TARİHÇE-İ HAYAT – Sekizinci Kısım – Isparta Hayatı (763-918)

763

Sekizinci Kısım

Isparta hayatı

764

Üstad Bediüzzaman’ın Barla’da 1950’den Sonra Kaldığı Evin Önden Görünüşü

765

1950’den sonra

Üstad Said Nursî, Afyon Hapishanesinden 1949’da, bir Eylül sabahı tahliye edildi. İki komiser arasında faytonla, daha önce hapisten tahliye edilen talebesi Zübeyir’in kiraladığı bir eve geldi. Yanında hizmetine bakan Ziya, Sungur gibi talebeleri de vardı. Üstadın Afyon hapsinden sonraki hayatında ve hizmet-i Nuriyesinde [Risale-i Nur Hizmeti] şu surette bir inkişaf [açığa çıkma] görünür: Bu tarihe kadar Üstad, evinde, geceleri hiç kimseyi bulundurmazdı. Akşamdan tâ kuşluk vaktine kadar kapısı kilitli olarak kalırdı. Afyon hapsinden sonra ise, sadık talebelerinden bazıları hususî hizmetinde kaldı. Üstadın odası daima ayrı idi. Ancak bir hizmet olduğu vakit yanına gelinebilirdi.

Afyon hapsinden sonra Üstad—kendi tabirince—bir nevi Üçüncü SaidHaşiye olarak görünüyordu. Çünkü, bundan sonra hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] başka safhalarda tezahür edecekti; küllî bir inkişaf [açığa çıkma] olacaktı. Üstadın hizmetine koşan ve Nur hizmeti için yanına gelenler, bilhassa mektepli gençlerdendi. Rahmet-i İlâhiye, [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] Afyon hapis musibetini çok cihetlerle rahmete çevirmişti.

Bir veçh-i rahmet şu idi: Mahkeme günlerinde muhtelif vilâyet ve kazalardan gelen Nur talebeleri birbiriyle tanışarak, hem Üstad, hem Risale-i Nur, hem hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] hususunda malûmat sahibi olurlar ve uhrevî ve imanî olan ve  

766

rıza-yı İlâhî [Allah rızası] uğrundaki Nurdan kopup gelen samimî bir uhuvvetle, [kardeşlik] bir kuvve-i mâneviye [mânevî güç] elde ederlerdi. Mahkeme günleri, Üstad ve talebelerinin kahramanlar kafilesi olarak saf halinde mahkemeye gelişleri, mü’minlerin kalblerinde Allah için sonsuz bir muhabbet ve yakınlığa vesile oluyordu. Bu mahkemeler, iman ve İslâm dâvâsına hizmet için medar-ı teşvik hükmüne geçiyordu. Din düşmanlarının rağmına [zıddına, aksine] olarak bu musibet, Risale-i Nur hizmet-i imaniyesini [iman hizmeti] deruhte [üstüne almak] edecek ve onunla gaye-i hayat [hayatın gayesi] edecek fedakârları, kahramanları netice verdi. Yeni ve münevver [aydın] Nur talebeleri meydana çıktılar. Hapisten tahliyeden sonra, Üstadın evinin kapısı önünde bir-iki polis daimî nöbet bekler ve yanına kimseyi sokmazlardı. Zaten hapis müddetince halka dehşet verecek şekilde yalan yanlış propagandalarla, Bediüzzaman’ın imha edileceği gibi haberler etrafa yaydırılmıştı.

Üstad, Afyon’da iki ay kadar ikametten sonra Emirdağına geldi. Emirdağında birçok Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi [Risale-i Nur Hizmeti] bu talebeler ifa ettiler.

ba

 Afyon hapsinden sonra hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] nasıl cereyan etti?

Isparta’da, teksir [çoğalma] makinasıyla Nur mecmualarının neşrine devam ediliyordu. Üstad, yine âdeti veçhile [yön] tashihat ile meşguldü. Yalnız hapisten sonra hizmet-i Nuriye [Risale-i Nur Hizmeti] birkaç kısma inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] etmişti; yalnız teksirle [çoğalma] ve el yazısıyla neşre münhasır olmuyordu. Bu zamanlardaki hizmet safhaları şu suretle ifade olunabilir:

1. Muhtelif vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nur Talebeleri, bulundukları muhitlerinde Nurları okumak, yazmak, okutmak ve neşrine çalışmak.

2. Isparta ve İnebolu’da, teksir [çoğalma] makinesiyle Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] mecmualar halinde teksiri [çoğalma] ve etrafa neşri.

3. Ankara ve İstanbul’da, muhtelif halk tabakaları arasında, hususan üniversite ve diğer mektep talebeleri, gençler, memurlar ve hanımlar arasında Nurların yayılması, okunması; Risale-i Nur dâvâsına çokların yakın mânevî alâkaları;  

767

bunlardan halis fedakârlar ve iman hâdimlerinin çıkması; nur-u imanın, [iman aydınlığı] bu iki büyük merkezde hararetle inkişafı. [açığa çıkma]

4. Kitapların iadesi ve yeniden bazı yerlerde Nurlara ve talebelerine ilişmek, dolayısıyla resmî makamlarla münasebet; Risale-i Nur’un, vatan ve milletin, nesl-i âtinin [gelecek nesil] saadetine vesilesi cihetinin duyurulması, ispat edilmesi; yeni Türk hükûmetinin, Kur’ân’ın bu yeni ve ekmel [daha mükemmel] Nuruna takdirle bakması; en modern neşir vasıtasıyla hem Anadolu’ya, hem âlem-i İslâma [İslâm âlemi] ve insaniyete duyurulmasının temini.

5. Şark vilâyetlerinde Risale-i Nur’un intişarı… [açığa çıkma, yayılma]

İşte, Said Nursî, Afyon hapsinden tahliye edilip Emirdağına geldiği zaman, nazarındaki hizmet safhaları bu surette idi ve merkez-i hükûmetle de hizmet itibarıyla alâkadardı. Bu zamana kadar Nur hizmeti, ancak risalelerin yazılıp çoğaltılmasına münhasırdı. Üstad, tâ Barla’dan beri daima has talebeleriyle, Nurların neşrine çalışanlarla görüşmüş, onları hizmetlerinden dolayı tebrik ve teşcî [cesaretlendirme] etmişti. Bu tarihten sonra mektepliler ve memurlar Nurlara müteveccih [yönelen] oldular. Nur hizmetini hayatlarının gayesi addeden ve bu hizmetle vatan, millet ve İslâmiyete en büyük faideyi temin eden talebeler meydana çıkarak hizmete başladılar.

ba

Afyon Mahkemesinin Risale-i Nur’u müsadere kararını, Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] esastan bozdu. Bozma kararında ileri sürdüğü sebeplerden birisi: Kararnamede suç unsuru gösterilen risalelerin, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinde beraat eden eserlerden olup olmadığının zikredilmediği, şayet beraat edip iade edilen eserlerden ise, kararın yanlış olacağı, hem Temyizin tasdikinden geçip kaziye-i muhkeme haline gelen bir dâvânın yeniden taht-ı muhakemeye [yargılama] alınışının kanuna uygunsuz olduğudur.

768

Temyizin bozma kararından sonra, Afyon’da tekrar duruşma başladı. Bu şekilde mahkeme devam ederken iktidarı ele alan Demokrat Parti hükûmeti, umumî af ilân etti. Afyon Mahkemesi de af kanununun daire-i şümulüne girdiği için dosya ortadan kaldırıldı.Haşiye [dipnot]

ba

769

Afyon hadisesi başlamadan evvel Diyanet İşleri Reisi Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi Akseki, Said Nursî’den iki takım Risale-i Nur eserlerini, bir takımını Diyanet İşleri Kütüphanesine [kitaplar] koymak, bir takımını da şahsına alıkoymak için istemişti. Fakat hapis hadisesi çıktı, gönderilemedi. Üstad, hapisten sonra Emirdağı’na geldiği vakit, evvelce hazırlanan iki takımı tashih ederek Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi’ye gönderdi ve aşağıdaki mektubu kendisine yazdı.

Muhterem Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi Efendi,

Bir hadise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların, zarurete binaen ruhsata tâbi ve azîmet-i şer’iyeyi bırakan fikirlerlerine, benim fikirlerim muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azîmeti terk edip ruhsata tâbi oluyorlar?” diye, Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat, üç dört sene evvel kalbime, size karşı tenkitkârâne [tenkit edercesine] bir teessüf [eseflenme, üzülme] geldi. Birden ihtar edildi ki:

“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı ‘ehvenüşşer’ düsturuyla [kâide, kural] bir kısım vazife-i ilmiyeyi mukaddesatın muhafazasına sarf edip tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı ruhsatlarına ve kusurlarına inşaallah [Allah dilerse] kefaret olur” diye kalbime şiddetle ihtar edildi.

Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakikî uhuvvet [kardeşlik] nazarıyla bakmaya başladım. Onun için benim bu şiddetli tesemmüm [zehirlenme] hastalığım vefatımla neticelenmesi düşüncesiyle, Nurlara benim bedelime hakikî sahip ve hâmi [himaye eden, koruyan] ve muhafız olacağınızı düşünerek, üç sene evvel sizin ısrarla bir takım Risale-i Nur’u istemenize binaen vermek niyet etmiştim. Şimdi hem mükemmel değil, hem tamamı değil; Nur şakirtlerinden [öğrenci] üç zatın on, on beş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için

770

şiddetli hastalığım içinde bir derece tashih ettim. Bu üç zatın kaleminin benim yanımda on takım kadar kıymeti var. Senden başka bu takımı kimseye vermeyecektim. Buna mukabil onun mânevî fiyatı üç şeydir:

Birincisi: Siz mümkün olduğu kadar Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] şubelerine mümkünse eski harf, değilse yeni harfle ve has arkadaşlarımdan tashihe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] şubelerine yirmi otuz tane teksir [çoğalma] ederek göndermektir. Çünkü haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] vazifesidir.

