek] ve teşvikkârâne [teşvik ederek, bir şeye yönlendirerek] beşareti [müjde] ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] kuvvetli işaretleri o hâlis şakirtlerin, [öğrenci] ehl-i saadet [âhirette sonsuz Cennet mutluluğuna ulaşanlar] ve ehl-i Cennet olacaklarını pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle fiyat ister.

Madem hakikat budur, Risale-i Nur dairesinin yakınında bulunan ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] ve ehl-i tarikat [bir tarikata bağlı olanlar] ve sofî-meşrep zâtlar onun cereyanına girmek ve ilim ve tarikattan gelen sermayeleriyle ona kuvvet vermek ve genişlemesine çalışmak ve şakirtlerini [öğrenci] teşvik etmek ve bir buz parçası olan enaniyetini, tam bir havuz kazanmak için o dairedeki âb-ı hayat [hayat suyu] havuzuna atıp eritmek gerektir. Yoksa, başka bir çığır açmakla hem o zarar eder, hem bu müstakim [doğru ve düzgün] ve metin [sağlam] cadde-i Kur’âniyeye bilmeyerek zarar verir, belki zındıkaya bilmeyerek bir nevi yardım hesabına geçer.

Said Nursî

ba

395

Üstad’ın Denizli Hapsinde İken Talebelerine Gönderdiği ve Kendi El 
Yazısıyla Yazdığı Mektup

Azîz, [izzet, şeref ve haysiyet sahibi Allah] sıddîk kardeşlerim, Bu müdde-i umûmun iddianamesinden anlaşıldı ki; hükûmetin bazı erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip aleyhimize sevk eden gizli zındıkların planları akîm [neticesiz] kalıp yalan çıktı. Şimdi bir bahane olarak, cemiyetçilik ve komitecilik isnadıyla yalanlarını setre [örtme] çalışıyorlar ve bunun bir eseri olarak benimle kimseyi temas ettirmiyorlar. Güya temas eden, birden bizden olur! Hatta büyük memurlar da çok çekiniyorlar ve bana sıkıntı verdirmekle kendilerini âmirlerine sevdiriyorlar. Hususan ( ح ص م د ب ر ) ben, itiraznamenin [itiraz dilekçesi, yazısı] âhirinde, bu gelen fıkra[bölüm] diyecektim; fakat bir fikir mâni oldu. Fıkra [bölüm] şudur:

396

Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve hergün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar. اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1 kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar.

İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. [bireyler] Ve hususi vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana [Allah’a inanan] bildirip onları ve kendimizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.

397

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sakın dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya [ayrılık, bölünme] atmasın. Karşınızda ittihad [birleşme] etmiş dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fırkalarına karşı sizi perişan etmesin اَلْحُبُّ فِى اللهِ، وَالْبُغْضُ فِى اللهِ 2 düstur-u Rahmânî yerine اَلْحُبُّ فِى السِّيَاسَةِ، وَالْبُغْضُ لِلسِّيَاسَةِ 3 düstur-u şeytanî hükmederek, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet [düşmanlık] ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eylemesin.

Evet, bu zamandaki siyaset, kalbleri ifsad [bozma] edip, asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalb [kalp huzuru, rahatlığı] ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.

Evet, şimdi küre-i arzda [yer küre, dünya] herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i gaflet, [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] merhamet-i umumiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhâniyeden habersiz olduğundan, rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] sebebiyle nev-i beşerle alâkadar olduğundan, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim [acı çeken] olup azap çekiyor. Çünkü, lüzumsuz ve mâlâyâni [anlamsız, faydasız] bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî [dış dünyaya ait] ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hadiselerini merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler. “Zarara razı olana merhamet edilmez” mânâsında اَلرَّاضِي بِالضَّرَرِ لاَيُنْظَرُلَهُ kaide-i esasiyesiyle [temel kural] şefkat hakkını ve merhamet liyakatını kendilerinden selb [ortadan kaldırma] etmiştir. Onlara acınmaz ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz başlarına belâ getiririyorlar.

398

Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın [yer küre, dünya] bu yangınında ve fırtınalarında selâmet-i kalbini [kalp huzuru, rahatlığı] ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî ehl-i iman [Allah’a inanan] ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunun içinde en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur dairesine sadakatle girenlerdir.

Çünkü onlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlâhiyenin izini, yüzünü görüp herşeyde kemâl-i hikmetini, [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemâl-i teslimiyet [tam bir teslimiyet] ve rıza ile rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] icraatından olan musibetleri teslimiyetle ve gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlâhiyeden [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler.

İşte bu hakikate binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, [âhiret hayatı] belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, hadsiz tecrübeleriyle, Risale-i Nur’un imanî ve Kur’ânî derslerinde bulabilir ve buluyorlar.

Said Nursî

ba

399

 Kastamonu’da Üstad Bediüzzaman’a sekiz sene hizmet eden Mehmet Feyzi ve Çaycı Emin Efendinin, Kastamonu’daki hayatına dair Emirdağı’nda iken Hz. Üstada yazdıkları kıymettar bir mektuplarıdır

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ رَسَائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَالْمَكْتُوبَةِ * 1

Çok sevgili, çok kıymettar, çok müşfik Üstadımız efendimiz hazretleri,

Evvela: Leyle-i Miracınızı [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] tebrik eder, ellerinizden öper, kusurumuzun affını rica [ümit] ederiz.

Üstadımızın tercüme-i halini merak edenlere deriz ki:

Kur’ân-ı Hakim, [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] otuz üç âyâtının i’cazkâr [mu’cizeli] işaretiyle, İmam-ı Ali radıyallahu anh Celcelûtiye ve Ercûze’sinde kerametkâr delâlâtiyle, [delil olmalar, işaretler] Gavs-ı Âzam (kuddise sırruhu), beşaretkâr [müjde] beyanatiyle, Üstadımızın hakiki tercüme-i halini ve Risale-i Nur’un hakiki mahiyetini beyan etmişler.

Üstadımızın şahs-ı mânevisini [mânevî kişilik] bilmek isteyenler, Risale-i Nur’un İşârât-ı Kur’âniye ve Kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] Aleviye ve Kerâmât[Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] Gavsiye Risalelerini ve Risale-i Nur’un sair eczalarını dikkatle tetebbu etmeleri lâzımdır. Yalnız bizim, Üstadımız hakkındaki kanaat-ı kat’iyemiz [kesin kanaat, inanma] şudur ki: İsm-i Nur ve İsm-i Hakime mazhariyetle, Kur’ân-ı Hakim‘in [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hazinesinden nail olduğu hakaik [doğru gerçekler] ve maârifi, tahdis-i nimet [ilahî nimeti şükrederek anlatma] maksadıyla beşere ilân eden bu allâme-i zîfünun Bediüzzaman Hazretleri,

400

ahlâk-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in ahlâkı] aleyhissalâtü vesselâm ile tahallûk etmiş, nefis ve heva berzahlarından [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] geçmiş, mekârim-i ahlâkın [ahlâkın en güzel ve üstün olanı] en mümtaz [seçkin] ve müstesna bir timsâl-i mücessemi olarak bu asırda bulunmuş. Şimdiye kadar bütün hayatında şayan-ı hayret bir ulûvv-i himmet ve sekinet ve iffet ve mahviyet [alçakgönüllülük] içinde yaşamış. Gına-yı kalbi, tevekkül ve kanaatı harikulâde, maişet [geçim] ve kıyafeti, pek sade ve mekârim-i ahlâkı, [ahlâkın en güzel ve üstün olanı] pek fevkalâde, dünyaya zerre kadar meyil [arzu, istek] ve muhabbet etmez…

Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi [ilmin izzeti] hayatta muhafaza etmiş ki; asla kimseye arz-ı iftikar etmemek, hayatının en mühim bir düsturu [kâide, kural] olmuştur. Dünya kendilerine teveccüh [ilgi] etmişse de, ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız, emr-i maaşta Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] iffet ve nezahetini daima muhafaza eder; sadaka, zekât ve hediyeleri almaz. Yakinen biliyoruz ki, Kastamonu’da bulundukları zaman, oturdukları evin îcarını vermek için yorganını sattılar da, yine hiçbir suretle hediye kabul etmediler.

Hem Üstadımız, tekellüf [külfet, zahmet] ve taazzumdan asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf [külfet, zahmet] kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, [külfet, zahmet] şer’an ve hikmeten fenadır, çünkü tekellüf [külfet, zahmet] sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevk eder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane [bencil] bir tezahür ve tefâhur [iftihar etme, övünme] tavrı ve muvakkat [geçici] soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler.”

Hem Üstadımız, gayet mütevazidir. [alçakgönüllü] Tefevvuk [üstün gelme] ve temeyyüz [benzerlerinden farklı ve üstün olmak] dâiyelerinden, şöhret sevdalarından ziyadesiyle sakınırlar. Kendilerine mahsus sâfi meşrebi, [hareket tarzı, metod] o

401

gibi can sıkacak şeylerden âlîdir. [yüce] Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane [kardeşlik] bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. Mübarek yüzlerinde, mehâbet ve beşâşetle karışık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar[eserler/asırlar] üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar. Fakat bazan tecelliyatın mukteza[bir şeyin gereği] olarak mehâbet ve celâl nazarı o derece tezahür eder ki, artık o zaman yanında bulunup da söz söylemek isteyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek istediği anlaşılmaz. Bu âcizler, çok defa bu hali müşahede ettik.

Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat, söylediğini veciz söyler, herhalde düstur-u hikmet [hikmet prensibi] olarak pek mânidar ve pek şümul[kapsam] birer câmiü’l-kelimdirler.

Üstadımız, ne kimseyi zemmeder [ayıplama, kötüleme] ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hatâları setrederler. [örtme] Hem o kadar hüsn-ü zanna [güzel düşünce] mâlikdir ki, hattâ kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene, “Hâşâ! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez” buyururlar.

Üstadımızın nefisle mücahedede [Allah yolunda cihad etme] bir rüsuh [kökleşme, sağlamlaşma] ve ihtisası vardır ki, asla huzûzat-ı [Allah’ın büyüklüğünü düşünerek boyun eğme] nefsaniyelerine hizmet etmezler. Bir insana kâfi [yeterli] gelmeyecek kadar az yerler ve az uyurlar. Gecelerde, sabaha kadar câlib-i dikkat bir hal-i hâşiâne ile ubudiyette [Allah’a kulluk] bulunurlar. Yaz ve kış bu âdetleri tahallüf [aykırı olma] etmez. Teheccüd [gece sabah vaktinden önce kılınan namaz] ve münâcat [dua, yakarış] ve evradlarını [okunması âdet olan dualar] asla terk etmezler. Hattâ bir Ramazan-ı Şerifte pek şiddetli hastalıkta, altı gün birşey yemeden savm[oruç] visal [kavuşma] içinde ubudiyetteki [Allah’a kulluk] mücahedelerini [Allah yolunda cihad etme] terk etmediler. Komşuları her zaman derler ki: “Biz, sizin Üstadınızın sekiz sene yaz ve kış geceleri, aynı vakitlerde sabaha kadar hazin ve muhrik sadasiyle münâcat [dua, yakarış] seslerini dinler ve böyle fasılasız devamlı mücahedesine [Allah yolunda cihad etme] hayretler içinde kalırdık.”

402

Hem Üstadımız, taharet [temizlik] ve nezafet-i [temizlik] şer’iyeye son derece riayet eder, her zaman abdestli olarak bulunur, asla mübarek vaktini boş geçirmez. Ya Risale-i Nur telifiyle [kaleme alma] veya tashihiyle meşgul veya Münâcât-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegâh-ı ubudiyete kaim [ayakta duran] veya tefekkür-ü âlâ-i İlâhî bahrine müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] bulunurdu. Ekseriyetle, yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı. Üstadımızla oraya giderdik. Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler ve tashih için hatâlarını söylerler veyahut eski müellefatından birisinden ders verirler, bu suretle yolda bile mübarek vaktini vazife ile geçirirlerdi. Evet biz itiraf ediyoruz ki, Üstadımızın nutkundaki [konuşma] letâfet [hoşluk, gözellik] ve ülfetindeki halâvet [tatlılık] o derece feyiz bahşederdi ki; insan, sabahtan akşama kadar o vaziyette ders alsa, yol yürüse, asla sıkılmak ihtimali yoktu.

Hem Üstadımız, Risale-i Nur hizmetini herşeye tercih ederler ve buyururlardı ki: “Yirmi senedir Kur’ân-ı Hakim‘den [her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] ve Risale-i Nur’dan başka bir kitabı ne mütalaa etmişim ve ne de yanımda bulundurmuşum; Risale-i Nur kâfi [yeterli] geliyor.” Evet, Feyyaz-ı Mutlak tarafından bütün hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] kalb-i münevverine ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve ilka[bırakma, kalbe bırakılma] küllî ile ifaza [feyizlendirme] olunur da Kur’ân-ı Mucizi’l-Beyândan başka neye muhtaç olur? Bundan şüphesi olanlar, Risale-i Nur’a dikkat etsinler. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Üstadımıza, Risale-i Nur’un telifinde [kaleme alma] öyle bir iktidar-ı bedi ihsan [bağış] etmiştir ki, bu herkese nasip olacak hasletlerden [huy, karakter] değildir. O harika Nur Risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] herbiri, gurbette, hastalık içinde, dağda, bağda, kâtipsiz, tahammülü müşkül [zorluk] gayet ağır şerait dahilinde, zahiri nice müşkilâtlarla [zor] meydana gelmiş ve mü’minlerin imdadına yetişmiştir. Fakat, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükrolsun ki, inayet-i İlâhiye, [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] harika bir tarzda Üstadımıza fevkalâde muvaffakıyet ihsan [bağış] etmiştir. İşte bu sırdandır ki Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ona kâinatı bir kitab-ı semavî ve arzı bir sahife gibi keşf

403

ve şuhudla [görme] bihakkılyakin okuyacak bir iktidar vermiş; mahz-ı inayetle böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir esere sahip kılmıştır.

Evet, âyât-ı teşriiyeyi hâvi [içeren, içine alan] Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hakaik [doğru gerçekler] ve maarifini [bilgiler] ve âyât-ı kevniyeyi şâmil [içine alan] kitab-ı kebir-i kâinatın [büyük kâinat kitabı] vezâif [görevler] ve meânisini beyan edip, mârifetullahın [Allah’ı tanıma, bilme] en yüksek derecatına, [dereceler] urûca nev-i beşeri teşvik eden ve bugünkü günde, ölmeye yüz tutan kalbleri bile izn-i ilâhî ile ihtizaza getirecek kadar harika bir eser-i bedîa, bir sereyan-ı serîa olan Risale-i Nur ile neşr-i hakaik [hakkı ve doğruyu yayma] eden bu vücud-u mes’ud ile beşeriyet iftihar etmek lâzım gelirken; çok gariptir ki, ehl-i şekavet tarafından zehir verilmeye cesaret ve taş attırılmaya bile cür’et ediliyor.

Evet اَشَدُّ الْبَلاَءِ عَلَى اْلاَنْبِيَاءِ ثُمَّ اْلاَوْلِيَۤاءِ 1 sırrıyla, enbiyanın [nebiler, peygamberler] vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olanların türlü türlü belâlara uğramaları, hikmet-i İlâhiye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] iktizasından [bir şeyin gereği] olmasıyla, o zümre-i mübareke gibi, Üstadımız dahi nice belâlara hedef olmuştur. Hattâ Kastamonu’ya ilk teşrif [şeref verme] ettikleri zaman çocuklar, bir bedbaht şaki tarafından teşvik edilip, abdest almak için çeşmeye çıktıkları vakit taş atmışlar. Fakat Üstadımız daima gördüğü eza ve cefalara ulü’l-azmane sabır ve tahammül eder. Hem safâ-i [gönül hoşnutluğu] sadre ve selâmet-i kalbe [kalp huzuru, rahatlığı] mâlik olduklarından, o çocuklara dahi hiddet etmeyip buyururlardı ki: “Bunlar, Sûre-i Yâsin’den mühim bir âyetin nüktesini [derin anlamlı söz] keşfime sebep oldular” diye onlara dua ederlerdi. Sonra bu çocuklar, Üstadımızın duaları bereketiyle şâyân-ı hayret bir hal kesbettiler [elde etme, kazanma] ki; Üstadımızı uzak-yakın nerede görürlerse, koşarak yanına gelirler, mübarek elini öperler, duasını alırlardı.

Hem Üstadımızın harika hâlâtı [durumlar, haller] ve şâyân-ı hayret garaib-i ahvali, başta Risale-i Nur

404

olarak pek çoktur. Evet, biz itiraf ediyoruz ki, Üstadımız bizim hâtırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, çok defa haberimiz olmadığı bir meseleden bizleri şiddetli telâşla ikaz ederler, bizi hayrette bırakırlar. Fakat günler geçtikten sonra aynen Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi.

Üstadımızla dağa gittiğimiz zaman, daha şehre dönme zamanı gelmeden, birden Üstadımız kalkarlar, bize de emrederlerdi. Hikmetini sormak istediğimizde: “Acele gidelim, Risale-i Nur hizmeti için bizi bekliyorlar.” Hakikaten, şehre avdetimizde, [geri dönme] mutlaka mühim bir Risale-i Nur şakirdi [talebe, öğrenci] bizi bekliyor bulur veya birkaç defa gelip gittiğini komşular haber verirlerdi.

Yine birgün, Mevlânâ Hâlid (k.s.) Hazretlerinin Küçük Âşık namında bir talebesinin neslinden mübarek bir hanım,Haşiye yanında çok senelerden beri muhafaza ettiği Mevlânâ Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifte teberrüken [bereket vesilesi olarak] Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükretmeye başlar. Feyzi’nin hatırına: “Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi, Üstadım neden sahip çıkıyor?” diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi’ye der ki: “Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun” der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki [anlama, kabul etme] etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım. Çünkü Hadis-i sahihte: [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri]

اِنَّ اللهَ لَيَبْعَثُ لِهٰذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا * 1

buyurulmuş. Mevlânâ Hazretlerinin velâdeti [doğum] 1193, Üstadımız Hazretlerinin ise 1293’tür. Bu hadisin tam izahı Risale-i Gavsiye’de vardır.

Üstadımız, arasıra bizlere hususan Feyzi’ye, lâtife [güzel ve ince mânâ] tarzında buyururlardı ki: “Cezanız var, tokat yiyeceksiniz, hapse gireceksiniz…” diye Denizli hapsimizi bize remzen [ince işaret] haber verip, hem bizi ikaz, hem kablelvuku bir mühim hadiseyi

405

keşfen beyan ediyorlardı. Hakikaten çok geçmedi, Üstadımızın dediği çıktı.

Yine Denizli hapsi hadisesinden evvel buyurdular ki: “Kardeşlerim, çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım. Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene, herhalde ya vefat edeceğim veya başka yere nakledeceğim” diye Kastamonu’dan teşrifini haber veriyorlardı.

Hem Denizli hapsi musibetinden evvel Üstadımız buyururlardı ki: “Kardeşlerim, Risale-i Nur’a birkaç cihette hücum hissediyorum, ziyade ihtiyat [dikkat, tedbir] ediniz.” Hakikaten çok geçmedi, İstanbul’da bir ihtiyar hoca, bilmeyerek, bir Risalenin bir meselesine itiraz ediyor. Sonra eski fetva emini merhum Ali Rıza Efendi Hazretleri, o hocanın itirazını red ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini tam tasdik ediyor…

Bir müddet sonra, bir hayvan ürküp, Üstadımızın bacağını incitiyor. Aylarca, ıztıraplar içinde, vazife-i ubudiyetini [kulluk görevi] ve Risale-i Nur’un hizmet-i kudsiyesini [kutsal hizmet] çok müşkülâtla ifa edebildi. Sonra dağda müthiş bir zehirlenmeden mütevellid gayet ağır surette hasta iken, Denizli hapsi tevkifi meydana çıktı. Fakat o ferd-i ferîd, [eşi-benzeri olmayan kişi] tahammülü pek müşkül [zorluk] bu dehşetli halde, hem hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyedeki azm-i metînini, hem ubudiyetteki [Allah’a kulluk] vezâifi [görevler] ifaya son derece gayret edip asla fütur [usanç] getirmeden ulü’l-azmâne bir sabır ile sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ediyordu.