İkincisi: Madem Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] medrese malıdır. Siz de medreselerin hem esası, hem başları, hem şakirtlerisiniz. [öğrenci] Onlar sizin hakikî malınızdır.

Üçüncüsü: Tevafuklu Kur’ân’ımız mümkünse fotoğraf matbaasıyla tab [basma] edilsin ki, tevafuktaki lem’a-i i’câziye [mu’cizelik parıltısı] görünsün.

Said Nursî

ba

 Bediüzzaman Said Nursî’nin ve talebelerinin 1950’den sonra yazdığı mektuplardan bazıları

 Demokratların Ezan-ı Muhammedîyi Arapça Olarak Okunmasına Müsaade Etmeleri Dolayısıyla Yazılan Bir Hasbihâl

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hem sizin, hem bu memleketin, hem âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mühim bayramlarının mukaddemesi [evvel, önce] ve bu memlekette şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] parlamasının bir müjdecisi olan ezan-ı Muhammedînin kemâl-i ferahla [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] on binler minarelerde okunmasını tebrik ediyoruz. Ve seksen küsur sene bir ibadet ömrünü kazandıran Ramazan-ı Şerifteki ibadet ve dualarınızın makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] âmin diyerek rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] herbir gece-i Ramazan bir Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] hükmünde sizlere sevap kazandırmasını niyaz ediyoruz. Bu Ramazan’da şiddetli zafiyet ve hastalığımdan tam çalışamadığımdan sizlerden mânevî yardım rica [ümit] ederim.

Said Nursî

ba

771

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Âlem-i İslâm [İslâm âlemi] merkezlerindeki mübarek Müslüman kardeşlere,

Sizleri, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Eserleriyle fuhul-i ulemanın ve fuhul-i müfessirînin en yükseği olan Bediüzzaman Hazretlerine, kıymettar ve mübarek bir mücahid âlim tarafından yazılmış olan bir tebriki takdim etmiştik.

Bediüzzaman Hazretlerinin bizlere yazdığı cevabî mektuplarında, o kıymettar, bînazîr Üstad Bediüzzaman Hazretleri, sizleri binlerle tebrik etmiş ve Anadolu’da Kur’ân ve iman kahramanlarının halefleri olan Nurcularla, Arabistan’daki hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] müteveccih [yönelen] İslâmları, iki kardeş olarak hizbül-Kur’ân’ın dairesi içinde çok saflardan iki muvafık ve iki müterafık saf teşkil ettiklerini müjdelemiş. Ve o mü’min kardeşlerimizin Risale-i Nur’la ciddî alâkalarıyla beraber, bir kısmını Arapçaya tercüme edip neşretmek niyetlerinizden fevkalâde memnun olduklarını ve mübarek İslâm cemaatlerinin Urfa’daki Nur şakirtleriyle [öğrenci] ve Nur eczalarıyla himayetkârâne [koruyarak] alâkadar olmasını yazmaklığımızı bizlere emretmiş bulunuyorlar.

Ey aziz ve necip [soylu, soyu temiz, asil] kavm-i Arabın nûranî âzâları! Tarihin a’mâkına [derinlikler] gömülen ve mâziden istikbale atlayan ecdadlarımıza, bu millet-i İslâmı [İslâm milleti] parçalamak için bin dört yüz seneden beri hücum eden küffar orduları, en nihayet Birinci Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] emellerine muvaffak oldular. Türk ve Arap iki hakikî Müslüman kardeşin bin senelik sarsılmayan muhabbetlerini pek çok desiselerle, [hile, aldatma] yalanlarla söndürdüler. Ehl-i İslâmın [Müslümanlar] ve nev-i beşerin medar-ı fahri [övünç kaynağı] ve bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar]

772

sebeb-i hilkati [yaratılış sebebi] ve bütün füyuzat-ı İlâhiyenin [İlâhî feyizler] mazharı o âlî [yüce] Peygamberin Ravza-i Mutahharasına [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] yüzler sürmek için pek büyük bir iştiyakı [arzu, istek] kalblerinde yaşattıklarına tahammül edemediler. O âli [yüce] Peygamber-i Zîşanın [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] küçücük bir iltifatına mazhar [erişme, nail olma] olmak için, ruhlarına varıncaya kadar herşeylerini feda ettiklerini hazmedemediler. Bin dört yüz seneden beri zeminin yüzünde, zamanın sahifeleri üzerinde ve şehidlerin ve gazilerin beyaz kılıç kalemleriyle, kırmızı mürekkepleriyle [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] yazıp tarihe emanet bıraktıkları medar-ı iftiharları, [övünç kaynağı] muhteşem yazılarını Müslümanlara unutturmak istediler. Bu azimle yürüyen o amansız düşmanlar, pek acı işkenceler altında ezdikleri Türk ve Arap bu iki kardeşi, bir daha ittihad [birleşme] etmemek için en müthiş muahedelerin [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] zincirleriyle bağladılar. Çelik zincirler altında senelerle inlettirdiler. Her türlü şenaati [çirkinlik, alçaklık] Müslümanlığa icra ettiler.

Heyhat! İnayet-i İlâhiyenin tekrar yar olacağını, Risale-i Nur gibi pek büyük ve pek harika bir tefsir-i Kur’ân‘la [Kur’ân tefsiri] ve onun âli [yüce] müellifi Bediüzzaman’la, Müslümanlığın büyük zaferini bilemediler ve göremediler. O eserler ki, vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlâhiye ile risalet-i Muhammediyeyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ve hakikat-i haşriyeyi [haşir gerçeği] o kadar kuvvetli ve hakikatli burhanlarla [delil] o kadar parlak bir surette ispat ediyor ki, şimdiye kadar hiçbir feylesof, [felsefe ile uğraşan, felsefeci] hiçbir âlim karşısına çıkıp itiraz edememiş.

Biz Türkler, seyyidleri kesretle [çokluk] içinde bulunan ve necip [soylu, soyu temiz, asil] kavm-i Arap [Arap kavmi, milleti] olan sizlere ve sizin ecdadlarınız olan sahabe-i güzîne, Allah namına, Peygamber-i Zîşan [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] hesabına sonsuz bir sevgiyi ve nihayetsiz bir hürmeti daima kalbimizde, ruhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz. O âli [yüce] Peygamber-i Zîşan [şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)] için ve Onun âli [yüce] dini için, başta ruhumuz ve herşeyimizi fedaya hazırız.

Cenab-ı Hakkın lûtf-u kereminden büyük bir ümit ile yalvarıp istiyoruz ki, sevgili Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin verdikleri haber-i beşaretle, Türk

773

ve Arap iki hakikî kardeş millet, inşaallah [Allah dilerse] yakın bir âtide ittihad [birleşme] edecek. Ve o ittihad [birleşme] sayesinde, o müthiş düşmanların Müslümanlar içine saçtıkları fesat tohumları kendi yüzlerine atılacak. Ve zincirler altında inleyen dört yüz milyon Müslümanlık, yeniden hayat-ı kudsiye-i İslâmiye ile, nev-i beşerin başına geçip, sulh ve müsalemet-i [barış ve huzur içinde olma] umumiyeyi temin edecek, inşaallah. [Allah dilerse]

Risale-i Nur’un âciz bir şakirdi [talebe, öğrenci]

 Hüsrev

ba

774

[Risale-i Nur’un vatana, millete ve İslâmiyete büyük hizmetini kabul ve takdir eden Başvekil [Başbakan] Adnan Menderes’e Üstadın yazdığı bir mektup.]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Menderes gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o surî [görünüşte] konuşmak yerine, bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esası, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum.

Birincisi: İslâmiyetin pek çok kanun-u esasîsinden [anayasa] birisi,

وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 2 âyet-i kerîmesinin hakikatıdır ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz.” Halbuki, şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî [çirkin] gıybetler ve tezyifler [alay etme, küçük düşürme] edilip, birtek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti [düşmanlık] damarlara dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] tamamen zîr ü zeber [alt üst] eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı çare-i yegâne: [tek çare] Uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapıp, mâsumları himaye için, cânilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır.

Hem, emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden geliyor.

Meselâ, bir hanede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakikî adaletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esasîsi [temel kanun, anayasa] ile, o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve haneye ilişmemek lâzım—tâ ki mâsum çıkıncaya kadar…

İşte bu kanun-u esasî-i [anayasa] Kur’ânî hükmünce âsâyiş ve emniyet-i dahiliyeye  

775

ilişmek, on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, gazab-ı İlâhînin [Allah’ın gazabı] celbine vesile olur. Madem Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu tehlikeli zamanda bir kısım hakikî dindarların başa geçmesine yol açmış, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu kanun-u esasîsini [anayasa] kendilerine bir nokta-i istinad [dayanak noktası] ve onlara garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esasîsi: [anayasa] Şu hadîs-i şeriftir:

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ 1 hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm [baskı] âleti değil… Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin [İslâm terbiyesi] noksaniyetiyle ve ubudiyetin [Allah’a kulluk] zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne [diktatörce] bir tahakküm [baskı] ve mütekebbirane [kendini büyük gösteren, büyüklenen] bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad [kulların hukuku] da zîr ü zeber [alt üst] olur. Hukuk-u ibad, [kulların hukuku] hukukullah [Allah’ın hakkı] hükmüne geçemiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî haksızlıklara vesile olur.

Şimdi, Adnan Menderes gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını [gerekli kılma] yerine getireceğiz” diye ve mezkûr [adı geçen] iki kanun-u esasîye [anayasa] karşı muhalefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvetle halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdahalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimali kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esasîye [anayasa] muhalif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış. Bu derecede bir istibdad-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor.

İkinci hücum da: İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini [kudsal, mukaddes İslâmiyet milliyetçiliği] bırakıp, evvelkisi gibi, bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zahiren bir milliyetçilik ve

776

hakikatte ırkçılık damarıyla hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sair unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem biçare Türkler aleyhine, hem Demokratın takip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enaniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin defa daha ziyade hakikî kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acip tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

Meselâ, İslâmiyet milliyetiyle dört yüz milyon hakikî kardeşin her gün  اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ 1 dua-yı umumîsiyle mânevî yardım görmek yerine, ırkçılık dört yüz milyon mübarek kardeşleri, dört yüz serseriye ve lâübalilere yalnız dünyevî ve pek cüz’î [ferdî, küçük] bir menfaati için terk ettiriyor. Bu tehlike hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir. Ve öyle yapanlar da hakikî Türk değillerdir. Necip [soylu, soyu temiz, asil] Türkler böyle hatâdan çekinirler.

Bu iki taife herşeyden istifadeye çalışıp dindar Demokratları devirmeye çalıştıkları ve çalıştırıldıkları, meydandaki âsar [eserler/asırlar] ile tahakkuk [gerçekleşme] ediyor. Bu acip tahribata ve bu iki kuvvetli muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı, kırk Sahabe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muarazaya [sözle mücadele meydanı] çıkan ve galebe [üstün gelme] eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz dört yüz milyon şakirdi [talebe, öğrenci] bulunan hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saâdet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluk] zevklerine o câzibedar hakikatle beraber nokta-i istinad [dayanak noktası] yapmak, o mezkûr [adı geçen] muarızlarınıza [itiraz eden, karşı gelen] ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarurî bir çâre-i yegânedir. [tek çâre] Yoksa, o insafsız dahilî ve haricî düşmanlarınız sizin bir cinayetinizi binler yapıp ve eskilerin de cinayetlerini ilâve ederek başkaların başına yükledikleri gibi, size de yükleyecekler. Hem size, hem vatana, hem millete telâfi edilmeyecek bir tehlike olur.

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizleri İslâmiyet lehindeki [tarafında] hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr [adı geçen] tehlikelerden muhafaza eylesin diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr [adı geçen] hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz.

777

Üçüncüsü: İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] dair bir kanun-u esasîsi [anayasa] dahi, bu hadis-i şerifin, اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا 1 hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adâveti [düşmanlık] unutmak ve tam tesanüd [dayanışma] etmektir. Hattâ en bedevî tâifeler dahi bu kanun-u esasînin [anayasa] menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dahildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def oluncaya kadar tesanüd [dayanışma] ettikleri halde; binler teessüflerle [eseflenme, üzülme] deriz ki, benlikten, hodfuruşluktan, [kendi kendini beğenme] gururdan ve gaddar siyasetten gelen dahildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lânet edecek gibi hâdisâtlar görünüyor. Hattâ, bir sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih [dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu] âlimi tekfir [küfürle itham etmek] derecesinde gıybet ettiği; ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve taraftar olduğu için hararetle senâ ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi, otuz beş seneden beri siyaseti terkettim.

Hem şimdi birisi, hem Ramazan-ı Şerife, hem şeâir-i İslâmiyeye, [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] hem bu dindar millete büyük bir cinayeti yaptığı vakit muhaliflerinin onun o vaziyeti hoşlarına gittiği görüldü. Halbuki, küfre [inançsızlık, inkâr] rıza küfür olduğu gibi; dalâlete, [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] fıska, [günah] zulme rıza da fısktır, [günah] zulümdür, dalâlettir. [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Bu acip halin sırrını gördüm ki, kendilerini millet nazarında ettikleri cinayetlerinden mâzur göstermek damarıyla muhaliflerini kendilerinden daha dinsiz, daha câni görmek ve göstermek istiyorlar. İşte bu çeşit dehşetli haksızlıkların neticeleri pek tehlikeli olduğu gibi, içtimaî [sosyal, toplumsal] ahlâkı da zîr ü zeber [alt üst] edip bu vatan ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] büyük bir suikast hükmündedir.

Daha yazacaktım, fakat bu üç nokta-i esasiyeyi şimdilik dindar hürriyetperverlere beyan etmekle iktifa [yetinme] ediyorum.

Said Nursî

ba

778

[Adnan Menderes’e gönderilmek niyetiyle evvelce yazılan içtimaî [sosyal, toplumsal] hayatımıza ait bir hakikatın haşiyesini [dipnot] takdim ediyoruz.]

Hâşiye: [dipnot] Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri [kötüye kullanma] neticesinde, belki de tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nazarında Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi [tek çare] kendimce böyle düşünüyorum:

Ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâmda çok hüsn-ü tesir [güzel etki] yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] hüsn-ü teveccühünü [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] kazandıran, yirmi sekiz sene mahkemelerin muzır [zararlı] cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilân etmeli ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] teveccühünü [ilgi] kazandıkları gibi, başkalarının zalimâne kabahatları onlara yüklenmez fikrindeyim. Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki saat baktım ve bunu yazdım.

Said Nursî

ba

(Ankara’daki Nur talebelerinin bir mektubu)

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

Mektubunuzdan, İslâm güneşinin bir ziyasını sezer gibi olduk. Yüzlerce seneden beri insaniyet aleyhine, İslâmiyet zararına mütecaviz [aşkın] fikir neşreden ehl-i küfrün tahriplerini tamir için ortaya atılan Risale-i Nur’un, sizlerin mektubunuzdan, gençlerin arasına yayıldığını sezdik. Ebedî hayat yolunun hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] yolcuları, hayâlî boş lâfları terk edip, Risale-i Nur’la küfür tohumlarını eriteceklerdir. Nur’un talebeleri, ehl-i kalb [kalb ehli] ve imanın hakikî kardeşleridirler. Siz kardeşlerimizin mektupları, bizlere hız veriyor ve verecek. Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i

779

Nur, bize dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kalmanın ve küfürle mücadele etmemenin bu zamanda büyük ahmaklık olduğunu bildiriyor. Komünistliğin, anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur’a hizmet etmek ve rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] tahsil için onu isteyene vermektir. Bu en baş ve en ehemmiyetli, en kıymetli ve mübarek vazifemizden bizi döndürmek isteyen en ağır hücumlar dahi, bizlerin hızını arttıracaktır.

Risale-i Nur bize öğretiyor ve ispat ediyor ki, bu dünya, bir misafirhanedir. Ebedî hayatı isteyenler, misafirhanedeki vazifelerine dikkat gösterdikleri nispette memnun edilirler. Demek ki, şimdi en esaslı vazifemiz, bataklıktan kurtulmak isteyen ehl-i dinin, [din sahipleri, dindarlar] karanlıktan usanmış, gıdasız kalmış kalblerin yardımına koşmak, kendimizden başlayarak Nurun dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapmaktır. Bilhassa ve bilhassa şurası çok ehemmiyetli ve pek mühimdir ki, en başta ve en evvel Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle devamlı olarak okumak ve o muazzam eser külliyatındaki Kur’ân ve iman hakikatleriyle kendimizi teçhiz etmek ve bu esas ve şartlarla, o harika eser külliyatını bir an evvel ikmal [tamamlama] etmektir. İşte bu nimet-i uzmâya [büyük nimet] nail olan her genç ve herkes, bire yüz, bin kuvvetinde, kendine, vatan ve milletine faideli olur. Vatan, millet, gençlik ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] çapında hizmet edebilecek bir vaziyete gelebilir. Bunun için, başta Hazret-i Üstadımız Bediüzzaman ve onun hakikî ve ihlâslı talebeleri olmaya lâyık sizlerden dua istirham ediyoruz ki, Risale-i Nur’un mecmualarını bir an evvel temin edelim, arayalım, bulalım; dikkat, tefekkür ve ihlâsla okuyalım. Kur’ân ve iman hizmetine bu vaziyette koşalım. Risale-i Nur’un bu asırdaki makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] işaret eden deliller fazlasıyla mevcut olduğuna göre, insaf sahibi her mü’min kardeşimiz, onun tabiî bir yardımcısıdır.

Hem madem, Risale-i Nur bu asra has hususiyetler taşıyor. Hem madem binlerce âlimlerin takdirleriyle karşılanıyor. Hem madem, Kur’ân’ın dellâllığını [davetçi, ilan edici] yapan kahraman Üstad, eşine rastlanmayacak bir mükemmeliyetle, dürüst adımlarla, hakikî prensiplerle, bütün hayatını iman ve İslâmiyete vakfetmiş, dünyevî hiçbir menfaat aramadan sırf Allah rızası uğruna çalışmıştır. Hem mâdem, bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de, iman ve İslâmiyete Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süflî [alçak] menfaat peşinde değildirler.