Yine, Üstadımız tevkifimizden evvel mükerreren [defalarca] buyururlardı ki: “Ehl-i dünya, [dünyada yaşayanlar] Risale-i Nur’a ilişmesinler, ilişirlerse, âfetlerin hücumuna sebep olurlar.” Hakikaten herkesçe malûmdur ki, Risale-i Nur şakirtleri [öğrenci] tevkif edilir edilmez her tarafta âfetler, zelzeleler, hastalıklar başlardı; tâ Risale-i Nur’un hakkaniyeti tasdik olunup vatana faideli olduğu itiraf edilinceye kadar çok yerlerde, ezcümle Kastamonu’da zelzele devam etti. Hattâ Kastamonu’nun tarihî yüksek ka’lası—ki bazı risalelerin medresesi hükmüne geçti—Risale-i Nur’a ve müellifi olan Üstadımıza iştiyak [arzu, istek] ve hasretinden matem tutup, en sağlam köklü taşlarını aşağı atarak, Üstadımızın ihbar-ı gaybîsini [bilinmeyen şeyler hakkında haber verme] maddeten tasdik etmiştir.

406

Üstadımız tevkifimizden mukaddem [evvel, önce] buyururlardı ki: “Risale-i Nur’a müthiş bir hücum plânı var, fakat merak etmeyiniz. Müjde, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdadımıza yetişecek. Şöyle ki:

“Bugün, okumak için Hizb-i Âzam-ı Nuri’yi açmıştım, birden karşıma:

وَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ * 1

âyeti çıktı. Mânen, ‘Bana bak!’ dedi. Ben de baktım, gördüm ki; mânâsının çok tabakalarından hususan mânâ-yı işarîsiyle [bir sözün dolaylı olarak ifade ettiği anlam] ve cifrîsiyle hem hapis musibetine, hem necatımıza [kurtuluş] işaret ve bize beşaret [müjde] ediyor” buyurdular. İşte Denizli mahkemesi, beraat kararı vermezden dokuz ay evvel, bilâ-tereddüt [tereddütsüz] bu âyetin definesinden aldığı cevheri izhar [açığa çıkarma, gösterme] edip, hem bu âyet-i kerimenin mühim nükte-i i’cazını keşf, hem de bu kuvve-i mâneviyeye [mânevî güç] muhtaç zayıf talebelerini tebşir [müjdeleme] etmekle bizleri mesrur [mutlu] eylemişlerdir. Bu âyetin tam izahı, Denizli müdafaasında ve lâhikasındadır.”

Nüsha-i nâdire-i zaman olan Üstadımız, gayet şecî ve metin [sağlam] ve ulü’l-azmâne bir cesaret-i fevkalâdeye mâlik bir lisanü’l-haktır ki, hak yolunda söz söylemekten çekinmez ve levm-i lâimden korkmazlar. Birgün, “Bismillâh” yazılı kabir taşlarını lâğımlar üzerine konurken görürler. Orada, dünyaca mühim zatlar hazır oldukları halde, kimsenin söyleyemediği gayet acı sözlerle o haksız işe ve daha başka haksız işlere de sedd-i sedid olmuşlardır.

Hem memleketimizde herkim Üstadımızı rencide etmeye cesaret etmişse, Risale-i Nur’a zarar getirmişse, mutlaka sû-i âkıbete uğramışlardır. Bazıları dehalet [sığınma] edip akılları başlarına gelmiş ise de, bazıları da cezalarını çekmişlerdir. Bu vak’aların bazıları Lâhikada yazılmıştır.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Mübarek Üstadımızın evsaf-ı kemalini ve mehâsin-i ahvalini bizim

407

gibi âcizlerin bihakkın [gerçek anlamıyla] tasvir ve tarif edebilmesine imkân yoktur. Hâlık-ı Zülcelâl [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] ve’l-cemal Hazretleri, Üstadımızı, bir vücud-u müstesna olarak yaratmış ve tevfik[başarı] İlâhîsine mazhar [erişme, nail olma] kılmıştır. Ne saadet ona ki onun bizzat iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettiği ve ehemmiyetle teşvik ve tavsiye ettiği Risale-i Nur ile hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyede buluna ve Risale-i Nur’dan dersini almış ola…

Üstadımız, memlekette bulundukça, fâsılasız neşr-i hakaik [hakkı ve doğruyu yayma] eylemiş ve bizim saadetimiz için feyiz bahşeden mübarek nefesini sarf etmiştir. Cenab-ı Erhamürrâhimin’den bütün ruh u canımızla niyaz ederiz ki: Mahşer gününde dahi bizleri: اَلسَّعِيدُ سَعِيدٌ فِى بَطْنِ اُمِّهِ 1 hadis-i şerifine mazhar [erişme, nail olma] olan Üstadımız define-i ulûm ve fünûn, [bilim dalları] bedîü’l-beyan allâme-i Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile birlikte haşretsin. [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] Tâ ki, o korkulu günde nurlu, müşfik, mübarek eliyle elimizi tutsun, huzur-u Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma bizi götürsün, inşaallah!.. [Allah dilerse]

Risale-i Nur şakirtlerinden [öğrenci]

 Feyzi, Emin

ba

408

 Âyetü’l-Kübra hakkında birkaç söz

Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu’da iken, Âyetü’l-Kübra namıyla, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] varlığını, birliğini, kâinattaki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] lisanlarıyla ispat eden muazzam bir risale yazmıştır.

Bu risale için Üstadımız, “Şimdiki dehşetli tahribata karşı bir hakikat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçeği] ve bir sedd-i âzamdır” demiştir.

Kalbe geldiği gibi acele olarak yazdırılmış, birinci müsvedde ile iktifa [yetinme] edilmiştir. Üstad, “Yazdığım vakit irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedim” buyurmuştur.

Bu risale, ilk defa gizli olarak tab [basma] edilmesinden dolayı, Üstad ve talebelerinin hapsine sebep olmuşsa da bilâhare Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri, iki senelik tetkikatlarından sonra beraatlerine ve risalenin iadesine ittifakla karar vermişlerdir.

İmam-ı Ali (r.a.) gayb-âşina nazarıyla bu risaleyi görmüş, “Kaside-i Celcelutiye”sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] işaret edip وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ 1 fıkrasıyla [bölüm] onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.

Bu Âyetü’l-Kübra’nın tetkiki neticesinde Üstad ve talebelerinin beraatle hapisten kurtulmaları, İmam-ı Ali’nin (r.a.) bu duasının kabulünü ispat etmiştir.

Bu asırdaki dalalet [hak yoldan sapkınlık, inançsızlık] cereyanları, Müslümanların imanlarında şiddetli bir tahribat yapmak teşebbüsüne karşı, bu hakikat-ı Kur’âniyenin, [Kur’ân’ın gerçeği] bir sedd-i âzam olarak makam münasebetiyle buraya dercedilmesini [yerleştirme] Hz. Üstadımız muvafık gördüler…

ba

409

Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ]

 (Kâinattan Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] soran bir seyyahın müşahedatıdır.) [gözlem yapmalar]

Tevhid hakkında iki makamdan ibaret Yedinci Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinin ikinci makamının bir kısmıdır.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

 تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَىْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا * 1

Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] bu kâinat Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalâa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvâtı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.

Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne [cömertlik] bir ziyafetgâh ve gayet san’atkârane [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir teşhirgâh [sergi yeri] ve gayet haşmetkârâne bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârâne [hayret ederek] ve şevk-engizâne bir seyrangâh [gezi ve seyir yeri] ve temâşâgâh ve gayet mânidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] müellifini [telif eden, kitap yazan] ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzü görünür. “Bana bak, aradığını sana bildireceğim” der. O da bakar, görür ki:

410

Bir kısmı arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüz binler ecram-ı semâviyeyi direksiz, düşürmeden durduran ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk ve beraber gezdiren ve yağsız, söndürmeden mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden ve güneş ve kamerin [ay] vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları [varlıklar] vazifelerle çalıştıran ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat [yaratılış mührü] ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden ve o pek büyük mütecaviz [aşkın] kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevrayla gezdiren ve arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] ve o rububiyet faaliyeti içinde görünen teshir, [boyun eğdirme] tedbir, tedvir, [çekip çevirme] tanzim, tanzif, [temizleme] tavziften [görevlendirme] mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir hakikat, bu azameti ve ihata[herşeyi kuşatma] ile o semâvât Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve mevcudiyeti, semâvâtın mevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] şehadet eder mânâsıyla Birinci Makamın Birinci Basamağında

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلسَّمَاوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اَلتَّسْخِيرِ، وَالتَّدْبِيرِ، وَالتَّدْوِيرِ، وَالتَّنْظِيمِ، وَالتَّنْظِيفِ، وَالتَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ * 1

denilmiştir.

411

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i sema denilen ve mahşer-i acâip olan feza, [uzay] gürültüyle konuşarak bağırıyor: “Bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” der. O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar; müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki:

Zemin ile âsumân [gökyüzü] ortasında muallâkta [yüce] durdurulan bulut, gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat [hayat suyu] getirir ve harareti, (yani yaşamak ateşinin şiddetini) tâdil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahate çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra, “Yağmur başına arş![haydi!] emrini aldığı anda, bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur.

Sonra o yolcu, cevvdeki rüzgâra bakar, görür ki:

Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde] istihdam [çalıştırma] olunur ki, güya o câmid [cansız] havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu Kâinat Sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmayarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyetle, zeminin bütün nüfuslarına [nefisler] nefes vermek ve hayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın [bitki] telkîhine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî [görünmeyen el] tarafından gayet şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] ve alîmâne ve hayatperverâne istihdam [çalıştırma] olunuyor.

Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O lâtif [berrak, şirin, hoş] ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten [Allah’ın rahmet hazinesi] gönderilen katrelerde [damla] o kadar Rahmânî hediyeler ve vazifeler var ki, güya “rahmet tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] ederek katreler [damla] sûretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor” mânâsında olduğundan, yağmura “rahmet” namı verilmiştir.

412

Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı [gök gürültüsü] (gök gürültüsü) dinler, görür ki, pek acip ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.

Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki:

“Atılmış pamuk gibi bu câmid, [cansız] şuursuz bulut elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez. Belki gayet kadîr ve rahîm bir Kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten [âni, birden bire] meydana çıkar, iş başına geçer. Ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanın fermanıyla ve kuvvetiyle vakit be vakit cevv [atmosfer, yer ile gök arası] âlemini doldurup boşaltır ve mütemadiyen hikmetle yazar ve paydos ile bozar tahtasına ve mahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir. Ve gayet lütufkâr ve ihsanperver [bağış] ve gayet keremkâr [lûtfeden, bağışlayan] ve rubûbiyetperver [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] bir Hâkim-i Müdebbirin tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, gözyaşlarıyla onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir ve sünger gibi bahçelerine su serper ve zemin yüzünü yıkar, temizler.”

Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: “Bu câmid, [cansız] hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, [karışık, gürültülü] sebatsız, [değişken] hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhirî sûretiyle vücuda gelen yüz binler hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ve san’atkârâne [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] işler ve ihsanlar [bağış] ve imdatlar bilbedahe [açıkça] ispat eder ki, bu çalışkan rüzgârın ve bu cevval [sürekli haraket halinde olan] hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok; belki gayet kadîr ve alîm ve gayet hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o Âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer [asker] gibi, hava içinde cereyan eden herbir emr-i Rabbânîyi [Allah’ın emri] dinler, itaat eder ki, bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın [bitki] telkihine [aşılama] ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve

413

ateşsiz sefinelerin [gemi] seyr ü seyahatine [hareket etme ve gezme] ve bilhassa seslerin ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza [oksijen] (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli [benzer] iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] san’atlarda kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ile bir dest-i hikmet [hikmet eli] tarafından çalıştırılıyor görüyorum.

Demek, وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ 1 âyetinin tasrihiyle, [açık şekilde bildirme] rüzgârın tasrifiyle hadsiz Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] hizmetlerde istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve bulutların teshiriyle, [boyun eğdirme] hadsiz Rahmânî işlerde istihdam [çalıştırma] ve havayı o surette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve Kàdir-i Külli Şey [sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah] ve Âlim-i Külli [her çeşit ilimde ileri bilgi sahibi olan] Şey bir Rabb-i Zülcelâl-i [sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah] ve’l-İkramdır” der, hükmeder.

Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri [damla] adedince Rahmânî cilveler ve reşhaları [sızıntı] miktarınca hikmetler içinde bulunuyor. Hem o şirin ve lâtif [berrak, şirin, hoş] ve mübarek katreler [damla] o kadar muntazam ve güzel halk ediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan [ölçü] ve intizamla gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalarla çalkanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar, onların muvazene [karşılaştırma/denge] ve intizamlarını bozmuyor; katreleri [damla] birbirine çarpıp, birleştirip zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] işlerde ve bilhassa zîhayatta [canlı] çalıştırılan basit ve câmid [cansız] ve şuursuz müvellidülmâ [hidrojen] ve müvellidülhumuza [oksijen] (hidrojen-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküp [birleşme] eden bu su, yüz binlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam [çalıştırma] ediliyor. Demek bu tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş ayn-ı rahmet [rahmetin tâ kendisi] olan yağmur, ancak bir Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] hazine-i gaybiye-i [gayb hazinesi] rahmetinde yapılıyor ve nüzulüyle

414

وَهُوَ الَّذِي يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ 1

âyetini maddeten tefsir ediyor.

Sonra “ra’d“ı [gök gürültüsü] dinler ve “berk”e (şimşeğe) bakar, görür ki: Bu iki hadise-i acîbe-i cevviye tam tamına

وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ 2 ve يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ * 3

âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

Evet, hiçten, birden harika bir gürültüyle cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nar ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamukmisâl ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli [gariplik, hayret vericilik] vaziyetlerle baş aşağı gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor, “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın hârika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm [herşeyi hikmetle yaratan ve herşeyi idare eden Allah] tarafından istihdam [çalıştırma] olunuyorlar” diye ihtar ediyorlar.

İşte bu meraklı yolcu, bu “cevv”de, bulutu teshirden, [boyun eğdirme] rüzgârı tasriften, yağmuru tenzilden [indirme] ve hâdisât-ı cevviyeyi tedbirden terekküp [birleşme] eden bir hakikatın yüksek ve âşikâr şehadetini işitir, “Âmentü billâh” der.

Birinci Makamın İkinci Mertebesinde

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ، وَالتَّصْرِيفِ، وَالتَّنْزِيلِ، وَالتَّدْبِيرِ، الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ. * 4

415

fıkrası, [bölüm] bu yolcunun cevve dair mezkûr [adı geçen] müşahedatını [gözlem yapmalar] ifade eder.ihtar

Sonra, o seyahat-i fikriyeye alışan o mütefekkir [düşünen] misafire, küre-i arz [yer küre, dünya] lisan-ı hâliyle [hal dili] diyor ki: “Gökte, fezada, [uzay] havada ne geziyorsun? Gel, ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.” O da bakar, görür ki:

Arz, meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] bir Mevlevî gibi iki hareketiyle günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne [meydana gelme] medar [kaynak, dayanak] olan bir daireyi, haşr-i âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın [canlı] yüz bin envâı[tür] bütün erzak ve levazımatlarıyla [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] içine alıp feza [uzay] denizinde kemâl-i muvazene [tam bir denge] ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında seyahat eden muhteşem ve musahhar [boyun eğdirilmiş] bir sefine-i Rabbâniyedir. [Allah’ın gemisi, dünya]

Sonra sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtıyla arzın Rabbini tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız birtek sahife olan zîhayatın [canlı] bahar faslında icad ve idaresine bakar, müşahede eder ki:

Yüz bin envaın hadsiz efradlarının [bireyler] suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] terbiye ediliyor ve gayet mu’cizâne bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor ve gayet müdebbirâne [herşeyi idare ederek] idare olunuyor ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am [doyurma, yedirip besleme] ediliyor ve gayet rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ve rezzâkâne [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli [benzer] ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden,

416

çekirdeklerden, su katrelerinden [damla] yetiştiriliyor. Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] yüz bin nevi et’ime [yiyecekler] ve levazımat, [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] kemâl-i intizam [tam ve mükemmel düzen] ile yüklenip zîhayata [canlı] gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedahe [açıkça] bir Rahmân-ı Rahîmin [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] gayet müşfikane ve mürebbiyâne [eğiterek] bir cilve-i rahmeti [İlâhî rahmetin yansıması] ve ihsanı [bağış] olduğunu ispat eder.

Elhasıl; [kısaca, özetle] bu sahife-i hayatiye-i [hayat sayfası] bahariye haşr-i âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] yüz bin nümunelerini ve misallerini göstermekle,

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu âyet dahi, bu sahifenin mânâlarını mu’cizâne ifade eder. Ve arzın, bütün sahifeleriyle, arzın büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde Lâ ilâhe illâ hû dediğini anladı.

İşte, küre-i arzın [yer küre, dünya] yirmiden ziyade büyük sahifelerinden birtek sahifenin yirmi vechinden [cihet, yön, taraf] birtek vechinin [cihet, yön, taraf] muhtasar [kısa] şehadetiyle, o yolcunun sâir vecihlerin [yön] sahifelerindeki müşahedatı [gözlem yapmalar] mânâsında olarak ve o müşahedatları [gözlem yapmalar] ifade için, Birinci Makamın Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiş:

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اْلاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: التَّسْخِيرِ، وَالتَّدْبِيرِ، وَالتَّرْبِيَةِ، وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ، لِجَمِيعِ ذَوِى الْحَيَاةِ، وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ * 2

417

Sonra, o mütefekkir [düşünen] yolcu her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan imanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın [ilerleme] miftahı [anahtar] olan mârifeti [Allah’ı tanıma, bilme] ziyadeleşip ve bütün kemâlâtın [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] esası ve madeni olan iman-ı billâh [Allah’a iman] hakikatı bir derece daha inkişaf [açığa çıkma] edip mânevî çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; “semâ,” “cevv” ve “arz”ın mükemmel ve kat’î derslerini dinlediği halde, “Hel min mezîd” deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne [kendinden geçmiş bir şekilde] cûş u huruşla [neşe ve âhenk] zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hâl [hal dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile “Bize de bak, bizi de oku” derler. O da bakar, görür ki:

Hayattârâne mütemâdiyen [aralıksız, devamlı] çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sür’atli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.

Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki: Gayet güzel ve ziynetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevellüdat [doğma] ve vefiyatları [vefatlar, ölümler] o kadar muntazamdır; basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tayinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe [açıkça] bir Kadîr-i Zülcelâlin, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] bir Rahîm-i Zülcemâlin [güzelliği ve rahmeti sınırsız olan Allah] idare ve iaşesiyle olduğunu ispat eder.

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat [gelirler] ve sarfiyatları o kadar hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve rahîmânedir; [şefkatle, merhametli bir şekilde] bilbedahe [açıkça] ispat eder ki, bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar, büyük nehirler, bir Rahmân-ı Zülcelâli ve’l-İkramın hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar [biriktirme, depolama] ve sarf ediliyorlar ki, “Dört nehir Cennetten geliyorlar” diye rivâyet edilmiş. Yani, zâhirî esbabın pek fevkinde [üstünde] olduklarından, mânevî bir cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî tükenmez bir menbaın [kaynak] feyzinden akıyorlar demektir. Meselâ, Mısır’ın kumistanını [kumluk, çöl] bir cennete çeviren Nil-i mübarek, cenup [güney] tarafından,  

418

“Cebel-i Kamer” denilen bir dağdan, mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan daha büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer ve mahzen, [depo] altı kısımdan bir kısım olmaz. Varidatı [gelirler] ise, o mıntıka-i hârrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene [depo] az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, o Nil-i mübarek âdet-i arziye fevkinde [üstünde] bir gaybî cennetten çıkıyor diye rivayeti gayet manidar ve güzel bir hakikati ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlerinin ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu bil’icmâ [hep birlikte] denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle Lâ ilâhe illâ Hû der ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince şahitler gösterir diye anladı. Ve denizlerin ve nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânâsında, Birinci Makamın Dördüncü Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: جَمِيعُ الْبِحَارِ، وَاْلاَنْهَارِ، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: التَّسْخِيرِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ الْوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ * 1

denilmiş.