780

Ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehditlere rağmen bu hakikati fiilen ispat etmişler. Hem her talebe, bugün cereyan eden bâtıl felsefenin akidelerine [inanç] hakikî mantıkî cevaplar vermek üzere yetişmişler ve yetişiyorlar. Hem her ihtiyacımıza Kur’ân cevap veriyor; onda lâzım olan her hakikat sarih [açık] olarak vardır. Ve madem Kur’ân, en güzel şekilde ders veren Allah’ın hediyesi, bir nuru ve rahmetidir. Öyleyse, bu hazine-i rahmeti [Allah’ın rahmet hazinesi] ve menba-ı hakikati [hakkın ve doğrunun kaynağı] ders veren ve hakikî surette gençliğin ve avâmın anlayabileceği bir şekilde bildiren Risale-i Nur’u, dikkat ve tefekkürle ve devamlı olarak müsait vakitlerimizi boşa gidermeden okumak ve yazmak, en büyük ibadet ve zevk kaynağıdır. Hal ve istikbalin ve biz gençlerin, çok leziz ve iştiyakla [arzu, istek] alacağı gayet nâfi [faydalı] ve vâfi [yeterli] bir ilâç ve bir tiryaktır, bir mânevî kurtarıcıdır. Bu kat’î hakikatler meydanda iken, ona bütün kuvvetimizle sarılmamak, baştan aşağı Risale-i Nur’u tetkik etmemek, alâkadar olmamak, ancak gafletin eseri olabilir.

Hem, kim hakikat peşinde koşuyorsa, Risale-i Nur’dan ders alması lâzımdır. Ve Nur yolunda giden her münevver, [aydın] hakikî saadete kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini derk [anlama, algılama] edecektir diye, biz Ankara Nur talebeleri dahi ittifak ediyoruz. Ebedî hayat hazinesini gösteren Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nuru olan Risale-i Nur, elbette bir zaman dünyayı çınlatan nurlu sesini yükseltecektir.

Madem İslâm âlimleri, hadis-i şerife göre, dünya ikbal [yönelme, teveccüh [ilgi] etme] ve heveslerinin peşinde koşmadıkça, peygamberlerin en emin vârisleridirler. [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Biz de Risale-i Nur’u onun tam vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] biliyoruz. Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] hakikî vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olmanın esasını yaşamış ve yaşıyor. Onun karşısına çıkan körler ve sağırlar ve hissiz gafiller küçüleceklerdir. Böyle muazzam bir olgunluğa sahip olan Risale-i Nur, elbette bütün feylesofları, dünya ilim ve hak erbabını [sahipler] çağıracak ve her akl-ı selim [sağduyu; sağlıklı ve istikametli [doğru] düşünce] ve kalb-i kerim olan mübarek insanları talebesi yapacak. Bu da inşaallah [Allah dilerse] uzakta değil, yakında tahakkuk [gerçekleşme] edecektir. Dünya, ekseri feylesofların ve âlimlerin dediği gibi, yep yeni bir oluşun eşiğindedir. Dünya, nurunu arıyor. Hakikat şairi Mehmed Akif,

781

O nuru gönder, İlâhî, [Allah tarafından olan] asırlar oldu yeter!

Bunaldı milletin âfâkı bir sabah ister.

diye, işte bu nura işaret ettiği, bugün bizce bir hakikattir.

Aziz kardeşlerimiz,

Risale-i Nur’a lâyık olacak şekilde çalışmamız için bize de dua ediniz ki, Ankara muhiti, bizi içine alıp eritmesin. Nur, her ne kadar karanlığı gideriyorsa da, yine onu görecek göz, anlayacak kafa lâzım. Böyle bir muhitte, gözlerimize perde inmesin. Biz biçarelere dua ediniz. Allah hepimizi Risale-i Nur’a sarılmakla aziz din-i mübinimize hizmet edenlerden eylesin. Âmin…

Bir kardeşimiz dedi ki: Bugün, sabah namazından sonra şu mısralar mülhem [ilham olunmuş] oldu; kardeşlerimize bildirelim.

Dinim İslâm, kitabım Kur’ân, imanım haktır.

Bu uğurda can vermek, ebedî yaşamaktır.

Sizleri çok seven

 Ankara Üniversitesi Nur talebeleri

ba

 Tahliller

Uzun bir ayrılıktan sonra

Belki yirmi yedi, yirmi sekiz sene oldu Üstadı görmeyeli. Onu görmek, mübarek simasını doya doya seyretmek için her zaman gidip ziyaret etmek istediğim halde, meşguliyetten bir türlü vakit bulamadım. Fakat o kalblerde yaşadığı için, mânevî varlığı ile daima beraberdik. Bu, gönüllerdeki iştiyakı [arzu, istek] bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun nuranî simasının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi.

Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen her gün idarehaneye gelir; Akif’ler, Naim’ler, Ferit’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde [karşılıklı sohbet etme] bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir zekâ, İlâhî [Allah tarafından olan] bir mevhibe… En mu’dil meselelerde, zekâsının kudret ve azameti kendisini gösterir. Daima işleyen ve düşünen bir kafa.  

782

Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar, [parıltılar] doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey [fikir, düşünce] sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Ömer’in şehameti var. Yirminci asırda Devr-i Saadeti nefsinde yaşatan bir mü’min. Bütün hedefi iman ve Kur’ân.

İslâmın gayetü’l-gayesi olan “Tevhid” ve “Allah’a” iman esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i Saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazret-i Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirke ve putperestliğe o derece düşmandır.

Mücahede [Allah yolunda cihad etme] ile gönüllerde iman ve Kur’ân hakikatlerini yerleştirmek için geçen uzun, bir asra yakın bir ömür. Fazilet ve şehametle geçen bir ömür. Harp meydanlarında, mücahitlerin önünde, kılınç elinde, dim dik ayakta düşmana saldıran bir kahraman. Esarette, düşman kumandanına karşı koyan bir kahraman. İdam sehpasında, düşman kumandanını düşündüren, insafa getiren bir kahraman.

Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedaî. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere beddua bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh [düzelme] ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit birşeydir.

Kendisi bir çanak çorba, bir bardak su, bir lokma ekmekle tagaddî [gıdalanma, beslenme] eder. Elbisesi pek basit ve fakiranedir. Beyaz Amerikan bezinden pamuklu bir hırka. Çamaşırını kirlenmeden değiştirir ve temizletir. Temizliğe fevkalâde itina eder. Kâğıt parayı tutmaz ve üstünde taşımaz. Mâmelek [sahip olunan herşey] namına dünyada hiçbir şeyi yok. Kendi için yaşamaz, cemiyet için yaşar.

Yapısı ufak tefektir; fakat heybetlidir, haşmetlidir. Gözleri birer şems-i tâban gibi nur saçar. Bakışları şâhânedir. Maddeten, belki dünyanın en fakir adamıdır, fakat mâneviyat âleminin sultanıdır.

Seksen küsur senenin âlâmı [elemler, acılar] yüzünde bir buruşuk yapamamış, yalnız saçlarını ağartmıştır. Rengi pembe beyazdır. Sakalı yoktur. Bir delikanlı kadar zindedir.

783

Halim ve selimdir. [sağlam, doğru] Fakat heyecana geldiği zaman bir arslan tavrı alır, iki dizinin üstüne doğrulur, bir şâhenşâh gibi konuşur.

En sevmediği şey siyasettir. 35 senedir bir gazeteyi eline almış değildir. Dünya şuûnu [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] ile alâkasını kesmiştir. Akşam namazından sonra, ferdâsı öğleye kadar kimseyi kabul etmez, ibadetle meşgul olur. Pek az uyur. Talebelerini de siyasetten şiddetle men eder. Memleketin her tarafında altı yüz bini mütecaviz, [aşkın] belki bir milyonu bulan talebeleri, memleketin en faziletli evlâtlarıdır. Üniversitenin muhtelif fakültelerinde müsbet [isbat edilmiş, sabit] ilimler tahsil eden şakirtleri [öğrenci] pek çoktur; yüzlercedir, binlercedir. Hiçbir Nur talebesi yoktur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın. Memleketin her tarafında bulunan bu yüz binlerce Risale-i Nur talebesinden hiçbirinin, hiçbir yerde âsâyişi muhil hiçbir hareketi, hiçbir vak’ası yoktur. Her Nur talebesi, hükûmetin, nizam ve intizamın tabiî birer muhafızıdır, âsâyişin mânevî bekçisidir.

ba

İstanbul seyahatinden muztarip [çaresiz] olup olmadığını sordum:

“Bana ıztırap veren,” dedi. “Yalnız İslâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırabım, yegâne ıztırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli [benzer] meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!”

“Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve tesellî vermiyor mu?”

“Evet, büs bütün ümitsiz değilim. Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp [batı] cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun [salgın ve ölümcül hastalık] felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sârî [bulaşıcı] illete [asıl sebep] karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın [batı] çürümüş, kokmuş, tefessüh [bozulma] etmiş,

784

bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün [inançsızlık, inkâr] çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif [kaleme alma] eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm [dile getirme] ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!

“Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm [bencil] bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde [askerî mahkeme] bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan [birbirine karışma] men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.

Benim fıtratım, zillet [alçaklık] ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, [zorba] en hunhar bir düşman

785

kumandanı olsa, tezellül [alçalma] etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam [hiçlik, yokluk] sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak [karışma, katılma] etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade-imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yalnız yirmi beş milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon bütün İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”

Hazret coşmuştu. Bir yanardağ gibi lâvlar saçıyordu. Bir fırtına gibi gönül denizini dalgalandırıyordu. Bir şelâle gibi haşmetli zemzemelerle [ezgili, nağmeli ses] ruhun en derin noktalarına çarpıyordu. Çok heyecanlanmıştı. Millet kürsüsünde coşmuş bir hatip gibi devam ediyor, sözünün kesilmesini istemiyordu. Yorulduğunu hissettim. Bu heyecanlı bahsi değiştireyim, dedim.

“Mahkemede sıkıldınız mı?” diye sordum.