Sonra, dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar “Sahifelerimizi de oku” diyorlar. O da bakar, görür ki: Dağların küllî vazifeleri ve umumî hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır. Meselâ, dağların zeminden emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et [doğma] eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalarıyla teskin ederek, zemin o dağların fışkırmasıyla ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] istirahatlerini bozmuyor. Demek, nasıl ki sefineleri [gemi] sarsıntıdan vikaye [koruma] ve muvazenelerini [karşılaştırma/denge] muhafaza için onların direkleri üstünde kurulmuş;

419

öyle de, dağlar, zemin sefinesine [gemi] bu mânâda hazineli direkler olduklarını, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim]

وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا 1* وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ 2* وَالْجِبَالَ أَرْسٰيهَا * 3

gibi çok âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ dağların içinde zîhayata [canlı] lâzım olan her nevi menbalar, sular, madenler, maddeler, ilâçlar o kadar hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] ve müdebbirâne [herşeyi idare ederek] ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde] ve ihtiyatkârâne [dikkat, tedbir] iddihar [biriktirme, depolama] ve ihzar [hazırlama] ve istif [yığma, biriktirme] edilmiş ki, bilbedahe, [açıkça] kudreti nihayetsiz bir Kadîrin ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîmın hazineleri ve ambarları ve hizmetkârları olduklarını ispat ederler diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî [dikkat, tedbir] iddiharlar [biriktirme, depolama] cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri Lâ ilâhe illâ Hû tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında [kalıcı olma, sabit kalma] ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür, “Âmentü Billâh” der.

İşte bu mânâyı ifade için, Birinci Makamın Beşinci Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ: جَمِيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارٰى، بِجَمِيعِ مَا فِيهَا، وَمَا عَلَيْهَا، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اْلاِدِّخَارِ وَاْلاِدَارَةِ وَنَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ وَاْلاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ الْوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ * 4

denilmiş.

420

Sonra, o yolcu dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar [ağaçlar] ve nebatat [bitkiler] âleminin kapısı fikrine açıldı. Onu içeriye çağırdılar, “Gel, dairemizde de gez, yazılarımızı da oku” dediler. O da girdi, gördü ki, gayet muhteşem ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir [zikir halkası] ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar [ağaçlar] ve nebatatın [bitki] envâları, bil’icmâ, [hep birlikte] beraber; Lâ ilâhe illâllâ Hû diyorlar gibi lisan-ı hallerinden [beden dili] anladı. Çünkü bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; [bitki] mîzanlı [ölçülü] ve fesahatli [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâğatli [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] meyvelerinin kelimeleriyle beraber, müsebbihâne [tesbih eden] şehadet getirdiklerine ve Lâ ilâhe illâ Hû dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikati gördü.

Birincisi: Pek zâhir bir surette kastî bir in’âm [nimet verme] ve ikram ve ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] bir ihsan [bağış] ve imtinan mânâsı ve hakikati herbirisinde hissedildiği gibi, mecmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İkincisi: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] olmayan kastî ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] bir tezyin [süsleme] ve tasvir mânâsı ve hakikati, o hadsiz envâ [tür] ve efratta [fertler] gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] eserleri ve nakışları [işleme] olduklarını gösterir.

Üçüncüsü: O hadsiz masnuatın [san’at eseri] yüz bin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, [ölçü] ziynetli olarak, mahdut [sınırlanmış] ve mâdud [addedilen, sayılan] ve birbirinin misli [benzer] ve basit ve câmid [cansız] ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o iki yüz bin nevilerin farikalı [farklı, ayrı] ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, [dengeli, ölçülü] hayattar, hikmetli, yanlışsız, hatâsız bir vaziyette umum efradının [bireyler]

421

sûretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattir ki, güneşten daha parlaktır ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] sayısınca o hakikatı ispat eden şahitler var diye bildi. “Elhamdü lillâhi alâ nimeti’l-îman” dedi.

İşte bu mezkûr [adı geçen] hakikatleri ve şehadetleri ifade mânâsıyla, Birinci Makamın Altıncı Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ جَمِيعِ أَنْوَاعِ اْلاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَاتِ: بِكَلِمَاتِ أَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: اْلاِنْعَامِ، وَاْلاِكْرَامِ، وَاْلاِحْسَانِ، بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ. وَحَقِيقَةِ: اَلتَّمْيِيزِ، وَالتَّزْيِينِ، وَالتَّصْوِيرِ، بِاِرَادَةٍ وَحِكْمَةٍ، مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ * 1

denilmiş.

Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki [ilerleme] ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken, hayvanat ve tuyûr [kuşlar] âleminin kapısı, hakikat-bîn [hakikatı gören] olan aklına ve marifet-âşinâ [Allah’ı bilme ve tanıma] olan fikrine açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar, “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki:

Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevileri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ve lisan-ı halleriyle [beden dili] Lâ ilâhe illâ Hû deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; herbiri bizzat birer  

422

kaside-i Rabbânî, [herşeyin Rabbi olan Allah’ı öven şiir] birer kelime-i Sübhânî ve mânidar birer harf-i Rahmânî hükmünde Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tavsif [bir sıfatla niteleme] edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları [duygular, hisler] ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum [düzenli] ve mevzun [ölçülü] kelimelerdir ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] ve Rezzaklarına [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] şükür ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatleri müşahede etti.

Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan, hiçten hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] icad ve san’atperverâne ibdâ [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihyâ [diriltme, hayat verme] etmek hakikatidir ki, zîruhlar [ruh sahibi] adedince şahitleri bulunan bir burhan-ı bâhir [açık delil] olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve sıfât-ı seb’asına [yedi sıfat] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eder.

İkincisi: O hadsiz masnular birbirinden simaca farikalı [farklı, ayrı] ve şekilce ziynetli ve miktarca mizan[ölçü] ve suretçe [şekilce] intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kàdir-i Külli Şey [sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah] ve Âlim-i Külli [her çeşit ilimde ileri bilgi sahibi olan] Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle harikaları ve hikmetleri gösteren ihata[herşeyi kuşatma] fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.

Üçüncüsü: Birbirinin misli [benzer] ve aynı veya az farklı ve birbirine benzeyen mahsur ve mahdut [sınırlanmış] yumurta ve yumurtacıklardan ve nutfe [memelilerin yaratıldığı su] denilen su katrelerinden [damla] o hadsiz hayvanların yüz binler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet  

423

mâhiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli [dengeli, ölçülü] ve hatasız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki, hayvanlar adedince senetler, deliller o hakikati tenvir [aydınlatma] eder.

İşte bu üç hakikatin ittifakıyla, hayvanların bütün envâı, [tür] beraber öyle bir Lâ ilâhe illâ Hû deyip şehadet getiriyorlar ki, güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde Lâ ilâhe illâ Hû diyerek semâvât ehline [göklerde yaşayan manevî varlıklar] işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makamın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr [adı geçen] hakikatleri ifade mânâsıyla,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ جَمِيعِ أَنَوَاعِ الْحَيَوَانَاتِ، وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا، وَقُوَاهَا وَحِسِّيَاتِهَا وَلَطَۤائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ اَجْهِزَتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَۤائِهَا وَآلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِيجَادِ وَالصُّنْعِ، وَاْلاِبْدَاعِ، بِاْلاِرَادَةِ، وَحَقِيقَةِ اَلتَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ، بِالْقَصْدِ. وَحَقِيقَةِ: التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ، بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَطْعِيَّةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُتَخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ غَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بَيْضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ * 1

denilmiştir.

Sonra o mütefekkir [düşünen] yolcu, marifet-i İlâhiyenin [Allah’ı bilme ve tanıma] hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvâkında [zevkler, lezzetler] ve envârında [nurlar] daha ileri gitmek için, insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar [nebiler, peygamberler] olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:

424

Nev-i beşerin en nuranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler bil’icma’ beraber Lâ ilâhe illâ Hû deyip zikrediyorlar ve parlak ve musaddak [doğrulanan] olan hadsiz mu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri hayvaniyet mertebesinden melekiyet [meleklik] derecesine çıkarmak için, onları iman-ı billâha [Allah’a iman] davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki:

Meşahir-i insaniyenin [insanların meşhurları] en yüksekleri ve namdarları [namlı, şan ve şöhret sahibi] olan o üstadların herbirisinin elinde Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] tarafından verilmiş nişane-i tasdik [doğrulayıcı nişan, alamet] olarak mu’cizeler bulunduğundan, herbirinin ihbarıyla beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüz bin ciddî ve doğru zâtların icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette, bu kadar muhbir-i sadıkların [doğru sözlü haber verici olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] hadsiz mu’cizeleriyle imza ve ispat ettikleri bir hakikati inkâr eden ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ne derece hadsiz bir hata, bir cinayet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azaba müstehak olduklarını anladı ve onları tasdik edip iman getirenler ne kadar haklı ve hakikatli olduklarını bildi; iman kudsiyetinin [kutsal, kusursuz ve yüce] büyük bir mertebesi daha ona göründü.

Evet, enbiya[nebiler, peygamberler] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu’cizatlarından ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] gelen semâvî pek çok tokatlarından ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemâlâtlarından [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve hakikatli talimatlarından ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i imanlarından [iman gücü] ve tam ciddiyetlerinden ve fedakârlıklarından ve ellerinde bulunan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kitap ve suhuflarından [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittibâlarıyla [tâbi olma, bağlanma] hakikate, kemâlâta, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] nura vasıl olan hadsiz tilmizlerinden [öğrenci] başka, onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet [isbat edilmiş, sabit] meselelerde icmâı ve ittifakı ve tevatürü [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ve  

425

ispatta tevafuku ve tesanüdü [dayanışma] ve tetabuku [uygunluk] öyle bir hüccettir [delil] ve öyle bir kuvvettir ki, dünyada hiçbir kuvvet karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve imanın erkânında [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] umum enbiya[nebiler, peygamberler] tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı [kaynak] olduğunu anladı, onların derslerinden çok feyz-i imanî [imanın bereketi] aldı.

İşte, bu yolcunun mezkûr [adı geçen] dersini ifade mânâsında, Birinci Makamın Sekizinci Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ اْلاَنْبِيَۤاءِ، بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمِ الْبَاهِرَةِ، الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ * 1

denilmiş. 

Sonra imanın kuvvetinden ulvî bir zevk alan o seyyah-ı talip, enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâmın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların [nebiler, peygamberler] dâvâlarını ispat eden ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve sıddîkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] denilen mütebahhir, [çok bilgili] müçtehid muhakkikler, [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhi ve yüz binlerle müdakkik [dikkatli] ve yüksek ehl-i tahkik, [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] kıl kadar bir şüphe bırakmayan tetkikat-ı amîkalarıyla, başta vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdet [Allah’ın birliği] olarak müsbet [isbat edilmiş, sabit] mesâil-i imaniyeyi [imana dair meseleler] ispat ediyorlar.

Evet, istidatları [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı imaniyede [iman esasları] onların müttefikan [birleşerek] ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî burhanlarına [delil] istinadları öyle bir hüccettir [delil] ki, onların mecmuu kadar bir zekâvet [zeki oluş] ve dirayet sahibi olmak ve burhanlarının [delil] umumu kadar bir burhan [delil] bulmak mümkün ise, karşılarına

426

ancak öyle çıkılabilir. Yoksa, o münkirler, [Allah’a inanmayan] yalnız cehalet ve echeliyet [çok cahil] ve inkâr ve ispat olunmayan menfî meselelerde inat ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.

Bu seyyah, bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir [çok bilgili] üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyade ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi [mânevî güç] buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz. İşte bu yolcunun bu dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makamın Dokuzuncu Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اْلاَصْفِيَۤاءِ، بِقُوَّةِ بَرَاهِينِهِمِ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ * 1

denilmiş.

Sonra, imanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında [açığa çıkma] ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinden aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] mertebesine terakkisindeki [ilerleme] envârı [nurlar] ve ezvakı [mânevî zevkler] görmeye çok müştak [arzulu, aşırı istekli] olan o mütefekkir [düşünen] yolcu, medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin [Allah’ın zikredildiği yer] ve zaviyelerin telâhukuyla [birbirine eklenme, katılma, biraraya toplanma] tevessü [genişleme, yayılma] eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekye, [Allah’ın zikredildiği yer] bir hangâhda, [derviş evi, büyük tekke] [tarikat ehlinin zikir ve ders için toplandıkları yer] bir zikirhane, bir irşadgâhta [doğru yol gösterme] ve cadde-i kübrâ-yı Muhammedîde (a.s.m.) ve mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne [gözle görerek kesin bilgi edinme] yetişen binlerle ve milyonlarla kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mürşidler onu dergâha [Allah’ın yüce katı] çağırdılar. O da girdi, gördü ki:

O ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve keramet [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] mürşidler; keşfiyatlarına [keşifler] ve müşahedelerine ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] istinaden, bil’icmâ, [hep birlikte] müttefikan [birleşerek] Lâ ilâhe illâ Hû diyerek, vücub-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması]

427

ve vahdet-i Rabbâniyeyi [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın birliği] kâinata ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi, yetmiş renk ile, belki Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] adedince, Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] ziyasından tecellî eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler [renk] ve başka başka hakikatli tarîkatler ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi [çeşit çeşit] haklı meşreplerde [hareket tarzı, metod] bulunan o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâhilerin ve nuranî âriflerin icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir [açık] olduğunu aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] müşahede etti. Ve enbiyanın [nebiler, peygamberler] icmâı ve asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ittifakı ve evliyanın tevafuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü.

İşte, bu misafirin tekyeden [Allah’ın zikredildiği yer] aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onuncu Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ اْلاَوْلِيَۤاءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ، وَكَرَامَاتِهِمِ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ * 1

denilmiş.

Sonra, kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] en mühimi ve en büyüğü, belki bilcümle kemâlât-ı insaniyenin [insana ait mükemmel özellikler] menbaı [kaynak] ve esası, iman-ı billâhtan [Allah’a iman] ve marifetullahtan [Allah’ı bilme ve tanıma] neş’et [doğma] eden muhabbetullah [Allah sevgisi] olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letâifiyle, [duygular] imanın kuvvetinde ve marifetin [Allah’ı bilme ve tanıma] inkişafında [açığa çıkma] daha ziyade terakki [ilerleme] etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semâvâta baktı. Kendi aklına dedi ki:

“Madem kâinatta en kıymettar şey hayattır. Ve kâinatın mevcudâtı [varlıklar] hayata musahhardır. [boyun eğdirilmiş] Ve madem zîhayatın [canlı] en kıymettarı zîruhtur. [ruh sahibi] Ve zîruhun [ruh sahibi] en kıymettarı

428

zîşuurdur. [akıl ve şuur sahibi] Ve madem bu kıymettarlık [değerli olma] için küre-i zemin, [yerküre] zîhayatı [canlı] mütemadiyen çoğaltmak için, her asır, her sene dolar, boşalır. Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] olan semâvâtın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] zîhayat [canlı] ve zîruh [ruh sahibi] ve zîşuurlardan [akıl ve şuur sahibi] vardır ki, huzur-u Muhammedîde (a.s.m.) sahabelere görünen Hazret-i Cebrail’in (a.s.) temessülü [belirme, görünme] gibi, melâikeleri [melekler] görmek ve onlarla konuşmak hadiseleri, tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] suretinde eskiden beri nakil ve rivayet ediliyor. Öyle ise keşke ben semâvât ehliyle [göklerde yaşayan manevî varlıklar] dahi görüşseydim, onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünkü, Hâlık-ı Kâinat [bütün âlemleri yaratan Allah] hakkında en mühim söz onlarındır” diye düşünürken, birden semâvî şöyle bir sesi işitti:

“Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye [imana dair meseleler] en evvel biz iman etmişiz. Hem insanlara temessül [belirme, görünme] edip görünen ve bizlerden olan bütün ervâh-ı tayyibe, [temiz ve iyi ruhlar] bilâ istisna ve bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] bu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve sıfât-ı kudsiyesine [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] şehadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbaratın tevafuku ve tetabuku, [uygunluk] güneş gibi sana bir rehberdir” dediklerini bildi ve onun nur-u imanı [iman aydınlığı] parladı, zeminden göklere çıktı.

İşte, bu yolcunun melâikeden [melekler] aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Birinci Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِتِّفَاقُ الْمَلٰۤئِكَةِ الْمُتَمَثِّلِينَ لاَنْظَارِ النَّاسِ، وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ، بِاِخْبَارَاتِهِمِ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ * 1

denilmiştir.

429

Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet [görünen alem] ve cismânî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden [beden dili] ders aldığından, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i berzahta [dünya ile âhiret arasındaki kabir âlemi] dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i [araştırma] hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğüyle beraber, mânen kâinat kadar inbisat [genişleme, yayılma] edebilen müstakim [doğru ve düzgün] ve münevver [aydın] akılların, selim [sağlam, doğru] ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki, onlar, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i şehadet [görünen alem] ortasında insanî berzahlardır; [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden, kendi akıl ve kalbine dedi ki:

“Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalâamızla istifade etmeliyiz” dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:

İstidatları gayet muhtelif ve mezhepleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli [doğru] ve nurlu akılların iman ve tevhiddeki ittisafkârâne ve râsihâne [sağlam, yerleşmiş] itikadları, [inanç] tevafuk ve sebatkârâne [sebat ederek, kararlı bir şekilde] ve mutmainâne [şüphesiz, tam kanaatle inanma] kanaat ve yakînleri tetabuk [uygunluk] ediyor. Demek, tebeddül [başkalaşma, değişme] etmeyen bir hakikate dayanıp bağlanmışlar. Ve kökleri, metin [sağlam] bir hakikate girmiş, kopmuyor. Öyle ise, bunların nokta-i imaniyede ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] ve tevhidde icmâları, [özet] hiç kopmaz bir zincir-i nuranîdir ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir

Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrepleri [hareket tarzı, metod] birbirine mübayin [farklı, aykırı] olan umum selim [sağlam, doğru] ve nuranî kalblerin erkân-ı imaniyedeki [iman esasları] müttefikane [birleşerek] ve itminankârâne [inanma, kalben tatmin olma] ve müncezibâne [kendini kaptırarak] keşfiyat [keşifler] ve müşahedatları [gözlem yapmalar] birbiriyle tevafuk ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikate mukàbil ve vâsıl ve mütemessil [cisim şeklinde görünen]

430

bu küçücük birer arş-ı marifet-i Rabbâniye ve bu câmi’ [kapsamlı] birer âyine-i Samedâniye [hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herkes Ona muhtaç olan Allah’ın eserlerini gösteren ayna] olan nuranî kalbler, şems-i hakikate [hakikat güneşi] karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden, güneşe âyinedarlık [bir şeyin özelliklerini yansıtan, ayna olan] eden bir deniz gibi, bir âyine-i âzamdır. Bunların vücub-u vücudda [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdette [Allah’ın birliği] ittifakları ve icmâları, [özet] hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel [en mükemmel rehber] ve bir mürşid-i ekberdir. Çünkü, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikatten başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne [devamlı, kararlı] ve râsihâne [sağlam, yerleşmiş] bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse [duygu yanılması] uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestâîler [kâinatın Yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendini dahi inkâr eden bir felsefî ekole bağlı kimse] dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber “Âmentü billâh” dediler.