“Dinî tedrisata, [öğrenim, eğitim] kadınlarımızın, muhterem hemşirelerimizin, terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] dairesinde iffet ve şereflerini muhafaza etmelerine taraftar olmanın, bir suç olduğuna dair kanunlarda bir madde var mı? ‘Kalbe gelen hakikat’ gibi tâbirleri de şahsî nüfuz temini maksadına delil göstermelerinin mânâsını da bu ilimle, hukukla meşgul doçentlerden sorarım.”

Üstadla görüşmemiz çok uzamıştı. Müsaade alıp ayrıldığım zaman vakit hayli geçmişti.

1952 Eşref [en şerefli] Edip

786

 Said Nur ve talebeleri

Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı… Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok. Hepsi birşeye inanmış: Allah’a. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a… Onun ulu Peygamberine… Onun büyük kitabına… Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hal var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak, o yolda yürümek, o yolun kara sevdalısı olmak… Evet, ne büyük saadet!

Said Nur, üç devir yaşamış bir ihtiyar. Gün görmüş bir ihtiyar. Üç devir: Meşrutiyet, [meclise dayalı yönetim şekli] İttihad ve Terakki, [ilerleme] Cumhuriyet. Bu üç devir, büyük devrilişler, yıkılışlar, çökülüşlerle doludur. Yıkılmayan kalmamış. Yalnız bir adam var; o ayakta… Şark yaylâlarından, güneşin doğduğu yerden İstanbul’a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem. [değiştirilemez] Bu adam, üç devrin şerirlerine karşı imanlı bağrını siper etmiş. Allah demiş, Peygamber demiş, başka birşey dememiş. Başı Ağrı Dağı kadar dik ve mağrur. Hiçbir zalim onu eğememiş, hiçbir âlim onu yenememiş. Kayalar gibi çetin, müthiş bir irade. Şimşekler gibi bir zekâ. İşte Said Nur! Divan-ı harpler, [askerî mahkeme] mahkemeler, ihtilâller, inkılâplar, [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] onun için kurulan idam [hiçlik, yokluk] sehpaları, sürgünler, bu müthiş adamı, bu mâneviyat adamını yolundan çevirememiş. O, bunlara imanından gelen sonsuz bir kuvvet ve cesaretle karşı koymuş. Kur’ân-ı Kerîmde “İnanıyorsanız muhakkak üstünsünüz” (Âl-i İmran sûresi, âyet 139) buyuruluyor. Bu Allah kelâmı, sanki Said Nur’da tecellî etmiş.

Mahkemelerdeki müdafaalarını okuduk. Bu müdafaalar bir nefs müdafaası değildir, büyük bir dâvânın müdafaasıdır. Celâdet, cesaret, zekâ eseri, şaheseri…

Niçin Sokrat bu kadar büyüktür? Bir fikir uğruna hayatı hakîr gördüğü için değil mi? Said Nur en az bir Sokrat’tır; fakat İslâm düşmanları tarafından bir mürteci, bir softa diye takdim olundu. Onlara göre büyük olabilmek için ecnebî olmak gerek! O, mahkemelerden mahkemelere sürüklendi. Mahkûmken bile

787

hükmediyordu. O, hapishanelerden hapishanelere atıldı. Hapishaneler, zindanlar onun sayesinde medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] oldu. Said Nur zindanları nur, gönülleri nur eyledi. Nice azılı katiller, nice nizam ve ırz düşmanları, bu iman âbidesinin [büyüklüğüyle, güzelliğiyle insanı hayrete düşüren eser] karşısında eridiler, sanki yeniden yaratıldılar. Hepsi halim-selim mü’minler haline, hayırlı vatandaşlar haline geldiler. Sizin hangi mektepleriniz, hangi terbiye sistemleriniz bunu yapabildi, yapabilir?

Onu diyar diyar sürdüler. Her sürgün yeri, onun öz vatanı oldu. Nereye gitse, nereye sürülse, etrafı saf, temiz mü’minler tarafından sarılıyordu. Kanunlar, yasaklar, polisler, jandarmalar, kalın hapishane duvarları, onu mü’min kardeşlerinden bir an bile ayıramadı. Büyük mürşidin, talebeleriyle arasına yığılan bu maddî kesafetler, [yoğunluk, katılık] din, aşk, iman sayesinde letafetler [güzellik, hoşluk] haline geldiler. Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdit ve tehditleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi. Bu dalgalar, köy odalarından başlayarak, yer yer her tarafı sardı, üniversitelerin kapılarına kadar dayandı.

Yıllardır mukaddesatları çiğnenmiş vatan çocukları, mahvedilen nesiller, imana susayanlar, onun yoluna, onun nuruna koştular. Üstadın Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] elden ele, dilden dile, ilden ile ulaştı, dolaştı. Genç-ihtiyar, cahil-münevver, sekizinden seksenine kadar herkes ondan birşey aldı, onun nuruyla nurlandı. Her talebe, bir makine, bir matbaa oldu. İman, tekniğe meydan okudu. Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] binlerce defa yazıldı, teksir [çoğalma] edildi.

Gözlerinin nuru sönmüş, iç âlemlerinin ışığı sönmüş, harabeye dönmüş olan körler, bu nurdan, bu ışıktan korktular. Bu aziz adamı, dillerden hiç eksik etmedikleri “İnkılâba, lâikliğe aykırı hareket ediyor” diye, tekrar tekrar mahkemeye verdiler, tekrar tekrar hapishanelere attılar. Kaç kere zehirlemek istediler. Ona zehirler panzehir oldu, zindanlar dershane… Onun nuru, Kur’ân’ın nuru, Allah’ın nuru vatan sınırlarını da aştı. Bütün âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] dolaştı. Şimdi Türkiye’de, her teşekkülün, [kendi kendine oluşma] vatanını seven herkesin, önünde hürmetle durması lâzım gelen bir kuvvet vardır: Said Nur ve talebeleri. Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, [konuşma] alâyişi, nümayişi [gösteriş, göz boyama] yoktur. Bu, bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, imanlı, inançlı kalabalığıdır.

 O. Yüksel Serdengeçti

ba

788

Bediüzzaman’ı zehirlediler

Bundan yedi sene önce, kanunların çiğnendiği, beşer haklarının çarmıha gerildiği, hürriyetlerin hiçe sayıldığı, şahsî arzu ve ihtirasatın kanunlardan üstün tutulduğu bir devr-i rezilânede, Afyon vilâyetinin Emirdağ kazasına seksenlik bir ihtiyar, bir din âlimi sürülüyor. Nüfus [nefisler] kütüğüne kaydettirilip burada ikamete mecbur ediliyor. Tek gayesi, Kur’ân-ı Kerîmin ahkâmını [hükümler] tebliğ, insanları doğruya, iyiye ve namusluluğa sevk etmek olan bir fikir adamı, nefyediliyor… [gönderilme, sürgün] Her cephesinde kan döktüğü kendi öz yurdunda, engizisyon mahkemelerinin dahi insanoğluna reva görmeyeceği zulme, işkencelere tâbi tutuluyor. Sakalına, bıyığına, kılık kıyafetine karışılıyor, jandarma dipçikleri altında ölüme mahkûm ediliyor.

Sürgün olarak gönderildiği yerde dahi rahat bırakılmıyor. Ecdadından misafirperverliği, [misafir ağırlamayı seven] ihtiyarların, garip ve kimsesizlerin yardımına koşmayı miras alan her Türk gibi, bu kaza halkı da, ilmî eserleriyle, ef’al [fiiller, davranışlar] ve hareketleriyle müsellem [doğruluğu şüphesiz kabul edilmiş] olan bu zâtın yardımına koşmayı vicdanî bir vazife telâkki [anlama, kabul etme] ediyor.

İslâmın ve ilmin izzet [büyüklük, yücelik] ve vakarını [ağırbaşlılık] şerefle muhafaza etmesini bilen ve asla dünya zevkleri için minnet kabul etmeyen bu şahsın, siyasî hiçbir parti ve teşekkülle [kendi kendine oluşma] de kat’iyen [kesinlikle] alâkası yoktur.

Türkiye’de iman ve karakter sahibi her fikir adamına yapıldığı gibi, bu kimsenin muhtelif defalar evi aranmış, mahkemelere verilmiş, bütün eserleri, mektupları en ufak teferruatına varıncaya kadar müsadere edilerek suçsuz yere hapishanelerde süründürülmüştür.

Evet, suçsuz yere diyoruz. Çünkü, vali ve kaymakamından tutunuz da, karakoldaki jandarmasına varıncaya kadar, Üstada eza ve cefa etmek, hapishanelerde süründürmek bir vesile-i iftihar; şefin gözüne girebilmek, terfi-i makam edebilmek gibi süflî [alçak] hırslarla yanıp kavrulanlar için ise, bulunmaz bir fırsat olmuştur.

Bu zulüm, bu işkencenin sebeplerini, o devrin dine karşı olan temayülünde, [eğilim gösterme] vicdan hürriyetine ve İslâmiyete yaptığı baskıda aramak lâzımdır. Bu halin, o devirde hiç de acayip olan bir tarafı yoktur. Zira o devirde, memlekette dinsiz, materyalist, behimî hislerinin zebûnu [düşkün, tutkun] köle ruhlu bir nesil yetiştirilmek istenirken,

789

bu zâtın kendi hayatını istihkar [küçümseme] derecesinde ortaya atılıp hürriyetle, ahlâkla, imanla meşbû, hayvanî hislerin esiri olmayan bir gençlik istemesi ve bu uğurda çalışması elbette hoş görülmezdi. Millet haklarını çiğneyip, milyonların sırtından ahtapotlar gibi geçinmeyi şiar [işaret, nişan] edinenler için korkulacak bir haldir bu. Takipler, baskılar senelerce devam etti. Onunla konuşanların, mektuplaşanların, hizmetine koşanların evleri arandı, kendileri Afyon Hapishanesinde çürütülerek çoluk çocukları sokaklarda sürünmeye mahkûm edildi.

Onun el yazması Kur’ân-ı Kerîmi ile bunun tefsiri olan Risale-i Nur parçaları birer hıyanet-i vataniye evrakı imiş gibi müsadere edilip savcılıklara devredildi.

Muhakemesine mevkufen [tevkif edilmiş, tutuklu] devam edilerek yirmi ay suçsuz yere hapishanede bırakıldı.

Öyle bir an geldi ki, bu vak’aların cereyan ettiği Afyon Hapishanesi, Allah’a inanmaktan ve onun emirlerini yerine getirmekten gayrı hiçbir suçu olmayan mâsum vatandaşlarla dolup taştı. Onlara reva görülen zulüm, işkence, şeytanları bile dehşete düşürdü, ayyûka çıktı, vahşet halini aldı. Nasıl Kudüs-i Şerif Yahudilerin vahşetine ve peygamberlere yapılan zulümlere sahne olmuşsa, Afyon şehri de, insan haklarının çiğnenip vatandaş haklarının çarmıha gerildiği ikinci bir şehir oldu.

14 Mayıs seçimleriyle çeyrek asrın diktatoryası zîr ü zeber [alt üst] edilip çatır çatır yıkılırken, millet, kendi mukadderatına [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] hâkim olmaktan duyduğu hudutsuz bir sevinç içerisinde bayram ediyor…

14 Mayıs’tan sonra herşeyin değişeceğini beklerken yine görüyoruz ki, vali ve kaymakamlar eski alışkanlıklarına devamdalar.

Taharrî [araştırma] memurları yine konuşan iki-üç vatandaşın peşinde ve yine Bediüzzaman’ın evi tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında. Öyle ki, bir jandarma çavuşu bile, elinde arama emri olmadan, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarıyla müeyyed [teyid edilmiş, sağlamlaştırılmış] bulunan mesken masuniyetine tecavüz ediyor. Ve bu cüretkâr, bir türlü ceza görmüyor. Yine Üstadın kılık kıyafetiyle uğraşılıyor, devr-i sabıkta olduğu gibi, ziyaretine gelenler yine kaydedilip karakollara çağrılıyor…

790

Kendisini milletine hasreden [sadece belli şeylere odaklanan] seksen yaşındaki ihtiyar bir din âlimi öldürülmek isteniyor, hem de Ramazan Bayramı akşamı, iftar yemeğine zehir konulmak suretiyle.

Bu ne feci, bu ne tahammül edilmez bir haldir! Tecrit edilmiş, daimî bir tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında, kapısında bekçi. O içeride ölümle başbaşa bırakılıyor.

Heyhat! Geliniz, ey ehl-i İslâm, [Müslümanlar] hep beraber ağlaşalım. Hayır, hayır! Gözyaşlarıyla, feryatla tedavisi mümkün değil bu derdin… Allah için uğraşalım.

 Nihat Yazar

ba

Bediüzzaman Said Nur

Büyük ve dâhi adamların beşiği olan Türkiye şimdiye kadar, ne kadar mebzul [çok bulunan, bol] mücahidler, mücedditler [yenileyici; sahih hadîs ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren büyük âlim] ve bütün mânâsıyla büyük insanlar görmüştür. Onların idrak ettikleri hayat şartları ve gördükleri itibar, buldukları ve mazhar [erişme, nail olma] oldukları hürmet, kadir ve kıymetlerine asla nakîse [eksiklik, noksanlık] vermemekle beraber, yürüdükleri hak yolunda, muhakkak ki, kendilerine büyük kolaylıklar temin etmiştir. Bu şartların mâkûs tecellîsine ve zulmün en ağırına mâruz kaldığımız şu geçmiş yirmi beş yıl, bize ağır mücadele ve mücahedeler [Allah yolunda cihad etme] içinde yoğurulmuş, dâvâsının ve imanının azametinden ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] almış ve büyüklüğünü dünyanın en ücra köşelerine yaymış bir dâhi, bir nur ve fazilet timsali [görüntü] hediye etmiştir.

Nuru birçok muzlim [karanlık] vicdanları aydınlatmış, kudreti birçok zayıf imanlı insanlara cesaret vermiş, dehâsı birçok nasipsiz insanların ruhuna ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] serpmiş olan bu büyük adam, hiç şüphe yoktur ki, Said Nur Hazretleridir.

Ondan fazilet ve fedakârlık dersi alan birçok yolunu şaşırmış insanlar kendilerini mes’ut ve aydınlık bir sahranın ortasında bulmuşlardır. Dehâsı ve celâdeti kadar imanı da kuvvetli olan bu muhterem insan, yirmi beş yıllık istibdat [baskı, zulüm] ve zulme gözlerini kırpmadan göğüs geren ve onun korkunç işkence adaletsizliğine imandan doğan bir cüretle karşı koyan tek şahsiyettir.

791

Bütün Müslüman dünyası, bu kutbun câzibesinden kendisini kurtaramamıştır. Türkiye’nin ıssız ve tenha bir köşesinde doğan bu nur, ziyasını Pakistanlılara, Endonezyalara kadar yaymış ve kendisiyle beraber milletimizin de şan ve şerefine hâleler eklemiştir. [yeme]

Ne yazıktır ki, bağrımızdan fışkırmış, bize şeref kazandırmış, kararmış gönüllerimizi aydınlatmış, dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yoluna sapmış insanları hak yoluna getirmiş olan bu muhteşem ve mübarek insan, bizden hürmet yerine sadece tazyik ve zulüm görmüştür.

Fakat, o bundan ne yılmış, ne de yolunu değiştirmiştir. Bilâkis, o daha iyi biliyor ki mücadelesiz, fedakârlıksız, ıztırapsız hiçbir dâvâ kök tutamaz.

Ne de olsa, ne kadar biz bu güneşin ışığını söndürmek istesek de, onun nuru karanlık gönüllerde birer meşale gibi yanıyor ve bizi aydınlatıyor. Bu, büyük insanın hakkı ve dâvâsının meyvesidir. Ne mutlu kendisine!

 Cevat Rifat Atilhan

ba

Bediüzzaman Said Nur

Güzel Türk vatanının yetiştirip bütün beşeriyete örnek insan olarak hediye ettiği büyük dâhi, büyük mürşid ve muhteşem bir insanın ismidir. Doksan yılı dolduran hayatının her günü birer nur hâlesi, birer fazilet ışığı, bir azim ve iman halkası halinde Türk nesillerinin ruhlarına ve dimağlarına [akıl, beyin] girmiş ve bu nur, senelerle birçok karanlık ruhları aydınlatarak onları doğru, güzel ve ışıklı yollara sevk etmiştir.

İlâhî [Allah tarafından olan] bir zekânın remzi [ince işaret] olan büyük Üstad Said Nur Hazretleri, Allah’ın müstesna bir lütuf ve keremi [cömertlik] olan muhteşem dehasını mü’min bir azim ve celâdetle bu aziz milletin hayrı, terakkisi [ilerleme] ve yükselişi uğruna harcamış ve onun nuru Türk hudutlarından taşarak komşu memleketlere, Pakistan ve Endonezya’ya kadar yayılmıştır.

Bu nurun ışığı ve insanlara bahşettiği ahlâk ve fazilet şulelerinin [gür ışık/alev] tek bir kıymet ve takdir ölçüsünde toplanması mümkün değildir.

Ondaki azim ve irade, ondaki yüksek kanaat ve üstün insan vasfı, hepimiz için örnek teşkil edecek kadar büyüktür.

792

Yalnız biz değil, yalnız Müslümanlar değil, bütün insanlık bu büyük insanın şahsiyetinde asalet ve necabetin, ahlâk ve faziletin ve bilhassa yüksek imanın bütün göz kamaştırıcı enmuzeçlerini temaşa edebilir. Bütün Türk çocukları, vatanlarının bu kadar ilâhî bir zekâya, bu kadar muhteşem bir şahsiyete, bu kadar temiz bir insana beşik vazifesi gördüğüne iftihar edebilirler.

Evvelki gün onun bir mahkemesi vardı. Bu mahkemeden iki şey öğrendik: Biri, asil ve genç Türk neslinin fazilet ve ulüvv-ü ahlâka, yüksek inanç ve iradeye olan derin saygısı ve yüksek alâkası… Diğeri de, lükslerini, zenginliklerini, rütbe ve mevkilerini ve bugünkü fâni ve sefil varlıklarını Türk milletinin sefalet ve geriliğinde arayan ve zehirli ilhamlarını [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve direktiflerini ve kuvvetlerini milletlerarası gizli, devirici ve bozguncu Türk düşmanlarından alan bir soysuzlar ve nesepleri [soy, şecere] [ağaç] belirsiz insanların takındığı tavır. Binlerce münevver [aydın] Türk gencinin teşkil ettiği büyük topluluktan bir miktar irkilerek zehirli, mel’un ve müfsit [bozguncu] kalemlerini korkak ve titrek dahi olsa sinsi sinsi aleyhte kullanan ve artık modası geçmiş olan palavralarla bu kıymeti küçümsemek isteyen gürûh.