İşte, bu yolcunun müstakîm [doğru, istikametli] akıllardan ve münevver [aydın] kalblerden istifade ettiği mârifet-i imaniyeye kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On İkinci ve On Üçüncü Mertebelerinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ، بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وَبِقَنَاعَاتِهَا، وَيَقِينَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ، مَعَ تَخَالُفِ اْلاِسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ، بِكَشْفِيَاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ * 1

denilmiş.

Sonra, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı.

431

Yani, “Madem bu cismânî âlem-i şehadette, [görünen alem] bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] bildirmek, kavilden [söz, görüş] ve tekellümden [konuşma] daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb [gayb perdesi] tarafında bulunduğu bilbedahe [açıkça] anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen [söz] ve tekellümen [konuşma] dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz” dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] vahiy ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, [Allah’ın birliği] yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı] ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü [konuşma] dahi Onu sıfâtıyla bildiriyor.

Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye [Allah tarafından peygamberlere bildirilen emir ve yasaklar] mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın [büyük çoğunluk] tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri [meyve] ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese [kutsal kitaplar] ve suhuf-u semâviyenin [bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki kitaplar] delâil [deliller] ve mu’cizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku [gerçekleşme] ve sübutu [bir şeyin var olması] bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza [feyizlendirme] ediyor diye anladı:

432

Birincisi: اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلٰهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine [anlama, kavrama] göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh [ruh sahibi] mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en münteha[en son nokta] ve en muhtacı ve en nâzenini [ince, narin, duyarlı] ve en müştakı [arzulu, aşırı istekli] olan hakikî insanların münâcâtlarına [Allah’a yalvarış, dua] ve şükürlerine fiilen mukabele [karşılama; karşılık verme] ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele [karşılama; karşılık verme] etmek, hâlıkıyetin [her şeyi yaratan Allah] şe’nidir. [belirleyici özellik]

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme [karşılıklı konuşma] sıfatı, elbette ihata[herşeyi kuşatma] bir ilmi ve sermedî [daimi, sürekli] bir hayatı taşıyan Zâtta, ihata[herşeyi kuşatma] ve sermedî [daimi, sürekli] bir surette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada [dayanak noktası] en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, [arzulu, aşırı istekli] hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, [arzu, istek] fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali [gelecek endişesi] ve muhabbeti ve perestişi [aşırı derece sevme] veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle [konuşma] iş’ar [işaret etme, belirtme] etmek, ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî [Allah’ın kendisini tanıtması] ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun [içerme, içine alma] eden umumî, semâvî vahiylerin, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücûduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] delâletleri öyle bir hüccettir [delil] ki, gündüzdeki güneşin şuââtının [ışınlar, parıltılar] güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

433

Sonra ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] cihetine baktı, gördü ki:

Sâdık ilhamlar, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike [melek] vasıtasıyla; ve ilhamın [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat [saltanatın görkemi] ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima [bir araya gelme, toplanma] yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î [ferdî, küçük] bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi [basit, sıradan] raiyetiyle [halk] ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, [varlığının başlangıcı olmayan Padişah, Allah] “umum âlemlerin Rabbi” ismiyle ve “kâinat Hâlıkı” [her şeyi yaratan Allah] ünvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümul[kapsam] ilhamlarıyla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] mükâlemesi [karşılıklı konuşma] olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın [canlı] Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike [melek] ilhamları [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve insan ilhamları [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve hayvanat ilhamları [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri [damla] kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine [çoğalma] medar [kaynak, dayanak] bir zemin teşkil ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى * 1

âyetinin bir vechini [cihet, yön, taraf] tefsir ediyor anladı.

434

Sonra, ilhamın [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp [birleşme] ediyor.

Birincisi: Teveddüd[kendini sevdirme] İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen [söz] ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin [kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen Allah] ve rahmâniyetin muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen [söz] dahi perdeler arkasında icabet [cevap verme, kabul etme] etmesi, rahîmiyetin [Allah’ın herbir varlık üzerinde yansıyan şefkat ve merhamet ediciliği] şe’nidir. [belirleyici özellik]

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına [medet isteme] ve feryatlarına ve tazarruatlarına [dua, yakarış] fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî [Allah tarafından kalbe gelen mânâ] kavillerle [söz, görüş] de imdada yetişmesi, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini [idare eden, çekip çeviren] ve hafîzını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] olan zîşuur [akıl ve şuur sahibi] masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas [hissettirme] ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has bir vecihte, [yön] onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen [söz] dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas [hissettirme] etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır [bir şeyin gereği] diye anladı.

Sonra ilhamın [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin—faraza—şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her âyine [ayna] ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, [damla] hattâ şeffaf zerrelerle herbirinin kàbiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] görüleceği gibi,

435

aynen öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl [büyüklük, haşmet ve yücelik sahibi] Sultanı ve bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] Zülcemâl [sonsuz güzellik sahibi olan Allah] Hâlık-ı Zîşanı olan Şems-i Sermedînin [devamlı ve sürekli güneş] mükâlemesi [karşılıklı konuşma] dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyin kàbiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bildebahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar ve ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] birer birer ve beraber bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] o Şems-i Ezelînin [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] huzuruna ve vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne [gözle görerek kesin bilgi edinme] yakın bir ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile bildi.

İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] aldığı ders-i marifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dördüncü ve On beşinci Mertebelerinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِجْمَاعُ جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ، وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ، عِنْدَ مُنَاجَاةِ عِبَادِهِ، وَلِلاِشْعَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ، وَكَذَا دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: إِتِّفَاقُ اْلاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَلِلاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ، وَلِلاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِلاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ * 1

denilmiştir.

436

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki:

“Madem bu kâinatın mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] Mâlikimi ve Hâlıkımı [her şeyi yaratan Allah] arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın [var edilenler, varlıklar] en meşhuru ve a’dâsının [düşmanlar] tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve on dört asrı faziletiyle ve Kur’ân’ıyla ışıklandıran Muhammed-i Arabî [Araplar arasından çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] beraber gitmeliyiz'” diyerek, aklıyla beraber o asra girdi, gördü ki:

O asır, hakikaten, o zât (a.s.m.) ile bir saadet-i beşeriye [insanlığın mutluluğu] asrı olmuş. Çünkü, en bedevî ve en ümmî bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.

Hem kendi aklına dedi: “Biz en evvel, bu fevkalâde zâtın (a.s.m.) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbârâtının [haber vermeler] doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlıkımızı [her şeyi yaratan Allah] ondan sormalıyız” diyerek taharriye [araştırma] başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden, burada, yalnız dokuz külliyetine birer kısa işaret edilecek.

Birincisi: Bu zâtta (a.s.m.), hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi, bütün güzel huyların ve hasletlerin [huy, karakter] bulunması; ve وَانْشَقَّ الْقَمَرُ 1 * وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللهَ رَمٰى 2 âyetlerinin sarahatiyle, [açıklık] bir parmağının işaretiyle kamer [ay] iki parça olması; ve bir avucuyla a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser [Cennette bulunan bir havuz] gibi akan suyu kifayet [yeterli olma] derecesinde içirmesi gibi, nakl-i kat’î ile ve bir kısmı tevatürle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] yüzer mu’cizatın onun elinde zâhir olmasıdır. Bu mu’cizattan, üç yüzden ziyade bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup olan Mu’cizat-ı Ahmediye [Peygamberimizin (a s m ) mu’cizelerine dair yazılan On Dokuzuncu Mektup] (a.s.m.) namındaki harika ve kerametli [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:

437

“Bu kadar ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] beraber bu kadar mu’cizat-ı bâhiresi [ap açık mu’cizeler] bulunan bir zât (a.s.m.) elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kàbil [gibi] değil.”

İkincisi: Elinde, bu kâinat Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] bir fermanı bulunduğu ve o fermanı her asırda üç yüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri ve o ferman olan Kur’ân-ı Azîmüşşanın, [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] yedi vech [cihet, yön, taraf] ile harika olmasıdır. Ve bu Kur’ân’ın, kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğu ve Kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmi Beşinci Söz ve Mu’cizat-ı Kur’âniye namlarında ve Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: “Böyle ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (a.s.m.), fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.”

Üçüncüsü: O zât (a.s.m.) öyle bir şeriat, bir İslâmiyet, bir ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve bir dua, bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, onların ne misli [benzer] var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünkü, ümmî bir zâtta (a.s.m.) zuhur eden o şeriat, on dört asrı ve nev-i beşerin humsunu, [beşte bir] âdilâne hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlarıyla idare etmesi, emsal kabul etmez.

Hem, ümmî bir zâtın (a.s.m.) ef’âl [fiiler, davranışlar] ve akvâl [sözler] ve ahvâlinden [haller] çıkan İslâmiyet, her asırda, üç yüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri [herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah] ve musaffîsi [safileştiren, temizleyen] ve nefislerinin mürebbîsi [eğitici, terbiye edici] ve müzekkîsi [temizleyen, ıslah eden] ve ruhlarının medâr-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı [terakkiye, ilerlemeye kaynak olan] olması cihetiyle, misli [benzer] olamaz ve olamamış.

Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın [ibadetler] bütün envâında [tür] en ileri olması; ve herkesten ziyade takvâda bulunması ve Allah’tan korkması; ve fevkalâde daimî

438

mücahedat [mücadeleler] ve dağdağalar [gürültü, dehşet verici] içinde tam tamına ubûdiyetin [Allah’a kulluk] en ince esrarına kadar müraat [gözetme, riayet etme] etmesi; ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam mânâsıyla ve müptediyâne [ilk olarak] fakat en mükemmel olarak, hem iptidâ [başlangıç] ve intihâyı birleştirerek yapması, elbette misli [benzer] görülmez ve görünmemiş.

Hem binler dua ve münâcâtlarından [Allah’a yalvarış, dua] Cevşenü’l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbâniye [Rab olan Allah’ı bilme ve tanıma] ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif [bir sıfatla niteleme] ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ile beraber, ne o mertebe-i marifete [Allah’ı tanıma ve bilme derecesi] ve ne de o derece-i tavsife [Allah’ı vasıflandırma, bildirme derecesi] yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli [benzer] yoktur. Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] başında Cevşenü’l-Kebîr’in doksan dokuz fıkrasından [bölüm] bir fıkrasının [bölüm] kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, “Cevşen’in dahi misli [benzer] yoktur” diyecek.

Hem, tebliğ-i risalette [peygamberliğin tebliği, ilânı] ve nâsı hakka davette o derece metanet [gayret, kararlılık] ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve cesaret göstermiş ki, büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim [insan topluluğu] ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet [düşmanlık] ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüt, [tereddüt belirtisi] bir telâş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi ispat eder ki, tebliğ ve davette dahi misli [benzer] olmamış ve olamaz.

Hem, imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve harika bir yakîn ve mu’cizâne bir inkişaf [açığa çıkma] ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad [inanç] taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkârı [fikirler] ve akideleri [inanç] ve hükemanın [âlimler, filozoflar] hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız [itiraz eden, karşı gelen] ve muhalif ve münkir [Allah’a inanmayan] oldukları halde onun ne yakînine, ne itikadına, [inanç] ne itimadına, ne itminanına [inanma, kalben tatmin olma] hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] hiçbir vesvese vermemesi ve mâneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki [ilerleme] eden başta Sahabeler

439

ve bütün ehl-i velâyet, [velâyet makamında olanlar, velî kullar] onun, her vakit, mertebe-i imanından [iman mertebesi, derecesi] feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe [açıkça] gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsalsiz bir şeriat ve misilsiz [benzer] bir İslâmiyet ve harika bir ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendâne [dünyaya meydan okurcasına] bir dâvet ve mu’cizâne bir iman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.

Dördüncüsü: Enbiyaların [nebiler, peygamberler] (aleyhimüsselâm) icmâı, nasıl ki vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeye [Allah’ın bir ve tek olması] gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu zâtın (a.s.m.) doğruluğuna ve risaletine [elçilik, peygamberlik] gayet sağlam bir şehadettir. Çünkü enbiya [nebiler, peygamberler] aleyhimüsselâmın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar [kaynak, dayanak] olan ne kadar kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, o zâtta en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. [doğrulanan] Demek onlar, nasıl ki, lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile Tevrat, İncil, Zebur ve suhuflarında [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] bu zâtın (a.s.m.) geleceğini haber verip insanlara beşaret [müjde] vermişler—ki, kütüb-ü mukaddesenin [kutsal kitaplar] o beşaretli [müjde] işârâtından [işaretler] yirmiden fazla ve pek zâhir bir kısmı, On Dokuzuncu Mektup’ta güzelce beyan ve ispat edilmiş—öyle de, lisan-ı halleriyle, [beden dili] yani nübüvvetleriyle [peygamberlik] ve mu’cizeleriyle, kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvâsını imza ediyorlar. Ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ve icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal [beden dili] ile ve ittifak ile de, bu zâtın sadıkıyetine [doğruluk] şehadet ediyorlar diye anladı.

Beşincisi: Bu zâtın düsturlarıyla [kâide, kural] ve terbiyesi ve tebaiyetiyle [tabi olma, uyma] ve arkasından gitmeleriyle hakka, hakikate, kemâlâta, [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kerâmâta, [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] keşfiyata, [keşifler] müşahedata [gözlem yapmalar] yetişen binlerce evliya, vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâlet ettikleri gibi, üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine [doğruluk] ve risaletine [elçilik, peygamberlik] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] verdiği haberlerin bir kısmını nur-u velâyetle [velâyet, velililk nuru] müşahede etmeleri; ve umumunu,

440

nur-u iman [iman aydınlığı] ile, ya ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] veya aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] veya hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] suretinde itikad [inanç] ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet [gerçeklik derecesi] ve sadıkıyetini [doğruluk] güneş gibi gösterdiğini gördü.

Altıncısı: Bu zâtın, ümmîliğiyle beraber, getirdiği hakaik-i kudsiye [mukaddes hakikatler, gerçekler] ve ihtirâ ettiği ulûm-u âliye [âlet ilimleri; gramer, matematik, mantık gibi ilimler] ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyenin [Allah’ı bilme, tanıma] dersiyle ve talimiyle mertebe-i ilmiyede [ilim mertebesi, derecesi] en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-yı müdakkikîn [Hz. Peygambere vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olup onun yolundan giden takvâ sahibi ve gerçekleri tam olarak araştıran, delilleriyle isbat eden büyük islâm âlimleri] ve sıddîkîn-i [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] muhakkikîn ve dâhi hükema-i mü’minîn bu zâtın üssül’esas [temel esas] dâvâsı olan vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] kuvvetli burhanlarıyla [delil] bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] ispat ve tasdik ettikleri gibi, bu muallim-i ekberin [en büyük öğretmen] ve bu üstâd-ı âzamın [en büyük öğretmen olan Peygamber Efendimiz (a.s.m.)] hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti [peygamberliğin delili] ve sadıkıyetidir. [doğruluk] Meselâ, Risale-i Nur, yüz parçasıyla, bu zâtın sadakatının birtek burhanıdır. [delil]

Yedincisi: Âl [aile, soy] ve Ashâb namında ve nev-i beşerin enbiyadan [nebiler, peygamberler] sonra feraset [anlayışlılık, çabuk seziş] ve dirayet ve kemâlâtla [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] en meşhuru ve en muhterem ve en namdarı [namlı, şan ve şöhret sahibi] ve en dindar ve keskin nazarlı [görüşlü, bakışlı] taife-i azîmesi, kemâl-i merakla [merakın son derecesi] ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu zâtın bütün gizli ve âşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharrî [araştırma] ve teftiş ve tetkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatli olduğuna ittifakla ve icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir diye anladı.

Sekizincisi: Bu kâinat, nasıl ki kendini icad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temâşâgâh gibi

441

tasarruf eden Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Kâtibine ve Nakkâşına [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] delâlet eder. Öyle de, kâinatın hilkatindeki [yaratılış] makàsıd-ı İlâhiyeyi [Allah’ın gözettiği yüce maksatlar, gayeler] bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki [başka bir hâle geçme, dönüşme] Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] hikmetlerini talim edecek ve vazifedarâne harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın [var edilenler, varlıklar] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ilân edecek ve o kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] mânâlarını ifade edecek bir yüksek dellâl, [davetçi, ilan edici] bir doğru keşşaf, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] bir muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza [bir şeyin gereği] ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.

Dokuzuncusu: Madem bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla [san’at eseri] kendi hünerlerini ve san’atkârlığının [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] teşhir etmek; ve bu süslü ve ziynetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların [arzu, istek] her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar [hazırlama] edilen Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] it’amlar [doyurma, yedirip besleme] ve ziyafetlerle kendi rubûbiyetine [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] karşı minnettarâne ve müteşekkirâne [teşekkür ederek] ve perestişkârâne [taparcasına] ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili [başka bir şeyle değiştirme] ve gece-gündüzün tahvili [değişme, dönüşme] ve ihtilâfı gibi azametli ve haşmetli tasarrufat [dilediği gibi kullanma ve idare etme] ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyetle [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] kendi ulûhiyetini [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederek, o ulûhiyetine [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] karşı iman ve teslim ve inkıyad [boyun eğme] ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale [giderme] ve semâvî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle,  

442

hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zâtın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûr [adı geçen] maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] tılsımını ve muammâsını hall [çözme, problem çözme, karışık bir meselenin içinden çıkma] ve keşfeden ve daima o Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] namına hareket eden ve Ondan istimdat [medet isteme] eden ve muvaffakiyet [başarı] isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike [başarı] mazhar [erişme, nail olma] olan ve Muhammed-i Kureyşî [Kureyş kabilesine mensup olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] denilen bu zât (a.s.m.) olacak…

Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr [adı geçen] dokuz hakikatler bu zâtın sıdkına [doğruluk] şehadet ederler. Elbette bu âdem, benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] medar-ı şerefi [şeref kaynağı] ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. [övünç kaynağı] Ve ona “Fahr-i Âlem[bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] ve “Şeref-i Benî Âdem[insanoğlunun şerefi, şeref vesilesi] denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmânî [Rahmân olan Allah’ın buyruğu, Kur’ân-ı Kerim] olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin [mânevî hükümranlığının azameti, büyüklüğü] nısf-ı arzı [yeryüzünün yarısı] istilâsı ve şahsî kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ve yüksek hasletleri [huy, karakter] gösteriyor ki, bu âlemde en mühim zât budur; Hâlıkımız [her şeyi yaratan Allah] hakkında en mühim söz onundur.

İşte gel, bak! Bu harika zâtın yüzer zâhir ve bâhir [açık] kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler ali ve esaslı hakikatlerine istinaden, bütün dâvâlarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve sıfâtına ve esmâsına delâlet ve şehadet ve o Vâcibü’l-Vücudu [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ispat ve ilân ve i’lâm etmektir. [bildirmek, öğretmek]

Demek bu kâinatın mânevî güneşi ve Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] en parlak bir burhanı, [delil] bu Habibullah [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] denilen zâttır ki, onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] var.

Birincisi: “Eğer perde-i gayb [gayb perdesi] açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek”1 diyen

443

İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve yerde iken Arş-ı Âzamı [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] ve İsrafil’in azamet-i heykelini [boy ve yapı itibariyle çok büyük olma] temâşâ eden Gavs-ı Âzam (k.s.)1 gibi keskin nazar ve gayb-bîn [gaybı gören; görünmeyenden haberi olan] gözleri bulunan binler aktâb ve evliya-yı azîmeyi câmi’ [kapsamlı] ve Âl-i Muhammed [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) soyu, ailesi] nâmıyla şöhretşiâr-ı âlem [âleme şöhret salmış] olan cemaat-i nuraniyenin icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile tasdikleridir.

İkincisi: Bedevî bir kavim [insan topluluğu] ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] ve efkâr-ı siyasiyeden hâli [boş] ve kitapsız ve fetret [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükümetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] olarak, şarktan garba [doğudan batıya] kadar cihan-pesendane idare eden ve “Sahabe” nâmıyla dünyada namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] olan cemaat-ı meşhurenin, [meşhur topluluk] ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli imanla tasdikleridir.

Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı [bireyler] bulunan ve her fende dâhiyâne ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan ve ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ve mütebahhir [çok bilgili] ulemasının cemaat-ı uzmâsının, [büyük cemaat] tevafukla ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] derecesinde tasdikleridir. Demek bu zâtın vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] şehadeti, şahsî ve cüz’î [ferdî, küçük] değil; belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiç bir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.

İşte, Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Altıncı Mertebesinde, böyle

444

لاَ اِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: فَخْرُ اَلْعَالَمِ وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِي اٰدَمَ، بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاٰنِهِ، وَحَشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ، وَكَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ، وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ، حَتّٰى بِتَصْدِيقِ أَعْدَۤائِهِ. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِئَۤاتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ، وَبِقُوَّةِ اٰلاَفِ حَقَۤائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ، بِاِجْمَاعِ اٰلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ، وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ، وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِي أُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَۤائِرِ النَّوَّارَةِ * 1

denilmiştir.

Sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki:

“Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır” diye taharrîye [araştırma] başladı.

Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, mânevî i’câz-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] lem’aları [parıltı] olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin [Hak ile batılı ayıran Kur’ân’ın ayetleri] nükteleri [derin anlamlı söz] ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid [inatçı] ve mülhid [dinsiz] bir asırda, her tarafa hakaik-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] mücahidâne [cihad edercesine] neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstadı ve menbaı [kaynak] ve mercii ve güneşi olan Kur’ân, semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ, Resâilü’n-Nur’un [risaleler; Risale-i Nur’daki bölümlerden her birisi] yüzer hüccetlerinden [delil] birtek hüccet-i Kur’âniyesi [Kur’ân’ın delili] olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri,  

445

Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş.

Kur’ân’ın vech-i i’câzını [mu’cizelik yönü] ve hak kelâmullah [Allah kelâmı] olduğunu ispat etmek cihetini Risaletü’n-Nur’a [elçilik, peygamberlik] havale ederek, yalnız kısa bir işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

Birinci Nokta: Nasıl ki Kur’ân, bütün mu’cizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, [doğru gerçekler] Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bir mu’cizesidir. Öyle de, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm da, bütün mu’cizatıyla ve delâil-i nübüvvetiyle [peygamberlik delilleri] ve kemâlât-ı ilmiyesiyle, [ilimî mükemmellikler, olgunluklar] Kur’ân’ın bir mu’cizesidir ve Kur’ân kelâmullah [Allah kelâmı] olduğuna bir hüccet-i kàtıasıdır. [kesin delil]

İkinci Nokta: Kur’ân, bu dünyada, öyle nuranî ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye [toplumsal hayatın değiştirilmesi] ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde [kişisel hayat] ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, [sosyal hayat] hem hayat-ı siyasiyelerinde [siyaset hayatı] öyle bir inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, [tam bir saygı ve hürmet] hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf [açığa çıkma] ve terakki [ilerleme] ve akıllara istikamet [doğru] ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli [benzer] yoktur, harikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.

Üçüncü Nokta: Kur’ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] göstermiş ki, Kâbe’nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin “Muallâkat-ı Seb’a[yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları] nâmıyla şöhretşiar [şöhret sahibi] kasidelerini [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] o dereceye indirdi ki, Lebid‘in [İslâm öncesi cahiliye devrinde şiirleriyle meşhur bir şair] kızı, babasının kasidesini [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] Kâbe’den indirirken demiş: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”

446

Hem bedevî bir edip فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1 âyetini işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona demişler: “Sen Müslüman mı oldun?” O demiş: “Hayır, ben bu âyetin belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] secde ettim.”

Hem ilm-i belâğatın [belâğat ilmi] dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcanî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] edipler, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve ittifakla karar vermişler ki, “Kur’ân’ın belâğatı tâkat-i beşerin [insan gücü] fevkindedir; [üstünde] yetişilmez.”

Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya [sözle mücadele meydanı] davet edip, mağrur ve enâniyetli ediplerin ve belîğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek sûrenin mislini [benzer] getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket [mahvolma] ve zilleti [alçaklık] kabul ediniz” diye ilân ettiği halde, o asrın muannid [inatçı] beliğleri birtek sûrenin mislini [benzer] getirmekle kısa bir yol olan muaraza[karşı gelme, karşı koyma] bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.

Hem Kur’ân’ın dostları, Kur’ân’a benzemek ve taklit etmek şevkiyle; ve düşmanları dahi, Kur’ân’a mukabele [karşılama; karşılık verme] ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] ile terakki [ilerleme] eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kur’ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde [üstünde] olacak.” Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez. Demek, mertebe-i belâğati, [belâğat derecesi] umumun fevkındedir.

Hattâ bir adam, سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 2 âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin harika telâkki [anlama, kabul etme] edilen belâğatını [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] göremiyorum.”

Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”

O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül [hayal etme] ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem [âlemdeki varlıklar] perişan, karanlık, câmid [cansız] ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, [boş] hadsiz,  

447

hudutsuz bir fezada, [uzay] kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur’ân’ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü:

Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî [daimi, sürekli] ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara [akıl ve şuur sahibi] ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz [gökler ve yer] olarak umum mahlûkat hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes’udâne [mutlu bir şekilde] ve memnunâne [memnun bir şekilde] bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belâğatini [belağat derecesi] zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur’ân’ın zemzeme-i belâğati [belâğat nağmesi] arzın nısfı [yarısı] [dünyanın yarısı] ve nev-i beşerin humsunu [beşte bir] istilâ ederek, haşmet-i saltanatı [saltanatın görkemi] kemâl-i ihtiramla [tam bir saygı ve hürmet] on dört asır bilâfasıla [fasılasız, aralıksız] idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.

Dördüncü Nokta: Kur’ân öyle hakikatli bir halâvet [tatlılık] göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’ân’ı tilâvet [okuma] edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini [tatlılık] ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] olup darb-ı mesel [atasözü] hükmüne geçmiş.

Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet [gençlik] ve garabet [gariplik, hayret vericilik] göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, [ilmiye sınıfı] ondan her vakit istifade etmek için kesretle [çokluk] ve mebzuliyetle [çok bulunan, bol] yanlarında bulundurdukları ve üslûb-u ifadesine [ifade tarzı] ittiba [tabi olma, uyma] ve iktida [uyma] ettikleri halde, o, üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki [açıklama biçimi] garabetini [gariplik, hayret vericilik] aynen muhafaza ediyor.

Beşincisi: Kur’ân’ın bir cenahı [kanat] mazide, bir cenahı [kanat] müstakbelde, [gelecek] kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve  

448

teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle [beden dili] bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] gibi ondan hayat alan semereleri [meyve] ve hayattar tekemmülleriyle [mükemmelleşme] şecere-i mübarekelerinin [mübarek ağaç; Kur’an-ı Kerim ağacı (ki, Risale-i Nur onun bu asra uzanan bir dalıdır)] hayattar, feyizdar [feyizli, bereketli] ve hakikatmedar [doğruluk sebebi] olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin [velilik] bütün hak tarîkatleri ve İslâmiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kur’ân’ın ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve mecma-i hakaik [gerçeklerin toplandığı yer] ve câmiiyette [kapsayıcılık] misilsiz [benzer] bir harika olduğuna şehadet eder.

Altıncısı: Kur’ân’ın altı ciheti [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] nuranîdir, sıdk [doğruluk] ve hakkaniyetini gösterir,

Evet, altında hüccet [delil] ve burhan [delil] direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, [parıltı] önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn [dünya ve ahiret mutluluğu] hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı [dayanak noktası] vahy-i semâvî [Allah tarafından peygambere gelen vahiy] hakikatleri, sağında hadsiz ukul-ü müstakîmenin [doğru yolda olan akıllar] delillerle tasdikleri, solunda selim [sağlam, doğru] kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminanları [inanma, kalben tatmin olma] ve samimî incizapları [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve teslimleri, Kur’ân’ın fevkalâde hârika, metin [sağlam] ve hücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziyes [dünyanın semâya ait kalesi] olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak [hakkın ta kendisi] ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği izhar, [açığa çıkarma, gösterme] iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izale [giderme] etmek âdetini bir düstur-u faaliyet [faaliyet prensibi, kuralı] ittihaz [edinme, kabullenme] eden bu kâinatın Mutasarrıfı, [dilediği gibi idare eden] o Kur’ân’a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne [hükmeder bir şekilde] bir makam-ı hürmet [hürmet ve saygı makamı] ve bir mertebe-i muvaffakiyet [başarı derecesi] vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı [kaynak] ve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (aleyhissalâtü vesselâm) herkesten ziyade ona itikad [inanç] ve ihtiramı [hürmet etme, saygı gösterme] ve

449

nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimanede [uyku hâli, uykulu vaziyet] bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle [okuma yazma bilmeme] beraber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi [kâinatta meydana gelen hâdiseler] gaybiyâne, [gizli bir âlemden olarak] Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan [inanma, kalben tatmin olma] ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması; Kur’ân semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.

Hem nev-i insanın [insan türü, insanlık] humsu, [beşte bir] belki kısm-ı âzamı, [büyük bir kısmı] göz önündeki o Kur’ân’a müncezibâne [kendini kaptırarak] ve dindarâne [dindarca] irtibatı ve hakikatperestâne [hakkı ve hakikatı severcesine] ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın [keşifler] şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahi tilâveti [okuma] vaktinde pervane [korku] gibi hakperestâne [hakkı üstün tutarcasına] etrafında toplanması, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî [anlayışı kıt, zekâsı az] ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin [İslâm ilimleri] ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın [İslâmın büyük ve yüce kanunları] büyük müçtehidleri ve usulüddin [din usulü, kelâm] ve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] gibi her taife, kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç [çıkarma] etmeleri, Kur’ân menba-ı hak [hakkın ve doğrunun kaynağı] ve maden-i hakikat [gerçeklerin ve doğruların kaynağı] olduğuna bir imzadır.

Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslâmiyete girmeyenler) şimdiye kadar muarazaya [karşı gelme, karşı koyma] pek çok muhtaç oldukları halde, Kur’ân’ın i’câzından [mu’cize oluş] yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatinin, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tek bir sûrenin mislini [benzer] getirmekten istinkâfları; [çekimser kalma, uzak durma] ve şimdiye kadar gelen ve muaraza [karşı gelme, karşı koyma] ile şöhret kazanmak isteyen meşhur belîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir vech-i i’câzına [mu’cizelik yönü]

450

karşı çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur’ân mu’cize ve tâkat-i beşerin [insan gücü] fevkinde [üstünde] olduğuna bir imzadır.

Evet, bir kelâm, “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti [yüce] ve belâğati [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tezahür etmesi noktasından, Kur’ân’ın misli [benzer] olamaz ve ona yetişilemez. Çünkü, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu [yapmacık] ihsas [hissettirme] edecek bir emare bulunmayan bir mukâlemesi; [konuşma] ve bütün insanların, belki bütün mahlûkatın namına meb’us ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar [namlı, şan ve şöhret sahibi] muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i imanı [imanın kuvveti ve genişliği] koca İslâmiyeti tereşşuh [sızma/sızıntı] edip sahibini Kab-ı Kavseyn [Cenab-ı Hakka en yakın olan makam; Peygamberimiz Miracda [Allah’ın huzuruna yükselme] bu makamda bizzat Allah’la görüşmüştür] makamına çıkararak muhatab-ı Samedâniyeye [Allah’ın muhatabı] mazhariyetle nüzul eden; ve saadet-i dâreyne [dünya ve ahiret mutluluğu] dair ve hilkat-i kâinatın [evrenin yaratılışı] neticelerine ve ondaki Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] maksatlara ait mesâili [meseleler] ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi [İslâmın gerçekleri] taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden; ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan San’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’ân-ı Mucizü’l Beyanın elbette mislini [benzer] getirmek mümkün değildir ve derece-i i’câzına [mu’cizelik derecesi] yetişilmez.

Hem, Kur’ân’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâ yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik [dikkatli] binlerle mütefennin [bilgili, fen ilimlerine sahip] ulemanın senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’ân’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri [derin anlamlı söz] ve hâsiyetleri [özellik] ve sırları ve âli [yüce] mânaları ve umûr-u gaybiyenin [gayba ait, bilinmeyen işler] her nev’inden kesretli, [çokluk]

451

gaybî ihbarları izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuz kitabının herbiri, Kur’ân’ın bir meziyetini, bir nüktesini [derin anlamlı söz] kat’î burhanlarla [delil] ispat etmesi; ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi şimendifer [tren] ve tayyare gibi medeniyetin harikalarından çok şeyleri Kur’ân’dan istihraç [çıkarma] eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işârâtını [işaretler] bildiren İşarât-ı Kur’âniye namındaki Birinci Şuâ; [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ve huruf-u Kur’âniye [Kur’ân harfleri] ne kadar muntazam, esrarlı ve mânâlı olduğunu gösteren Rumuzât-ı Semaniye nâmındaki sekiz küçük risaleler; ve Sûre-i Fethin âhirki âyeti beş vech [cihet, yön, taraf] ile ihbar-ı gaybî [bilinmeyen âlemler hakkında haber verme] cihetinde mu’cizeliğini ispat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’ân’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmesi, Kur’ân’ın misli [benzer] olmadığına ve mu’cize ve harika olduğuna ve bu âlem-i şehadette [görünen alem] âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] lisanı ve bir Allâmü’l-Guyûbun [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

İşte, altı noktada ve altı cihette [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] ve altı makamda işaret edilen Kur’ân’ın mezkûr [adı geçen] meziyetleri ve hâsiyetleri [özellik] içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi [nurlu hakimiyet] ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, [kutsal saltanat, egemenlik] asırların yüzlerini ışıklandırarak, zeminin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir [aydınlatma] ederek kemâl-i ihtiramla [tam bir saygı ve hürmet] devam etmesi; hem o hâsiyetleri [özellik] içindir ki, Kur’ân’ın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki [devamlı, kalıcı meyve] vermesi; hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi; ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:

İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’ân, sûrelerinin icmâıyla ve âyâtının ittifakıyla ve envârının [nurlar] tevâfukuyla ve semerat [meyveler] ve âsârının [eserler/asırlar] tetabukuyla, [uygunluk] birtek  

452

Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve sıfât ve esmâsına, delillerle ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imanın [Allah’a inanan] hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh [sızma/sızıntı] etmişler.

İşte, bu yolcunun, Kur’ân’dan aldığı ders-i tevhid [Allah’ın varlık ve birliğinden bahseden ders] ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Yedinci Mertebesinde böyle,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلْقُرْاٰنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ، اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَانِّ، اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ، بِأَلْسِنَةِ مِئَاتِ الْمَلاَيِينَ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ، اَلدَّۤائِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلٰى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ، وَعَلٰى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالزَّمَانِ، وَالْجَارِي حَاكِمِيَّتُهُ اَلْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَخُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ… وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ، وَبِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَبِتَوَافُقِ أَسْرَارِهِ وَأَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَۤائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاٰثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ * 1

denilmiştir.

Sonra, bir fakir insana değil fâni ve muvakkat [geçici] bir tarlayı, bir haneyi, belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi [kalıcı, sürekli mülk] kazandıran ve bir fâni adama ebedî bir hayatın levazımatını [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtaran ve saadet-i sermediyenin [sürekli devam eden mutluluk] hazinesini açan en kıymettar

453

sermaye-i insaniyenin iman olduğunu bilen mezkûr [adı geçen] misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki: “Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın hey’et-i mecmuasına [fertlerinin hepsi; harf, kelime, âyet ve sûre gibi parçaların oluşturduğu birlik] müracaat edip, o da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve eczasından aldığımız dersleri tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] ve tenvir [aydınlatma] etmeliyiz” diye, Kur’ân’dan aldığı geniş ve ihata[herşeyi kuşatma] bir dürbünle baktı, gördü:

Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki, mücessem [cisimleşmiş] bir kitab-ı Sübhânî ve cismânî bir Kur’ân-ı Rabbânî [Rab olan Allah’ın Kur’ân’ı] ve müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] bir saray-ı Samedânî ve muntazam bir şehr-i Rahmânî [rahmet ve merhameti sınırsız olan Allah’ın şehri] suretinde görünüyor. O kitabın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, [ifadeler, sözler] hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sahifeleri ve satırları ve umumunun her vakit mânidarâne mahv u ispatları ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] tağyir [değiştirme] ve tahvilleri, [değişme, dönüşme] icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] ile, bir Alîm-i Külli Şeyin [herşeyi bilen ve herşey ilmi dahilinde olan Allah] ve bir Kadîr-i Külli Şeyin [her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi olan Allah] ve bir Musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelâlin [herşeyi nakışlı ve süslü bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah] ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedâhe [açık bir şekilde] ifade ettikleri gibi, bütün erkân [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] ve envâıyla [tür] ve ecza [bir bütünü oluşturan parçalar, kısımlar] ve cüz’iyatıyla ve sekeneleri [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] ve müştemilâtiyle [içindekiler] ve varidat [gelirler] ve masarıfatıyla [masraflar, giderler] ve onlarda maslahatkârâne [bir fayda gözeterek] tebdilleriyle [başka bir şeyle değiştirme] ve hikmetperverâne tecditleriyle, [yenileme] bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âli [yüce] bir Ustanın ve misilsiz [benzer] bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] mevcudiyetini ve vahdetini [Allah’ın birliği] bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini ispat ediyorlar.

454

Birinci Hakikat: Usulüddin [din usulü, kelâm] ve ilm-i kelâmın dâhi ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin [büyük İslâm filozofları] gördükleri ve hadsiz burhanlarla [delil] ispat ettikleri “hudûs[kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] ve “imkân” hakikatleridir. Onlar demişler ki:

“Madem âlemde ve herşeyde tagayyür [başkalaşım, değişme] ve tebeddül [başkalaşma, değişme] var; elbette fânidir, hâdistir, kadîm [eski] olamaz. Madem hâdistir, elbette onu ihdas [icat etme, yaratma] eden bir Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] var. Ve madem herşeyin zâtında vücudî [varlığa ait, var olmakla ilgili] ve ademî [hiçlikle ilgili] bir sebep bulunmazsa müsâvidir; [eşit] elbette vâcip ve ezelî olamaz. Ve madem muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıl olan devir ve teselsül [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î burhanlarla [delil] ispat edilmiş; elbette öyle bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] mevcudiyeti lâzımdır ki, nazîri [benzer] mümteni, [imkansız] misli [benzer] muhal [bâtıl, boş söz] ve bütün mâadâsı mümkün ve mâsivâ[Allah’ın dışındaki herşey] mahlûku olacak.”

Evet hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] hakikati kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu göz görüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisinin hadsiz efradı [bireyler] bulunan ve herbiri zîhayat [canlı] bir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat [bitkiler] ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir ve neşirlerine [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] medar [kaynak, dayanak] olan ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin harikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a’mâllerini [amel defteri] ve gördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-ı Zülcelâlin himayesi altında, hikmetine emanet eder, sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, Haşr-i Âzamın [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] yüz bin misali ve nümune ve delilleri hükmünde olarak, o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya [diriltme] ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendi yerlerinde emsalleri ve aynen

455

onlara benzeyenleri icad ve ihya [diriltme] olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, [var edilenler, varlıklar] işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 1 âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

Hem heyet-i mecmua [birşeyin geneli, bütün] cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] o kadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta, [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] gayet intizam ve mizanla [ölçü] o kadar nevilerin vefiyatları [vefatlar, ölümler] ve hudûsları [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] oluyor ki, güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat [canlı] kâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.