Şöyle bir mukayese yapabiliriz: Üstad-ı Âzamla—hâşâ, mason üstadı değil—muasır olan büyük adam ve Hindistan’ın kurtuluş rehberi Mahatma Gandi. Biri, İngiliz ceberutuna, [büyüklük ve haşmet] İngiliz emperyalizmine ve onun korkunç istilâ ve istismarına baş kaldırmış ve yıllarca büyük dâvâsına hizmet ederek İngiltere’nin bütün haşmet ve kudretini, azîm iradesi önünde âciz ve meflûç bir hale getirmiştir. Bizim bu tipte yetiştirdiğimiz büyük insanın mücadele ve mesai hayatı ve şekli, birincisine çok benzemekle beraber, fazla olarak ona Cenab-ı Hakkın bahş buyurduğu Müslümanlık ve iman nuru da kendi ziyasını güneş gibi İslâm iklimlerine ve diyardan diyara aşırıp [Kur’ân-ı Kerimin on âyetlik bir bölümü] götürmüştür.

Arada sadece büyük ve şayan-ı esef bir fark vardır.

Bu fark, birincisine dört yüz milyona yakın bir insan topluluğunun gösterdiği sarsılmaz inanç, hürmet ve bağlılık… Bizimkine karşı da—mahdut bile olsa—bazı asalet fukarası soysuzların açığa vuran istihfaf [hafife alma] ve sinsi hücumları.

793

Ya Rabbi! Neden bizi böyle her kıymet ve fazileti paçavraya döndürecek kadar pespâyeleştirdin? Biliyoruz, sana karşı günahımız çok ve büyüktür. Yeter, yâ İlâhî, [Allah tarafından olan] yeter bu sukut [alçalış, düşüş] bize!

 Cevat Rifat Atilhan

ba

Bediüzzaman kimdir?

Bediüzzaman, mâhut [anılan, bilinen] ve mühlik uçurumlarla dolu olan içtimaî [sosyal, toplumsal] seyrimizi, mânevî değerler bakımından bir nur-u imanî [iman aydınlığı] ve ziya-yı irşadî ile taht-ı emniyete almaya çabalayan ve bu hususta bilmenin, kendi kendini idare etmek; bilmemenin, körü körüne idare olunmak hakikatine vücut vereceğini halk kitleleri arasında temessül [belirme, görünme] ettiren insandır.

Bediüzzaman, ahlâkî kıymetler ve millî hasletlerin [huy, karakter] pozitif ilimlerle muvazi [denk, eşit] olarak kat-ı mesafe edemediğini, bu mânâ ve şekil muvacehesinde yetişen çöl kadar kuru ve boş ruhlarla bulanmış gençliğin, istikbalde milletimizin rüyet [Allah’ın cemâlini görme] ufkunda bir kara belâ olacağı hakikat-i kat’iyesini [kesin gerçek] gözlere sokan ve çare-i halâsı da gösteren kimsedir.

Bediüzzaman, şark ve garp [batı] arasındaki azîm mufarakatın, [ayrılık] şahsiyet mefhumunun [anlam] daralma ve genişlemesinden neş’et [doğma] ettiğini gören ve asrın maymun taklitçiliğine varan şahsiyetsizliği önünde şahsiyet mefhumunun [anlam] ilâhî yüksekliğini gönüllerin mihrak noktasında sembolleştirmeye tevessül [genişleme, yayılma] eden âlimdir.

Bediüzzaman, hür adamların, hür memleketinin ilâhî kuruluş felsefesini, akıllara ve gönüllere nakşeden din adamıdır.

Bu necip [soylu, soyu temiz, asil] millet, Bediüzzaman gibi nefsindeki menfaat putunu deviren insanların hizmetine çok, ama çok muhtaçtır.

Hukuk Fakültesinden

 Ziya Nur

ba

794

Ehemmiyetli bir hakikat ve DemokratlarlaÜniversite Nurcularının bir hasbihalidir.

Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, [tek çâre] ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad [dayanak noktası] yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız [itiraz eden, karşı gelen] olmakla mâni olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız [itiraz eden, karşı gelen] değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği intaç [netice verme] ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçeği] etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.

Bir ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar ettiler. Hem mânen eski İttihad-ı Muhammedîden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla, eski zaman gibi farmason ve İttihatçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi, şimdi de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara bir nokta-i istinaddır. [dayanak noktası] Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar.

Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) efradının [bireyler] çoklarını astılar. Ve “Ahrar” denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları

795

din aleyhine sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek istedikleri kat’iyen [kesinlikle] tebeyyün [meydana çıkma, görünme] ediyor. Hattâ ulemânın resmî bir kısmını kendilerine alıp Demokratlara karşı sevk etmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek, tâ Nurcular vasıtasıyla ulemâ, Demokrata iltica etmesinler. Çünkü Nurcular hangi tarafa meyletseler ulemâ dahi taraftar olur. Çünkü onlardan daha kuvvetli bir cereyan yok ki, ona girsinler.

İşte madem hakikat budur, yirmi beş seneden beri ehl-i ilmi, [ilim ehli, âlimler] ehl-i tarikatı [tarikata mensup olanlar] ezen, ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] ve mason ve komünist kısmı bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için, Demokratlar mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ulemâyı, hem milleti memnun ve minnettar etmek, hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle ezan meselesi gibi şeâir-i İslâmiyeyi [İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler] ihyâ [diriltme, hayat verme] için mümkün oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdir.

Maatteessüf, [ne yazık ki] bazı müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] ve mason ve komünistler, Demokrat aleyhinde olduğu halde kendini Demokrat gösteriyorlar ki, Demokratları tahribata sevk etsin ve din aleyhinde göstersin, onları devirsin.

Nur talebeleri ve Nurcu Üniversite gençliği namına

Sadık, Sungur, Ziya

ba

796

Hz. Üstadımızın 1950’de mânevî ihtara binaen yazdırdığı ve lâhikada neşrolunan bu hasbihali, Eşref [en şerefli] Edib [edebiyatçı] Bey, bilâhare Sebilürreşad Mecmuasında ve Küçük Tarihçe-i Hayatta [hayat hikayesi] aynı imzalarla neşretmiş ve Hz. Üstadımız da tekrar onu lâhikalara dahil etmiştir.

 Demokrat kardeşlere tavsiye

Diktatörler ve şefler idaresinde memleketin dinini, imanını, canını, hayatını kasıp kavuran merhametsiz eski devrin farmason kullarının şu can çekişme devrinde Demokratlara tevcih [yöneltme] ettikleri silâhların en tesirlisi, onu kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalışmalarıdır. Bir kısmı dindarlık perdesine bürünerek, Demokratların millete vaad ettikleri din hürriyetini temin etmeyeceklerini propaganda ediyorlar. Bir kısmı da, irticaı himaye ediyor ithamıyla [suçlama] Demokratların din hürriyetine taraftarlık etmesini önlemeye, kendileri gibi Demokratları da dini, din müesseselerini [kurulmuş] tahrip etmeye, din ehline karşı şiddet göstermeye sevk ediyorlar.

Demokrat Partinin iktidarı ele alır almaz komünistlere karşı şiddetli davranması, diğer taraftan ezan-ı Muhammedînin serbestisini temin etmesi, bu sebeple halkın muhabbetini kazanarak kendi kuvvetinden yirmi defa daha bir kuvvet elde etmesi, Halkçıları müthiş endişeye düşürdü.

Eski devrin din ehline ve Kur’ân ehli olan Nurculara karşı takip ettiği zalimâne siyasetin onları bu hale düşürdüğünü Demokratlar idrak edecek bir seviyede oldukları için, onların pusularına düşmeyeceklerine itimadımız vardır.

Eski devrin belli başlı şiârı [işaret; İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] malûmdur. Demokratlar, bekalarını temin etmek isterlerse, tamamıyla bu şiâra [işaret; İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] karşı bir siyaset takip etmeleri icap [gerekli kılma] eder. Bir taraftan komünizme karşı şiddet, diğer taraftan dini ve din ehlini himaye. Açıkça ve mertçe bu yolda yürümek mecburiyetindedir. Bu hususta göstereceği en ufak bir zaaf, [zayıflık, güçsüzlük] yahut en ufak bir samimiyetsizlik onu Halkçıların çukuruna düşürür.

Biz Nur talebeleri, kat’iyen [kesinlikle] siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmeyiz. Bizim yegâne emelimiz, memlekette din hürriyetinin hakikî surette temini, dine ve din ehline ve Kur’ân ehli olan Nurculara karşı çeyrek asırdan beri devam eden zulüm ve tazyikin tamamıyla bertaraf olmasıdır. Demokrat kardeşlere tavsiye ederiz: Devr-i sabıkın

797

şeytankârâne oyunlarına, hilelerine aldanmasınlar, onların düştükleri dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşmesinler. Milletin ruhunu ve iradesini onlar gibi istihfaf [hafife alma] etmesinler. Komünizme ve dine karşı tuttukları doğru yolda azimle devam etsinler.

ba

Bediüzzaman

Bergson Ahlâkla Dinin İki Kaynağı adlı son kitaplarından birisinde, bilhassa ahlâkın, bir insan cemiyetinde alçalmış vak’a derekesinden [aşağı derece] ulvî mefkûre [düşünce] seviyesine, ancak dindar ve temiz şahsiyetler sayesinde yükselebileceğini kaydeder.

Bu görüş, insanlık ve Müslümanlık tarihinde sayısız örneklerle her zaman tahakkuk [gerçekleşme] eylemiştir. Zaten psikoloji ilmine dayanan terbiye san’atı, an’anevî yollarında bu umdeye tutunduğu ve yeni bir istikamet [doğru] verilecek nesilleri bu kabil [mümkün] örnek insanları taklide sevk ettiği nispette, bizden evvelki devirlerde, bizden çok mes’ut insanlar yetiştirmiştir.