İşte, bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mîzanla [denge, ölçü] ve muvazene [karşılaştırma/denge] ve intizam ve nizamla ihdas [icat etme, yaratma] ve icad edip Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] maksatlarda ve İlâhî [Allah tarafından olan] gayelerde ve Rahmânî hizmetlerde kadîrâne istimal [çalıştırma, vazifelendirme] ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] istihdam [çalıştırma] eden bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücub-u vücudu [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe [açıkça] güneş gibi, akıllara görünüyor. Hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] mesâilini [meseleler] Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

Amma imkân ciheti ise, o da kâinatı istilâ ve ihâta [kavrayış] etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] bulunsun, büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, [yer] zerrattan [atomlar] seyyarata [gezegenler] kadar her mevcut, mahsus bir zât ve muayyen bir suret ve mümtaz [seçkin] bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahat[amaç, yarar] cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki, o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakış[işleme]

456

ve fârika[ayırıcı özellik, başkalık, birbirine benzememe özelliği] ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın [kişiler] miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit [kararsız, şüpheli] bulunan o masnua [san’at eseri] o has ve muvafık maslahat[amaç, yarar] sıfatları yerleştirmek; hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât [ihtimaller, olması mümkün olan şeyler] içinde mütehayyir, [hayrete düşen] sergerdan, [başı dönmüş] hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inayetli [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz’î [ferdî, küçük] bütün mümkinat [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] adedince ve her mümkünün mezkûr [adı geçen] mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici, ihdas [icat etme, yaratma] edici bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n [belirleyici özellik] Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğine ve en büyük birşey, en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaç kadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle [kolaylıkla] icad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.

Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatıyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler ve Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamiyle ispat ve izah ettiklerinden, onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

Kâinatın heyet-i mecmuasından [birşeyin geneli, bütün] gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispat eden:

İkinci Hakikat: Bu mütemadiyen çalkanan inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve tahavvülâtlar [başka bir hâle geçme, dönüşme] içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat [canlı] ise hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine

457

getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün [yardımlaşma] hakikati görünüyor. Meselâ, unsurları zîhayatın [canlı] imdadına, hususan bulutları, nebatatın [bitki] mededine ve nebatatı [bitki] dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine [yardım] ve memelerin kevser [Cennette bulunan bir havuz] gibi sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların [canlı] iktidarları haricindeki pek çok hâcetleri [ihtiyaç] ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrât-ı taamiye dahi hüceyrat[hücrecikler] bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshir-i Rabbânî [herşeyin Rabbi olan Allah’ın herşeye boyun eğdirmesi] ile ve istihdam[çalıştırma] Rahmânî ile, hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-Âlemînin [âlemlerin Rabbi olan Allah] umumî ve rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] rububiyetini [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] gösteriyorlar.

Evet; câmid [cansız] ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârâne, [şefkat dolu] şuurdarâne [şuurlu bir şekilde] vaziyet gösteren muavenetçiler, [yardım] elbette gayet Rahîm ve Hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] bir Rabb-i Zülcelâlin [sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah] kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.

İşte, kâinatta câri olan teavün[yardımlaşma] umumî, seyyarattan [gezegenler]zîhayatın [canlı] âzâ ve cihazat ve zerrât-ı bedeniyesine kadar kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile; ve semâvâtın yaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin; [süsleme] ve kehkeşandan [samanyolu galaksisi] ve manzume-i şemsiyeden [güneş sistemi] tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim; ve güneş ve kamerden [ay] ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif [görevlendirme] gibi pek büyük hakikatlerin, büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkil ederler.

458

Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispat ve izah etmiş; biz burada bu kısacık işaretle iktifa [yetinme] ederiz.

İşte, dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye [iman dersi] kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Sekizinci Mertebesinde böyle

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ، اَلْمُمْتَنِعُ نَظِيرُهُ، اَلْمُمْكِنُ كُلُّ مَا سِوَاهُ، اَلْوَاحِدُ اْلاَحَدُ، اَلَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: هذِهِ الْكَۤائِنَاتُ، اَلْكِتَابُ الْكَبِيرُ الْمُجَسَّمُ وَالْقُرْاٰنُ الْجِسْمَانِّىُ الْمُعَظَّمُ وَالْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمُ، وَالْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمُ، بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَاٰيَاتِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَحُرُوفِهِ وَاَبْوَابِهِ وَفُصُولِهِ وَصُحُفِهِ وَسُطُورِهِ، وَاِتِّفَاقِ اَرْكَانِهِ وَاَنْوَاعِهِ وَاَجْزَۤائِهِ وَجُزْئِيَّاتِهِ وَسَكَنَتِهِ وَمُشْتَمِلاَتِهِ وَوَارِدَاتِهِ وَمَصَارِفِهِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَالتَّغَيُّرِ وَاْلاِمْكَانِ، بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَۤاءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ، وَبِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَمُشْتَمِلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ، وَتَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ، وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ: التَّعَاوُنِ، وَالتَّجَاوُبِ، وَالتَّسَانُدِ، وَالتَّدَاخُلِ، وَالْمُوَازَنَةِ، وَالْمُحَافَظَةِ، فِى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ * 1

denilmiştir.

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mîrac-ı imanî ile gaibane marifetten [Allah’ı bilme ve tanıma] hâzırâne [hazırcasına] ve muhatabâne bir makama terakki [ilerleme] eden meraklı ve müştak [arzulu, aşırı istekli] yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:

459

Fâtiha-i [başlangıç] şerifede, başından tâ اِيَّاكَ 1 kelimesine kadar gâibane medh ü senâ ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyle ise, şemsin şuââtı [ışınlar, parıltılar] ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın [her şeyi yaratan Allah] Esmâ-i Hüsnâsıyla [Allah’ın en güzel isimleri] ve sıfât-ı kudsiyesiyle, [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] Onu kàbiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilâtından [ayrıntılar] yalnız iki hakikati icmal [kısaca, özet olarak] ve ihtisar [kısaltma] ile bu risalede beyan edeceğiz.

Birinci Hakikat: Bilmüşahede [görerek ve gözlemleyerek] gözümüzle görünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semâvî ve arzî olan bütün mevcudatı [var edilenler, varlıklar] çeviren ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tecdit [yenileme] eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi; ve o her cihetle hikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rubûbiyet hakikatinin bilbedahe [açıkça] hissedilmesi; ve o her cihetle rahmetfeşan tezahür-ü rububiyet [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] hakikatının içinde, tebarüz-ü ulûhiyet hakikatı bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] bilinmiş olmasıdır.

İşte bu hâkimâne [hükmeder bir şekilde] ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] faaliyet-i daimeden [sürekli çalışma] ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîmin ef’âli, [fiiler, davranışlar] görünür gibi hissedilir.

Ve bu mürebbiyâne [eğiterek] ve müdebbirâne [herşeyi idare ederek] ef’âl-i Rabbâniyeden ve perdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunan esmâ-i İlâhiye, hissedilir derecesinde bedahetle [ap açık bir şekilde] bilinir.

460

Ve bu celâldarâne ve cemâlperverâne cilvelenen Esmâ-i Hüsnâdan [Allah’ın en güzel isimleri] ve perdesinin arkasında, sıfât-ı seb’a-i [yedi sıfat] kudsiyenin ilmelyakîn, [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] belki aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] belki hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde vücutları ve tahakkukları [gerçekleşme] anlaşılır.

Ve bu yedi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatın dahi, bütün masnuatın [san’at eseri] şehadetiyle, hem hayattarâne, hem kadîrâne, hem alîmâne, hem semîâne, [işiterek] hem basîrâne, [görerek] hem müridâne, hem mütekellimâne [konuşan] nihayetsiz bir surette tecellileriyle bilbedahe [açıkça] ve bizzarure [ister istemez, zorunlu olarak] ve biilmelyakîn [ilmî delillerle elde edilen kesinlik] bir mevsuf-u [bir sıfatla nitelenen] Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] ve bir müsemmâ-i Vâhid-i Ehadin ve bir fâil-i Ferd-i Samedin mevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki iman gözüne görünür gibi kat’î bilinir. Çünkü, güzel ve mânidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle, [ap açık bir şekilde] yazmak ve yapmak fiillerini; ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi, bedahetle, [ap açık bir şekilde] yazıcı ve dülger [yapı ustası] namlarını; yazıcı ve dülger [yapı ustası] ünvanları ise, bedahetle, [ap açık bir şekilde] kitabet [yazım] ve dülgerlik [yapı ustası] san’atlarını ve sıfatlarını; ve bu san’at ve sıfatlar, bedahetle, [ap açık bir şekilde] herhalde bir zâtı istilzam [gerektirme] eder ki, mevsuf [bir sıfatla nitelenen] ve sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve müsemmâ [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] ve fâil [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] olsun. Fâilsiz [bir fiili gerçekleştiren; her işi mükemmel şekilde yapan, fiil sahibi Allah] bir fiil ve müsemmâsız [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz [bir sıfatla nitelenen] bir sıfat, san’atkârsız [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir san’at dahi mümkün değildir.

İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat, bütün mevcudâtıyla [varlıklar] beraber, kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış mânidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde, herbiri binler vech [cihet, yön, taraf] ile ve beraber hadsiz vücûh [vecihler, yönler] ile Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin

461

menşeleri olan bin bir esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] hadsiz cilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı [kaynak] olan yedi sıfât-ı Sübhâniyenin nihayetsiz tecellîleriyle, o yedi muhit ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatların madeni ve mevsufu [bir sıfatla nitelenen] olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta [var edilenler, varlıklar] bulunan bütün hüsünler, [güzellik] cemâller, kıymetler, kemâller dahi, ef’âl-i Rabbâniyenin ve esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] ve sıfât-ı Samedâniyenin ve şuûnât-ı Sübhâniyenin, [her türlü eksiklikten sonsuz derecede münezzeh olan Allah’ın Zâtına mahsus özellikleri] kendilerine lâyık ve muvafık kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemâllerine ve kemâllerine ve hepsi birden Zât-ı Akdesin [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] cemâline ve kemâline bedahetle [ap açık bir şekilde] şehadet ederler.

İşte, faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] hakikati, ilim ve hikmetle halk ve icad ve sun’ [sanat] ve ibdâ, [Allah’ın bir şeyi hiçten, yoktan ve benzersiz yaratması] nizam ve mizan [ölçü] ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, [çekip çevirme] kast ve irade ile tahvil [değişme, dönüşme] ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ve tenzil [indirme] ve tekmil, [mükemmelleştirme, geliştirme] şefkat ve rahmetle it’âm [nimet vermek, yedirip içirme] ve in’âm [nimet verme] ve ikram ve ihsan [bağış] gibi şuûnâtıyla [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ve tasarrufatıyla [dilediği gibi kullanma ve idare etme] kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet [Allah’ın terbiye ediciliğinin tezahürü, görünmesi] hakikatı içinde bedahetle [ap açık bir şekilde] hissedilen ve bulunan ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] tebarüz hakikatı dahi, Esmâ-i Hüsnânın [Allah’ın en güzel isimleri] rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde] cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübûtiye olan “hayat, ilim, kudret, irade, sem’, [işitme] basar [görme] ve kelâm” sıfatlarının celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] ve cemâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.

462

Evet, nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] tanıttırır. Öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem [cisimleşmiş] kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] bildirir ve kâinatı baştan başa bir furkan-ı cismânî mahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelâli [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] tavsif [bir sıfatla niteleme] ve tarif eder.

Ve ilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizan[ölçü] olan bütün masnuat [sanat eseri] miktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve tezyin [süsleme] ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince, mevsufları [bir sıfatla nitelenen] olan birtek Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] bildirir.

Ve hayat sıfatı ise, kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizan[ölçü] ve ziynetli suretler, haller ve sair sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna [gerçekleşme] delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları [canlı] şahit göstererek Zât-ı Hayy-ı Kayyûmu [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] bildirir. Ve kâinatı, serbeser [baştan başa] her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları [işleme] göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküp [birleşme] eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kâinat kadar, Zât-ı Akdesi [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah] bildirir, tanıttırır.

Hem o sıfatlar Zât-ı Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna [gerçekleşme] ve o Zâtın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle [ap açık bir şekilde] delâlet ederler. Çünkü, bilmek, hayatın alâmeti; işitmek, dirilik emâresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir; ihtiyarî [isteğe ait, iradeye bağlı, kendi isteğiyle tercih etme] iktidar, zîhayatlarda [canlı] bulunur; tekellüm [konuşma] ise, bilen dirilerin işidir.

İşte, bu noktalardan anlaşılır ki, hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun [bir sıfatla nitelenen] vücudunu bildiren burhanları [delil] vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı [kaynak] ve İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] masdarı [fiillerin asıl kökü] ve medarı [kaynak, dayanak] olmuştur. Risale-i

463

Nur bu birinci hakikatı kuvvetli burhanlarla [delil] ispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkûr [adı geçen] katre [damla] ile şimdilik iktifa [yetinme] ediyoruz.

İkinci Hakikat: Sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen tekellüm-ü İlâhîdir.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى 1 âyetinin sırrıyla, kelâm-ı İlâhî [Allah’a ait söz, konuşma] nihayetsizdir. Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelînin [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] mevcudiyetine ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eder.

Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti, bu risalenin On Dördüncü ve On Beşinci Mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] cihetiyle; ve geniş bir şehadeti dahi, Onuncu Mertebesinde işaret edilen kütüb-ü mukaddese-i [kutsal kitaplar] semâviye cihetiyle, ve çok parlak ve câmi’ [kapsamlı] bir diğer şehadeti dahi On Yedinci Mertebesinde Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehadetini o mertebelere havale edip, o hakikati mu’cizâne ilân eden ve şehadetini sair hakikatlerin şehadetleriyle beraber ifade eden

شَهِدَ اللهُ أَنَّهُ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَ أُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ إِلٰهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 2

âyet-i muazzamanın envârı [nurlar] ve esrarı bizim bu yolcuya kâfi [yeterli] ve vâfi [yeterli] gelmiş ki, daha ileri gidememiş.

İşte, bu yolcunun bu makam-ı kudsîden [kutsal makam, derece] aldığı dersin kısa bir meâline bir işaret olarak, Birinci Makamın On Dokuzuncu Mertebesinde,

لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ، لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنٰى، وَلَهُ الصِّفَاتُ الْعُلْيَا،

464

وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى، اَلَّذِي دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ، بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةِ، وَجَمِيعِ اَسْمَۤائِهِ الْحُسْنٰى اَلْمُتَجَلِّيَةِ، وَبِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُونَاتِهِ وَاَفْعَالِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ، بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ، فِى دَوَامِ الْفَعَّالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ، بِفِعْلِ اْلاِيجَادِ وَالْخَلْقِ وَالصُّنْعِ وَاْلاِبْدَاعِ بِاِرَادَةٍ وَقُدْرَةٍ، وَبِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَحِكْمَةٍ، وَبِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَالتَّنْظِيمِ وَالْمُحَافَظَةِ وَاْلاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ، وَبِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَالْمُوَازَنَةِ. وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ إِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارِ: شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ وَ اُولُوا الْعِلْمِ قَۤائِمًا بِالْقِسْطِ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 1

denilmiştir.

ba

465

Üçüncü Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan bu Münacât Risalesi, Âyetü’l-Kübra ve beş altı risaleler ile birlikte Kastamonu’da telif [kaleme alma] edilmiştir. Üstadın Kastamonu’daki hayatının seyrine ve meşguliyetine ve hizmetinin hangi meseleler etrafında döndüğüne parlak bir nümunedir. Evet, Said Nursî, bu risalelerdeki hakikatların delâletiyle, millet ve İslâmiyet için en elzem hizmet olan imanın takviyesi için çalışıyordu.

ba

 Mukaddime

Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye1, [iman delili] vücub-u vücuda [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdâniyete [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] delâlet ettiği gibi, hem delâil-i kat’iye [kesin deliller] ile rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ihatasına [herşeyi kuşatma] ve kudretinin azametine delâlet eder. Hem hâkimiyetinin ihatasına [herşeyi kuşatma] ve rahmetinin şümulüne [kapsam] dahi delâlet ve ispat eder. Hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını [herşeyi kuşatma] ve ilminin şümulünü [kapsam] ispat eder.

Elhasıl, [kısaca, özetle] bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyenin [iman delili] herbir mukaddimesinin [başlangıç] sekiz neticesi var. Sekiz mukaddimelerin [başlangıç] herbirinde, sekiz neticeyi delilleriyle ispat eder ki, bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyede [iman delili] yüksek meziyetler vardır.

Said Nursî

ba

466

 Münâcât

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

إِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَۤا أَنْزَلَ اللهُ مِنْ السَّمَۤاءِ مِنْ مَۤاءٍ فَأَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَۤابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * 1

İlâhî [Allah tarafından olan] ve yâ Rabbî, [ey bütün varlıkları terbiye ve idare eden Allah’ım]

Ben imanın gözüyle ve Kur’ân’ın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin [Allah’ın her şeyi hikmetle yaptığını bildiren ismi] göstermesiyle görüyorum ki, semâvâtta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki, böyle intizamıyla Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.

467

Ve hiçbir ecram-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, Senin rubûbiyetine [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadeti ve işareti olmasın.

Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzun [ölçülü] hilkatiyle, [yaratılış] muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşabehet [benzeme] sikkesiyle [mühür] Senin haşmet-i ulûhiyetine [Allah’ın ilâhlığının büyüklüğü, haşmeti] ve vahdâniyetine [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] işaret ve şehadette bulunmasın.

Ve on iki seyyareden [gezegen] hiçbir seyyare [gezegen] yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle [boyun eğdirilmiş] ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle [uydu] Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ve saltanat-ı ulûhiyetine [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] işaret etmesin.

Evet, gökler sekeneleriyle, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] herbiri tek başıyla şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] derece-i bedahette, [apaçıklık derecesi] ey zemin ve gökleri yaratan Yaratıcı, Senin vücub-u vücûduna öyle zâhir şehadet, ve ey zerrâtı [atomlar] muntazam mürekkebatıyla [yazı için kullanılan sıvı] tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare [gezegen] yıldızları manzum [düzenli] peykleriyle [uydu] döndüren, emrine itaat ettiren, Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nuranî burhanlar [delil] ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler.

Hem bu sâfi, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve fevkalâde sür’atli ecramıyla [büyük cisimler] muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, Senin rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine zâhir delâlet ve hadsiz semâvâtı ihâta [kavrayış] eden hâkimiyetinin ve herbir zîhayatı [canlı] kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret ve bütün mahlûkat-ı semâviyenin [gökteki yaratıklar] bütün işlerine ve keyfiyetlerine taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin herşeye ihatasına [herşeyi kuşatma] ve hikmetinin her işe şümûlüne [kapsam] şüphesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delâlet o kadar

468

zâhirdir ki, güya yıldızlar, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş nuranî delilleridirler.

Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki [uzay] yıldızlar ise, mutî [emre uyan] neferler, [asker] muntazam sefineler, [gemi] harika tayyareler, acâip lâmbalar gibi vaziyetiyle, Senin saltanat-ı ulûhiyetinin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] şâşaasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından [bireyler] bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde [gezegen] ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtarıyla güneşin sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.

Ey Vâcibü’l-Vücûd, ey Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah]

Bu harika yıldızlar, bu acîp güneşler, aylar, Senin mülkünde, Senin semâvâtında, Senin emrinle ve kuvvetin ve kudretinle ve Senin idare ve tedbirinle teshir [boyun eğdirme] ve tanzim ve tavzif [görevlendirme] edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, [gökteki büyük cisimler, yıldızlar] kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden bir tek Halıka [her şeyi yaratan Allah] tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ı hal [beden dili] ile Sübhânallah, Allahu Ekber derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederim.

Ey şiddet-i zuhurundan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ey Kàdir-i Mutlak,

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tâlimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar Senin mevcudiyetine ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ederler. Öyle de, cevv-i semâ, [gökyüzü] bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları [gök gürültüsü] ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ederler.

469

Evet, câmid, [cansız] şuursuz bulut, âb-ı hayat [hayat suyu] olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların [canlı] imdadına göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetin iledir; karışık tesadüf karışamaz.

Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevâid-i tenviriyesine [aydınlatmanın, nurlandırmanın faydaları] işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki [uzay] kudretini güzelce tenvir [aydınlatma] eder.

Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca feza[uzay] konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat [gök gürültüsü] dahi, lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile konuşarak Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] edip, rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] şehadet eder.

Hem zîhayatların [canlı] yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları [nefisler] rahatlandırmak gibi çok vazifelerle tavzif [görevlendirme] edilen rüzgârlar dahi, cevvi âdeta bir hikmete binaen “Levh-i mahv ve isbat” ve “yazar, ifade eder sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine [Allah’ın güç ve iktidarıyla faaliyette bulunması] işaret ve Senin vücûduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara [canlı] gönderilen rahmet dahi, mevzun, [ölçülü] muntazam katreleri [damla] kelimeleriyle Senin vüs’at-ı rahmetine [rahmetin genişliği, büyüklüğü] ve geniş şefkatine şehadet eder.

Ey Mutasarrıf-ı Fa’âl [her zaman Zâtına has ve lâyık iş yapan, daima faaliyette bulunan, idâre eden ve tasarrufta bulunan Cenâb-ı Hak] ve ey Feyyâz-ı Müteâl, [hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan çok bereket ve bolluk veren yüce Allah]

Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet eden bulut, berk, [şimşek] ra’d, [gök gürültüsü] rüzgâr, yağmur, birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] birbirine muhalif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler.

Hem koca feza[uzay] bir mahşer-i acâip yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulandırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve herbir şeye şümulüne [kapsam] şehadet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün

470

mahlûkata cevv [atmosfer, yer ile gök arası] perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve herşeye yetişmelerine delâlet eder.

Hem fezadaki [uzay] hava o kadar hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] vazifelerde istihdam [çalıştırma] ve bulut ve yağmur, o kadar alîmâne faidelerde istimâl [kullanma] olunur ki, herşeye ihâta [kavrayış] eden bir ilim ve herşeye şâmil [içine alan] bir hikmet olmazsa, o istimal, [çalıştırma, vazifelendirme] o istihdam [çalıştırma] olamaz.

Ey Fa’âlün [çok işleyen, daima faaliyette bulunan Allah] limâ Yürid,

Cevv-i fezadaki [uzay boşluğu] faaliyetinle her vakit bir nümune-i haşir [dirilme örneği] ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misil[benzer] şuûnatta [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] bulunan kudretin, dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuûnat-ı sermediyeyi [sonsuz olan Allah’ın zâtına mahsus işleri] gösterecek işaretini veriyor.

Ey Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]

Cevv-i fezadaki [uzay boşluğu] hava, bulut ve yağmur, berk [şimşek] ve ra’d [gök gürültüsü] Senin mülkünde, Senin emrin ve havlinle, [güç] Senin kuvvet ve kudretinle musahhar [boyun eğdirilmiş] ve vazifedardırlar. Mahiyetçe [nitelikçe, özellikçe] birbirinden uzak olan bu feza [uzay] mahlûkatı, gayet sür’atli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren Âmir ve Hâkimlerini takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederek rahmetini medh ü senâ ederler.

Ey arz ve semâvâtın Hâlık-ı Zülcelâli,

Senin Kur’ân-ı Hakîminin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] talimiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın dersiyle iman ettim ve bildim ki:

Nasıl semâvât yıldızlarıyla ve cevv-i feza [uzay boşluğu] müştemilâtıyla [içindekiler] Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve Senin birliğine ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyorlar. Öyle de, arz, bütün mahlûkatıyla ve ahvâliyle [haller] Senin mevcudiyetine ve vahdetine, [Allah’ın birliği] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince şehadetler ve işaretler ederler.

471

Evet, zeminde hiçbir tahavvül [başka bir hâle geçme, dönüşme] ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını [bir tür elbise] değiştirmek gibi hiçbir tebeddül—cüz’î olsun, küllî olsun—yoktur ki, intizamıyla Senin vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret etmesin.

Hem hiç bir hayvan yoktur ki, zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] rızkıyla ve yaşamasına lüzumlu bulunan cihazatın hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] verilmesiyle, Senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın.

Hem her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat [bitkiler] ve hayvanâttan hiçbir tanesi yoktur ki, san’at-ı acîbesiyle [hayrette bırakan ve hayranlık veren san’at] ve lâtif [berrak, şirin, hoş] ziynetiyle ve tam temeyyüzüyle [benzerlerinden farklı ve üstün olmak] ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle [ölçülü] Seni bildirmesin.

Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat [bitkiler] ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri, mahdut [sınırlanmış] ve maddeleri bir ve müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden [damla] ve habbe [dane, tohum] ve habbeciklerden ve çekirdeklerden yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i fârikalı olarak yaratılışları, Sâni-i Hakîmlerinin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır.

Hem, hava, su, nur, ateş toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuursuzluklarıyla beraber şuurkârâne, [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] mükemmel vazifeleri görmesiyle; basit ve istilâ edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi [çeşit çeşit] meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan [gayb hazinesi] getirmesiyle, Senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.

Ey Fâtır-ı Kàdir, [herşeye gücü yeten ve yoktan var eden yaratıcı; Allah (c.c.)] ey Fettâh-ı Allâm, [herşeyi en ince ayrıntılarına varıncaya kadar bilen ve her şeye ayrı ayrı sûretler veren; Allah] ey Fa’âl-i [çok işleyen, daima faaliyette bulunan Allah] Hallâk, [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah]

Nasıl arz bütün sekenesiyle [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olduğuna şehadet eder. Öyle de, Senin—ey Vâhid-i Ehad, [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] ey Hannân-ı Mennân, [rahmetlerin en hoş cilvesini kullarına bağışlayan ve sonsuz minnete lâyık olduğunu gösterecek şekilde kullarını nimetlendiren Allah] ey Vehhâb-ı Rezzâk—vahdetine [çok bağışta bulunan ve bütün yaratılmışların rızkını veren; Allah] ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle [mühür] ve sekenesinin [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] yüzlerindeki  

472

sikkeleriyle [mühür] ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde, Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet, belki mevcudat [var edilenler, varlıklar] adedince şehadetler eder.

Hem nasıl, zemin bir ordugâh, bir meşher, [sergi] bir talimgâh vaziyetiyle ve nebatat [bitkiler] ve hayvanât fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, Senin rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetine ve kudretinin herşeye yetişmesine delâlet eder. Öyle de, hadsiz bütün zîhayatın [canlı] ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine, kuru ve basit bir topraktan, rahîmâne, [şefkatle, merhametli bir şekilde] kerîmâne [çok cömert bir şekilde] verilmesi ve hadsiz o efradın [bireyler] kemâl-i musahhariyetle [emirlere eksiksiz olarak boyun eğme] evâmir-i Rabbâniyeye [Allah’ın idare ve terbiyeye dair emirleri (r-b-b)] itaatleri, rahmetinin herşeye şümulünü [kapsam] ve hâkimiyetinin herşeye ihatasını [herşeyi kuşatma] gösteriyor.

Hem zeminde değişmekte bulunan mahlûkat kàfilelerinin sevk ve idareleri, mevt [ölüm] ve hayat münavebeleri [nöbetleşe hareket etme] ve hayvan ve nebatatın [bitki] idare ve tedbirleri dahi, herşeye taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden bir ilimle ve herşeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.

Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve mânevî cihazat ile techiz edilen ve zemin mevcudatına [var edilenler, varlıklar] tasarruf eden insan için, bu talimgâh-ı dünyada [öğrenim yeri olan dünya] ve bu muvakkat [geçici] ordugâh-ı zeminde [ordunun barınıp konakladığı yer; dünya] ve bu muvakkat [geçici] meşherde [sergi] bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiye edişinin tecellileri, yansımaları] bu hadsiz hitabât-ı Sübhâniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlâhiye, [Allah’ın lûtuf ve bağışları] elbette ve herhalde, bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belâlı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki, ancak başka ve ebedî

473

bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] için olabildiği cihetinden, âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] bulunan ihsânat-ı uhreviyeye [âhiretteki ihsanlar, bağışlar] işaret, belki şehadet eder.

Ey Hâlık-ı Küllî Şey,

Zeminin bütün mahlûkatı, Senin mülkünde, Senin arzında, Senin havl [güç] ve kuvvetinle ve Senin kudretin ve iradetinle ve ilmin ve hikmetinle idare olunuyorlar ve musahhardırlar. [boyun eğdirilmiş] Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] öyle ihata [herşeyi kuşatma] ve şümul [kapsam] gösteriyor ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzî [bölünme, parçalanma] kabul etmeyen bir küll [bütün] ve inkısamı [bölünme, kısımlara ayrılma] imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rubûbiyet [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] olduğunu bildiriyor. Hem zemin bütün sekenesiyle [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] beraber, lisan-ı kàlden [dille söyleyerek] daha zâhir hadsiz lisanlarla Halıkını [her şeyi yaratan Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle [beden dili] Rezzâk-ı Zülcelâlinin [bütün varlıklara rızkını veren ve sonsuz haşmet sahibi Allah] hamd ve medh ü senâsını ediyorlar…

Ey şiddet-i zuhurundan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar [gizlenme, perdelenme] etmiş olan Zât-ı Akdes, [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]

Zeminin bütün takdisat [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbihatıyla, Seni kusurdan, aczden, şerikten takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve bütün tahmidat [Allah’ı öven ve Ona şükürlerini sunan sözler] ve senâlarıyla Sana hamd ve şükrederim.

Ey Rabbu’l-Berri ve’l-Bahr, [karaların ve denizlerin Rabbi olan Allah]

Kur’ân’ın dersiyle ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle anladım ki:

Nasıl gökler ve feza [uzay] ve zemin, Senin birliğine ve varlığına şehadet ederler. Öyle de, bahirler, [açık, berrak] nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesinde şehadet ederler.

474

Evet, bu dünyamızın menba-ı acâip [hayrette bırakan kaynaklar] buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcut, hattâ hiçbir katre [damla] su yoktur ki, vücuduyla, intizamıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] bildirmesin.

Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garip mahlûklardan [varlıklar] ve hilkatleri gayet muntazam hayvanât-ı bahriyeden, [denizde yaşayan hayvanlar] hususan bir tanesi bir milyon yumurtacıklarıyla denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki, hilkatiyle [yaratılış] ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve rezzâkına [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] şehadet etmesin.

Hem denizde, kıymettar, hâsiyetli, [özellik] ziynetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki, güzel hilkatiyle [yaratılış] ve câzibedar fıtratıyla ve menfaatli hâsiyetiyle [özellik] Seni tanımasın, bildirmesin.

Evet, onlar birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte [yaratılış mührü] birlik ve icatça gayet kolay ve efratça [fertler] gayet çokluk noktalarından Senin vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ettikleri gibi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı [yer küre, dünya] kuşatan muhit denizlerini muallâkta [yüce] durdurmak ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istilâ ettirmemek ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi [çeşit çeşit] ve muntazam hayvanâtını ve cevherlerini halk etmek ve erzak vesair umûrlarını [işler] küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek ve yüzünde bulunmak lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, Senin varlığına ve Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olduğuna mevcudatı [var edilenler, varlıklar] adedince işaretler ederek şehadet eder.

Ve Senin saltanat-ı rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] haşmetine ve herşeye muhit olan kudretinin azametine pek zâhir delâlet ettikleri gibi, göklerin fevkindeki [üstünde] gayet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar herşeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet ve intizâmâtıyla [düzenler, tertipler] ve faideleriyle ve  

475

hikmetleriyle ve mizan [ölçü] ve mevzuniyetleriyle, [ölçülü] Senin herşeye muhit ilmine ve herşeye şâmil [içine alan] hikmetine işaret ederler.

Ve Senin bu misafirhane-i dünyada [dünya misafirhanesi] yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatine [hareket etme ve gezme] ve gemisine ve istifadesine musahhar [boyun eğdirilmiş] olması işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden Zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde [sonsuz saltanat merkezi] öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni ve küçük nümuneleridirler. İşte denizlerin böyle gayet harika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle [şaşırtıcı durum] bulunması ve denizlerin mahlûkatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi, bilbedahe [açıkça] gösterir ki, yalnız Senin kuvvetin ve kudretinle ve Senin irade ve tedbirinle, Senin mülkünde, Senin emrine musahhardırlar [boyun eğdirilmiş] ve lisan-ı halleriyle [beden dili] Halıkını [her şeyi yaratan Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] edip Allahu Ekber derler.

Ey dağları zemin sefinesine [gemi] hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelâl, [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîminin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ki, nasıl denizler acâipleriyle Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de, dağlar dahi, zelzele tesiratından zeminin sükûnetine ve içindeki dahilî inkılâbat [büyük değişimler] fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilâsından kurtulmasına ve havanın gazât-ı muzırradan [zararlı gazlar] tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına [biriktirme, depolama] ve zîhayatlara [canlı] lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.

Evet, dağlardaki taşların envâından [tür] ve muhtelif hastalıklara ilâç olan maddelerin aksamından ve zîhayata [canlı] hususan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi [çeşit çeşit] olan madeniyatın [madenler] ecnâsından [cinsler, türler] ve dağları, sahrâları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın [bitki] esnafından [sınıflar] hiçbirisi yoktur ki, tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatiyle, [yaratılış güzelliği] faideleriyle,  

476

hususan madeniyatın [madenler] tuz, limon tuzu, sulfato [kinin; sıtma ilâcı] ve şap [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] gibi sureten [görünüş itibarıyla] birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhalefetiyle [birbirinden çok farklı ve zıt olması] ve bilhassa nebatatın [bitki] basit bir topraktan çeşit çeşit envâlarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] nihayetsiz Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] bedahetle [ap açık bir şekilde] şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasındaki [birşeyin geneli, bütün] vahdet-i idare [idare birliği] ve vahdet-i tedbir [bir elden yönetme] ve menşe ve mesken ve hilkat [yaratılış] ve san’atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet ederler.

Hem nasıl ki dağların yüzünde ve karnındaki masnular, zeminin her tarafında, herbir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mâni olmadan, sair nevilerle beraber karışık iken karıştırmaksızın icadları, Senin rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder. Öyle de, zeminin yüzündeki bütün zîhayat [canlı] mahlûkların [varlıklar] hadsiz hâcetlerini, [ihtiyaç] hattâ mütenevvi [çeşit çeşit] hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihalarını [arzu, istek] tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar [ağaçlar] ve nebatat [bitkiler] ve madeniyatla [madenler] doldurmak ve muhtaçlara teshir [boyun eğdirme] etmek cihetiyle, Senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine [genişlik] delâlet ve toprak tabakatı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde, bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere [ihtiyaç] göre ihzar [hazırlama] edilmeleriyle Senin herşeye taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden ilminin ihatasına [herşeyi kuşatma] ve herbir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne [kapsam] ve ilâçların ihzârâtı [hazırlamalar] ve madenî maddelerin iddihârâtıyla [biriktirmeler, depolamalar] rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde] ve kerîmâne [çok cömert bir şekilde]

477

olan tedâbirinin [tedbirler] mehâsinine [güzellikler] ve inâyetinin [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ihtiyat[dikkat, tedbir] letâifine [duygular] pek zâhir bir surette işaret ve delâlet ederler.

Hem bu dünya hanında misafir yolcular için koca dağları levâzımâtlarına [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat [dikkat, tedbir] deposu ve cihazat ambarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni [depo] olmak cihetinde işaret, belki delâlet, belki şehadet eder ki, bu kadar kerîm [cömert, ikram sahibi] ve misafirperver [misafir ağırlamayı seven] ve bu kadar hakîm [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rububiyetperver [ihtiyaca cevap vermeyi seven ve terbiye etmeyi seven] bir Sâniin, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsânâtının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.

Ey Kàdir-i Külli Şey, [sınırsız güç sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah]

Dağlar ve içindeki mahlûklar [varlıklar] Senin mülkünde ve Senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle musahhar [boyun eğdirilmiş] ve müdahhardırlar. [depolanmış, biriktirilmiş] Onları bu tarzda tavzif [görevlendirme] ve teshir [boyun eğdirme] eden Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbih ederler.

Ey Hâlık-ı Rahmân [her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] ve ey Rabb-i Rahîm, [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîminin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım:

Nasıl ki semâ ve feza [uzay] ve arz ve deniz ve dağ, müştemilât [içindekiler] ve mahlûklarıyla [varlıklar] beraber Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Öyle de, zemindeki bütün ağaç ve nebatat, [bitkiler] yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle Seni bedâhet [açıklık] derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar.

Ve umum eşcârın [ağaçlar] ve nebatatın [bitki] cezbedârâne [kendinden geçerek] hareket-i zikriyede [zikir hareketi] bulunan yapraklarından ve ziynetleriyle Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] isimlerini tavsif [bir sıfatla niteleme] ve tarif eden çiçeklerinden

478

ve letâfet [hoşluk, gözellik] ve cilve-i merhametinden [merhamet cilvesi, görüntüsü] tebessüm eden meyvelerinden herbirisi, tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] olmayan harika san’at içindeki nizam ve nizam içindeki mizan [ölçü] ve mizan [ölçü] içindeki ziynet ve ziynet içindeki nakışlar [işleme] ve nakışlar [işleme] içindeki güzel ve ayrı ayrı kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlarıyla, nihayetsiz Rahîm ve Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] bedâhet [açıklık] derecesinde şehadet ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, [birşeyin geneli, bütün] bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte [yaratılış mührü] müşabehet [benzeme] ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taallûk [ait olma, ilgilendirme] eden icad fiilleri ve Rabbânî [bütün varlıkları terbiye eden ve idaresi ve tasarrufu altında bulunduran Allah’a ait] isimlerde muvafakat ve o yüz bin envâın [tür] hadsiz efradlarını [bireyler] birbiri içinde şaşırmayarak birden idareleri gibi noktalar, o Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bilbedâhe [açık bir şekilde] vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] dahi şehadet ederler.

Hem nasıl ki, onlar Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet ediyorlar. Öyle de, rû-yi zeminde [yeryüzü] dört yüz bin milletlerden teşekkül [kendi kendine oluşma] eden zîhayat [canlı] ordusundaki hadsiz efradın [bireyler] yüz binler tarzda iaşe ve idareleri, şaşırmayarak karıştırmayarak mükemmel yapılmasıyla, Senin rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] vahdâniyetteki [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] haşmetine ve bir baharı bir çiçek kadar kolay icad eden kudretinin azametine ve herşeye taallukuna delâlet ettikleri gibi; koca zeminin her tarafında, hadsiz hayvanatına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksamını ihzar [hazırlama] eden rahmetinin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işler ve in’âmlar [nimetlendirme] ve idareler ve iaşeler ve icraatlar kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] cereyanları ve herşey, hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve musahhariyetleriyle [boyun eğdirilmiş] hâkimiyetinin hadsiz vüs’atine [genişlik] kat’î delâlet etmekle beraber; o ağaçların ve nebatların [bitki] ve herbir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi herbirisinin herbir şeyini, herbir işini bilerek, görerek faidelere, maslahatlara, [amaç, yarar] hikmetlere göre yapılmakla, Senin ilminin herşeye ihatasına [herşeyi kuşatma] ve

479

hikmetinin herşeye şümulune [kapsam] pek zâhir bir surette delâlet ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler. Ve Senin gayet kemâldeki cemâl-i san’atına [Allah’ın san’atının güzelliği] ve nihayet cemâldeki kemâl-i nimetine [nimetin tam ve mükemmel olması] hadsiz dilleriyle senâ ve medhederler.

Hem bu muvakkat [geçici] handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar [ağaçlar] ve nebatatın [bitki] elleriyle, bu kadar kıymettar ihsanlar [bağış] ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar, işaret belki şehadet eder ki, misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr [lûtfeden, bağışlayan] Zât-ı Rahîm, [rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat merhamet sahibi Zât; Allah] bütün ettiği masrafı ve ihsanı, [bağış] Kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlûkat tarafından “Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi idam [hiçlik, yokluk] etti” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı ulûhiyetini [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] iskat [düşürme] etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak [arzulu, aşırı istekli] dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve herhalde, ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî cennetlerinde, ebedî ve cennete lâyık bir surette meyvedar eşcar [ağaçlar] ve çiçekli nebatlar [bitki] ihzar [hazırlama] etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için nümunelerdir.

Hem ağaçlar ve nebatlar, [bitki] umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve tesbih ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ettikleri gibi, o kelimelerden herbirisi dahi ayrıca Seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] eder. Hususan meyvelerin bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir surette, etleri çok muhtelif, san’atları çok acip, çekirdekleri çok harika olarak yapılarak o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve nebatların [bitki] başlarına koyarak zîhayat [canlı] misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ı hal [beden dili] olan tesbihatları, zuhurca [açık mânâsı itibarıyla] lisan-ı kâl derecesine çıkar. Bütün onlar Senin mülkünde, Senin kuvvet ve kudretinle, Senin irade ve ihsanatınla, [bağış] Senin rahmet ve hikmetinle musahhardırlar [boyun eğdirilmiş] ve Senin herbir emrine mutîdirler. [emre uyan]

480

Ey şiddet-i zuhurundan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden [büyüklüğün sonsuz ve daimî oluşu] tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] ve Hâlık-ı Rahîm, [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah]

Bütün eşcar [ağaçlar] ve nebatatın, [bitki] bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle Seni kusurdan, aczden, şerikten takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ederek hamd ü senâ ederim.

Ey Fâtır-ı Kadîr, [herşeye gücü yeten yaratıcı, Allah] ey Müdebbir-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yaratan ve herşeyi idare eden Allah] ey Mürebbî-i Rahîm, [herşeyi hikmetle yapan, terbiye edici Allah]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ve iman ettim ki nasıl nebatat [bitkiler] ve eşcar [ağaçlar] Seni tanıyorlar, Senin sıfât-ı kudsiyeni [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] ve Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] bildiriyorlar. Öyle de, zîhayatlardan [canlı] ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki; cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dahilî ve haricî âzâlarıyla ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mîzan [denge, ölçü] ve gayet mühim faidelerle yerleştirilen âlât [aletler] ve duygularıyla ve cesedinde gayet san’atlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş [döşeme] ve gayet dikkatli bir muvazene [karşılaştırma/denge] içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, [bedendeki organlar] Senin vücûb-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve sıfatlarının tahakkukuna [gerçekleşme] şehadet etmesin. Çünkü, bu kadar basîrâne [görerek] nazik san’at ve şuurkârâne [şuurlu bir şekilde, bilerek ve anlayarak] ince hikmet ve müdebbirâne [herşeyi idare ederek] tam muvazeneye, [karşılaştırma/denge] elbette kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesadüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül [kendi kendine oluşma] edip öyle olması ise, yüz derece muhâl [imkansız] içinde muhâldir. Çünkü, o halde herbir zerresi, herbir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, [kendi kendine oluşma] belki dünyada alâkadar olduğu herşeyini bilecek, görecek, yapabilecek, âdeta ilâh gibi ihata[herşeyi kuşatma] bir ilmî ve kudreti bulunacak, sonra teşkil-i ceset [cesedi oluşturma, meydana getirme] ona havale edilir ve “kendi kendine oluyor” denilebilir.

Ve heyet-i mecmuasındaki [birşeyin geneli, bütün] vahdet-i tedbir [bir elden yönetme] ve vahdet-i idare [idare birliği] ve vahdet-i nev’iye [aynı türden olma]

481

ve vahdet-i cinsiye [cins birliği] ve umumun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i fıtratta [yaratılış mührü] birlik ve herbir nev’in efradı [bireyler] simalarında görülen sikke-i hikmette [hikmet mührü] ittihad [birleşme] ve iaşede ve icadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, Senin vahdetine [Allah’ın birliği] kat’î şehadette bulunmasın ve herbir ferdinde kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet [Allah’ın birliği] içinde, Senin ehadiyetine işareti olmasın.

Hem nasıl ki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envâı, [tür] muntazam bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve musahhariyetle [boyun eğdirilmiş] ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] emirleri intizamla cereyanlarıyla o rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] derece-i haşmetine [heybet ve görkemin derecesi] ve gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet san’atlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlarıyla, kudretinin derece-i azametine [büyüklük derecesi] delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, [doğudan batıya] şimalden [kuzey] cenuba [güney] kadar yayılan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs’atine [genişlik] ve herbiri emirber [emre hazır] nefer [asker] gibi vazife-i fıtriyesini [yaratılıştan gelen görev] yapmak ve zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silâha [silâh altı] alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine kat’î delâlet ederler.

Hem nasıl ki hayvanâttan herbirisi kâinatın bir küçük nüshası ve bir misal-i musağğarı [küçültülmüş nümune] hükmünde gayet derin bir ilim ve gayet dakik [derin ve ince] bir hikmetle, karışık eczaları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretlerini şaşırmayarak hatasız, sehivsiz, [hatasız] noksansız yapılmalarıyla, ilminin herşeye ihatasına [herşeyi kuşatma] ve hikmetinin herşeye şümulüne, [kapsam] adetlerince işaretler ederler. Öyle de, herbiri birer mu’cize-i san’at [san’at mu’cizesi] ve birer harika-i hikmet [hikmet harikası] olacak kadar san’atlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin san’at-ı Rabbâniyenin [Allah’ın san’atı] kemâl-i hüsnüne ve gayet

482

derecede güzelliğine işaret ve herbirisi, hususan yavrular, gayet nazdar, [nazlı] nâzenin [ince, narin, duyarlı] bir surette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, Senin inayetinin [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] gayet şirin cemâline hadsiz işaretler ederler.

Ey Rahmânürrahîm, ey Sâdıku’l-Va’di’l-Emîn, [vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; vaadinin doğruluğundan emin olunan Allah] ey Mâlik-i Yevmiddîn, [kıyamet gününün sahibi olan Allah]

Senin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmının tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîminin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] irşadıyla [doğru yol gösterme] anladım ki:

Madem kâinatın en müntehap [seçilmiş] neticesi hayattır. Ve hayatın en müntehap [seçilmiş] hülâsa[esas, öz] ruhtur. Ve zîruhun [ruh sahibi] en müntehap [seçilmiş] kısmı zîşuurdur. [akıl ve şuur sahibi] Ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] en camii insandır. Ve bütün kâinat ise hayata musahhardır [boyun eğdirilmiş] ve onun için çalışıyor. Ve zîhayatlar [canlı] zîruhlara [ruh sahibi] musahhardır; [boyun eğdirilmiş] onlar için dünyaya gönderiliyorlar. Ve zîruhlar [ruh sahibi] insanlara musahhardır; [boyun eğdirilmiş] onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] pek ciddî severler ve Hâlıkları [her şeyi yaratan Allah] onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir. Ve insanın istidadı [kabiliyet] ve cihazat-ı mâneviyesi, [mânevî donanım] başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor. Ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle bekà istiyor ve lisanı, hadsiz dualarıyla bekà için Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] yalvarıyor. Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub [sevimli/sevgili] ve muhib [Allah’ı seven] olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adâvetle [düşmanlık] gücendirmek olamaz ve kàbil [gibi] değildir.

Belki, başka bir ebedî âlemde mes’udâne [mutlu bir şekilde] yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecellî eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] onların âyinesi [aynası] olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar [erişme, nail olma] olacaklarına işaret ederler.

Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru [bilinçli varlıkların aynası] bâki olmak lâzım gelir.

Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymanî (a.s.) ve Neml‘i [karınca]

483

ve Nâka-i Salih (a.s.) ve kelb-i [köpek] Ashâb-ı Kehf1 gibi bazı efrad-ı mahsusa [özel fertler] hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in, arasıra istimâl [kullanma] için birtek cesedi bulunacağı, rivâyet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rubûbiyet [Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] öyle iktiza [bir şeyin gereği] ederler.

Ey Kàdir-i Kayyûm, [ezelden ebede kadar bütün varlıkları ayakta tutan sonsuz kudret sahibi, Allah]

Bütün zîhayat, [canlı] zîruh, [ruh sahibi] zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] Senin mülkünde, yalnız Senin kuvvet ve kudretinle ve ancak Senin irade ve tedbirlerinle ve rahmet ve hikmetinle, rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] emirlerine teshir [boyun eğdirme] ve fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazifelerle tavzif [görevlendirme] edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi [üstün gelme] için değil, belki fıtraten insanın zaafı [zayıflık, güçsüzlük] ve aczi için rahmet tarafından ona musahhar [boyun eğdirilmiş] olmuşlar. Ve lisan-ı hal [beden dili] ve lisan-ı kàl [dille söyleyerek] ile Sânilerini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] ve Mâbudlarını [ibadet edilen] kusurdan, şerikten takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ve nimetlerine şükür ve hamd ederek, herbiri ibadet-i mahsusasını [kendine özgü ibadet] yapıyorlar.

Ey şiddet-i zuhurundan [açık seçik olma ve açığa çıkma derecesinin şiddeti ve kuvveti] gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zât-ı Akdes, [bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allah]

Bütün zîruhların [ruh sahibi] tesbihatıyla seni takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] etmek, niyet edip

سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَۤاءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّ * 2

diyorum.

Yâ Rabbe’l-Âlemîn, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah]İlâhe’l-Evvelîne ve’l-Âhirin, [başlangıç ve sonun ilâhı, Allah]Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, [göğün ve yerin Rabbî, Allah]

Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın talimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ve iman ettim ki:

484

Nasıl sema, feza, [uzay] arz, berr [kara] ve bahr, [deniz] şecer, [ağaç] nebat, [bitki] hayvan, efradıyla, [bireyler] eczasıyla, zerrâtıyla [atomlar] Seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de, kâinatın hülâsa[esas, öz] olan zîhayat [canlı] ve zîhayatın [canlı] hülâsa[esas, öz] olan insan ve insanın hülâsa[esas, öz] olan enbiya, [nebiler, peygamberler] evliya, asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] hülâsa[esas, öz] olan kalblerinin ve akıllarının müşahedat [gözlem yapmalar] ve keşfiyat [keşifler] ve ilhamat [ilhamlar] ve istihracatıyla [çıkarma] yüzer icma [bir mesele hakkında İslâm âlimlerinin görüş birliğine varması] ve yüzer tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde bir kat’iyetle, Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve Senin vahdâniyet [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şehadet edip ihbar ediyorlar, mu’cizat ve kerâmât [Allah’ın bir ikramı olarak, Onun sevgili kullarında görülen olağanüstü hâl ve hareketler] ve yakînî burhanlarıyla [delil] haberlerini ispat ediyorlar.

Evet, kalblerde, perde-i gaybda [gayb perdesi] ihtar edici bir Zâta bakan hiç bir hâtırat-ı gaybiye [gaybtan gelen hatıralar, mânevî bilgiler] ve ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] edici bir Zâta baktıran hiç bir ilhâmât-ı sâdıka; [doğru ilhamlar] ve hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] sûretinde sıfât-ı kudsiye [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] ve Esmâ-i Hüsnâ[Allah’ın en güzel isimleri] keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne; [şüphesiz ve kesin olarak bilme] ve enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyada, bir Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] envârını [nurlar] aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ile müşahede eden hiçbir nuranî kalp; [sahte para] ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve sıddîkînde, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] bir Hâlık-ı Küll-i Şey‘în [herşeyin yaratıcısı olan Allah] âyât-ı vücubunu [varlığı vacip ve mutlaka gerekli olan Allah’ın âyetleri, delilleri] ve berâhin-i vahdetini [birlik delilleri] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver [aydın] akıl yoktur ki, Senin vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] ve sıfât-ı kudsiyene [her türlü eksik ve çirkinlikten uzak özellikler] ve Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve Esmâ-i Hüsnâna [Allah’ın en güzel isimleri] şehadet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.

Ve bilhassa, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve sıddîkînin [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] imamı ve reisi ve hülâsa[esas, öz] olan Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın ihbarını tasdik eden hiçbir

485

mu’cizat-ı bâhiresi [ap açık mu’cizeler] ve hakkaniyetini gösteren hiç bir hakikat-i aliyesi [yüksek, yüce gerçek ve doğru] ve bütün mukaddes ve hakikatli kitapların hülâsatü’l-hülâsası [esas, öz] olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hiçbir âyet-i tevhidiye-i kàtıa[Allah’ın birliğini bildiren âyet] ve mesâil-i imaniyeden [imana dair meseleler] hiçbir mesele-i kudsiyesi [kutsal mesele] yoktur ki, Senin vücûb-u vücûduna ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarına ve Senin vahdetine [Allah’ın birliği] ve ehadiyetine [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve esmâ [Allah’ın isimleri] ve sıfâtına şehadet etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın.

Hem nasıl ki bütün o yüz binler muhbir-i sâdıklar, [doğru haber verici olan Peygamberimiz (a.s.m)] mu’cizatlarına ve keramâtlarına [kerametler] ve hüccetlerine [delil] istinad ederek, Senin varlığına ve birliğine şehadet ederler. Öyle de, herşeye muhit olan Arş-ı Âzamın [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] külliyat-ı umurunu [işlerin tamamı, bütünü] idareden, tâ kalbin gayet gizli ve cüz’î [ferdî, küçük] hâtırâtını ve arzularını ve dualarını bilmek ve işitmek ve idare etmeye kadar cereyan eden rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] derece-i haşmetini [heybet ve görkemin derecesi] ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden icad eden, hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mâni olmadan, en büyük bir şeyi en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini, [büyüklük derecesi] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile, ittifak ile ilân ve ihbar ve ispat ediyorlar.

Hem nasıl ki, bu kâinatı, zîruha, [ruh sahibi] hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve Cenneti ve saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] cin ve inse ihzar [hazırlama] eden ve en küçük bir zîhayatı [canlı] unutmayan ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine [güzellikle muamele etmek] çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrattan [atomlar]seyyarata [gezegenler] kadar bütün envâ-ı mahlûkatı [varlık türleri] emirlerine itaat ettiren ve teshir [boyun eğdirme] ve tavzif [görevlendirme] eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atini [genişlik] haber vererek, mu’cizat ve hüccetleriyle [delil] ispat ederler. Öyle de, kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir [büyük kitap, kâinat] hükmüne getiren ve

486

Levh-i Mahfuzun [her şeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı] defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübînde, [her şeyin açıkça yazılı olduğu, Allah katındaki kitap] bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] bütün sergüzeştlerini [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] kaydedip yazan ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve programlarını ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, [hafıza duyusu, bellek] sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını [hayat hikayesi] yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin herşeye ihatasına [herşeyi kuşatma] ve herbir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ herbir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren ve herbir zîhayatta [canlı] âzâları, belki eczaları ve hüceyratları [hücrecikler] adedince maslahatları [amaç, yarar] takip eden, hattâ insanın lisanını çok vazifelerde tavzif [görevlendirme] etmekle beraber, taamların tatları adedince zevkî olan mizancıklar [ölçü] ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin [mukaddes, kusursuz ve eksiksiz hikmet] herbir şeye şümulüne; [kapsam] hem bu dünyada nümuneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebedü’l-âbâdda [sonsuzlar sonsuzu] devam edeceğine ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının [bağış] daha şâşaalı bir surette dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] istimrarına [devam etme] ve bekàsına ve bu dünyada onları gören müştakların [arzulu, aşırı istekli] ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına bi’l-icmâ, [ittifakla, fikir birliğiyle] bi’l-ittifak [ittifakla] şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem yüzer mu’cizât-ı bâhiresine [ap açık mu’cizeler] ve âyât-ı kàtıasına [kesin âyetler, deliller] istinaden, başta Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] olarak, bütün ervâh-ı neyyire ashâbı olan enbiyalar [nebiler, peygamberler] ve kulûb-u nuraniye aktâbı olan evliyalar ve ukul-ü münevvere [nurlu akıllar, aydınlanmış akıl sahipleri] erbabı olan asfiyalar, [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] bütün suhuf [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve kütüb-ü mukaddesede, [kutsal kitaplar] Senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinaden ve Senin kudret ve rahmet ve

487

inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarına ve şe’nlerine [belirleyici özellik] ve izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] ve saltanat-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] itimaden ve keşfiyat [keşifler] ve müşahedat [gözlem yapmalar] ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] itikadlarıyla [inanç] saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] cin ve inse müjdeliyorlar ve ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm, [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] ey Rahmân-ı Rahîm, [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] ey Sâdıku’l-Va’di’l-Kerîm, [vaad ve sözünde mutlaka duran Allah; cömertlik ve ikram sahibi Allah] ey izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl, [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah]

Bu kadar sadık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnatını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] tekzip edip, saltanat-ı rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] kat’î mukteziyatını [bir şeyin gerekli neticeleri] ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının hadsiz dualarını ve dâvâlarını reddederek, küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzip etmekle Senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] dokunduran ve ulûhiyetinin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eden ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve âlîsin. [yüce] Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten, Senin nihayetsiz adaletini ve cemâlini ve rahmetini takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyorum.

سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا 1 âyetini, vücudumun bütün zerrâtı [atomlar] adedince söylemek istiyorum. Belki, Senin o sadık elçilerin ve doğru dellâl-ı saltanatının [saltanatın ilâncısı]

488

hakkalyakîn, [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] suretinde Senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekàda [devamlı ve kalıcı âlem] ihsanatının [bağış] definelerine ve dâr-ı saadette [mutluluk yeri; Cennet] tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin harika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret [müjde] ederler. Ve bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmîsi [koruyan, sahip çıkan Allah] olan Hak isminin en büyük bir şuâı, bu hakikat-ı ekber-i haşriye [büyük haşir gerçeği] olduğunu, iman ederek Senin ibâdına ders veriyorlar.

Ey Rabbu’l-Enbiyâ ve’s-Sıddıkîn, [daima doğruluk üzere, Allah’a ve peygambere çok sâdık olanların ve peygamberlerin Rabbi]

Bütün onlar Senin mülkünde, Senin emrin ve kudretinle, Senin irade ve tedbirin ile, Senin ilmin ve hikmetinle musahhar [boyun eğdirilmiş] ve muvazzaftırlar. Takdis, [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] tekbir, tahmid, [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] tehlil [“Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” mânâsındaki “lâ ilâhe illallah” sözünü söyleme] ile küre-i arzı [yer küre, dünya] bir zikirhâne-i âzam, [büyük bir zikir yeri] bu kâinatı bir mescid-i ekber [(en) büyük mescid] hükmünde göstermişler.

Yâ Rabbî [ey bütün varlıkları terbiye ve idare eden Allah’ım] ve yâ Rabbe’s-Semâvâti ve’l-Aradîn, [göğün ve yerin Rabbî, Allah] yâ Halıkî [ey Yaratıcım] ve yâ Halık-ı Küll-i Şey,

Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla [içindekiler] ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir [boyun eğdirme] eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar [boyun eğdirilmiş] eyle ve matlubumu [istek] bana musahhar [boyun eğdirilmiş] kıl. Kur’ân’a ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a musahhar [boyun eğdirilmiş] yap. Ve bana ve ihvanıma [kardeş] iman-ı kâmil [mükemmel iman] ve hüsn-ü hâtime [güzel son] ver. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman aleyhisselâma

489

cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma şems ve kameri [ay] teshir [boyun eğdirme] ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları musahhar [boyun eğdirilmiş] kıl. Ve beni ve Risale-i Nur Talebelerini nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] mes’ut kıl! Âmin, âmin, âmin.

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 2

Kur’ân’dan ve münâcât-ı Nebeviye [Peygamberimizin (a.s.m.) Cenâb-ı Allah’a duası] olan Cevşenü’l-Kebîrden aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] olarak Rabb-ı Rahîmimin dergâhına [Allah’ın yüce katı] arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’ân’ı ve Cevşenü’l-Kebîri şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum.

Said Nursî

ba

490