Bediüzzaman, hangi cemiyette ve hangi devirde yaşarsa yaşasın, işte bu işaret ettiğimiz örnek insan vasıflarını muhafaza eden temiz ve müstesna şahsiyetlerden birisidir. Türk milletini mahvetmek için casus ellerle perde arkasında yetiştirilmiş ve Türk milletini yalanla, dolanla her saniye aldatmayı kendine bir geçinme san’atı edinmiş bir sürü vatan haini ve millet düşmanı mahlûklar, [varlıklar] bu temiz şahsiyetin yıllardan beri hayatını cendereye sokmuştur. Sorarız. (Fakat kime soracağız? Bu sorgudan da ne umacağız?) Bütün tarihimizde, her fırsatta, en korkunç ve amansız düşmanlığını ispat eden Fener Patrikleri muhteşem saraylarında saltanat sürerken, bu aziz toprağın asırlardan beri tapusunu, en az bin senelik bir mülkiyet [yönetim daireleri ve kadroları] hakkıyla etinde ve kalbinde taşıyan Bediüzzaman, bu fesat ocağının bir kapıcısı kadar da mı yaşamak hakkından mahrum kalsın?

Hangimiz, yaprakları arasında fikrî ve ruhî seyahatlere kalktığımız kitaplarımızın, ansızın mukaddes bilinen meskenimize tecavüz edilerek, odamızda baskına uğrayarak ellerimizden kapılıp gasp edilmesine tahammül edebiliriz? Böyle bir hareket, güya taklit edilen çağdaş medenî cemiyetlerden en geri kalan

798

İspanya’da da vuku bulamaz; hele vukuundan sonra, nâmütenahi, asla tekerrür edemez.

Biz, Bediüzzaman’ın ilim, ahlâk, fazilet ve edep sıfatlarıyla bezenen temiz ve yüksek şahsiyetine gösterilen ve hele son günlerde bütün bütün şiddetlenen kötü muamelelerden ve bu muameleleri ona reva görenlerden nefret ediyoruz. Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete [doğru] taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu Türklerin bu kadar karanlık günlerinde onun feyzini bir sır gibi kalpten [sahte para] kalbe mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz. Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.

إِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ * 1

Cevdet Sezer

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 2

Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri,

Risale-i Nur’u, himmet [ciddi gayret] ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça, bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] muammâsını keşf ve halleden bir keşşaf [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan] olduğunu, hal ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i âzamı [en büyük rehber] olduğunu, yine dua ve himmetinizle [ciddi gayret] idrak ediyoruz. Evet, Üstadımız Hazretleri Risale-i Nur’u okuyan her idrak sahibi anlıyor ki, Risale-i Nur, gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp, tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] edecektir.

Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve millet için değil, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevap verecek bir külliyat olarak telif [kaleme alma] edilmiştir. Bugün, tarihte

799

hiç görülmemiş bir fecaat ve felâket içerisinde çırpınan beşeriyet için, halâskâr [kurtarıcı] olarak Risale-i Nur’a sarılmaktan ve ne pahasına olursa olsun, Risale-i Nur’un nuranî ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nur’u okuyan herkes, bu hakikati idrak etmiş ve etmektedir. Eğer biz muktedir olsak, bu hakikati, kâinata nazır bir mahalle çıkıp, bütün kâinata ilân edeceğiz. Fakat madem ki buna muvaffak olamıyoruz ve mademki Risale-i Nur’un cihanşümul [dünya çapında, evrensel] kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle [ciddi gayret] idrak etmişiz; şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan [bilgi, anlayış] ve kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] menbaı [kaynak] olan Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadi ve devamlı bir şekilde hergün ve her saat okuyacağız ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşaallah. [Allah dilerse] Fakat, her an bütün işlerimizde olduğu gibi, bunda da büyük Üstadımızın dua ve himmetiyle [ciddi gayret] muvaffak olabileceğiz.

Hem şu hakikat zahir ve bâhirdir [açık] ki: Bir kimse allâme [büyük âlim] dahi olsa, Risale-i Nur’un ve müellifinin [telif eden, kitap yazan] talebesidir, Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse, kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip Risale-i Nur Külliyatını okumazsa, büyük bir mahrumiyete dûçar [yakalanmış, düşmüş] olur. Fakat biz, idrak ettiğimiz bu muazzam hakikat karşısında, beşeriyetin halâskârı [kurtulma] ve milyarlarca insanların fevkinde [üstünde] olan bir memur-u Rabbanîye nasıl minnettar ve medyun [borçlu] olduğumuzu tarif edemiyoruz. Yine dua ve himmetinizle [ciddi gayret] idrak etmişiz ki, Kur’ân-ı Kerîmin bir mu’cize-i maneviyesi olan harika Risale-i Nur Külliyatının bir satırından ettiğimiz istifadenin, bir miktar-ı mukabilini dahi ödemeye gücümüz yetişmez. Bunun için, ancak Cenab-ı Hakka şöyle yalvarmaya karar verdik:

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bizi ebedî haps-i münferidden [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] kurtarıp bâki ve sermedî [daimi, sürekli] bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaik [doğru gerçekler] hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazirsiz [benzersiz] bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zalimlerin ve düşmanların suikastlarından muhafaza eyle, Kur’ân ve iman hizmetinde daima muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan [bağış] eyle” diye dua ediyoruz.

800

Evet, Üstadımız Hazretleri, Risale-i Nur’u dikkat ve tefekkürle okumak nimet-i uzmâsına [büyük nimet] nail olan biz bir kısım üniversite gençliği, bir hüsn-ü zan [güzel düşünce] veya bir tahminle değil, tahkikî ve tetkikî bir surette, sarsılmaz ve sarsılmayacak olan ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] bir kuvvet-i imaniye [iman gücü] ile inanıyoruz ki, zemin yüzünün bu asra kadar görmediği bir vahşet ve dehşetin sebebi olan dinsizlik ve ilhadı, [dinsizlik, inkâr] Bediüzzaman ortadan kadırmaya inayet-i Hak ile muvaffak olacaktır.

Bizim bu kanaatimiz, safdilâne [saf kalbli, kolay aldanan] veya tahminle değildir; ilmî ve delile müstenid [dayanan] bir tahkik [araştırma, inceleme] iledir. Bunun için, muarız [itiraz eden, karşı gelen] olan dahi bu hakikati kalben tasdik edecektir. Dua ve şefkat buyurun, Kur’ân ve iman hizmetinde fedâi olalım. Risale-i Nur’u, bir dakikamızı bile kaybetmeden okuyalım, yazalım, ihlâs-ı tamme muvaffak olalım.

Üniversite Nur talebeleri namına

 Abdülmuhsin

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Çok mübarek Üstadımız Hazretleri,

Evvela: Geçenlerde alınan Nur eczalarının hepsi dağıldı; Nurun müştakları [arzulu, aşırı istekli] sürur [mutluluk] içinde kaldılar. Nurdan kısmeti olanlar, birer birer çıkıp ona koşuyorlar. Nur arayan sineler مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَ 2 hakikatince buluyorlar. Bu sefer Ziya kardeşimizin getirdiği otuz dört adet Sözler kapışıldı. Asâ-yı Mûsâ‘lar [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Ankara’ya ve Anadolu’nun muhtelif yerlerine dağılıyor…

Risale-i Nur’un perde arkasındaki parlaklığını görmeyenler dahi ona taraftardırlar. Risale-i Nur’un Medresetü’z-Zehra’sı Anadolu çapında ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ölçüsünde genişleyeceğini, Risale-i Nur’daki hakikatin yüksekliğinden ve dikkat ve tefekkürle okuyan mü’minlerin ve ehl-i ilmin [ilim ehli, âlimler] arasında vücuda gelen  

801

sarsılmaz uhuvvet [kardeşlik] ve kardeşlikten anlıyoruz. Medresetü’z-Zehra’nın bu muazzam faaliyeti, zemin yüzünde bahar mevsiminde olan İlâhî [Allah tarafından olan] ve muazzam neşir gibi sessiz, gürültüsüz, şâşaasız, gösterişsiz ve mütevazi, [alçakgönüllü] fakat muazzam bir şekilde cereyan etmektedir. Fıtraten acûl olan insanoğlu, âlemde hâkim olan kanun-u İlâhîyi [Allah’ın kanunu] düşünmeyerek, her meselenin istediği vakitte hallolunmasını istiyor; küçük dairelerdeki vazifelerini atlayıp, büyük dairelere sapıyor.

Tohumları atılmış ve sümbül vaktine gelmiş olan Risale-i Nur’un yetiştirdiği hakikî imanlı zatlar, inşaallah [Allah dilerse] yakın zamanda âlem-i İslâma [İslâm âlemi] birer nümune-i imtisal [örnek alınacak model] olup nur-u hidayeti [doğru ve hak yolu gösterme nuru] göstereceklerdir.

 Ankara Üniversitesi Nur talebeleri namına

Abdullah

ba

 Ankara’da Nurları neşretmek nimet-i uzmâsına [büyük nimet] nail olmuş büyük bir âlim ve ehl-i kalb [kalb ehli] bir zatın Üstada yazdığı bir mektuptur.

Sahibü’l-ihlâs ve’n-nur ve’l-kemal ve’l-irşad, mücahid-i ekber [en büyük mücahit] Bediüzzaman Hazretleri,

Meydan-ı iptilâ [imtihan meydanı] ve imtihana lillâh ve fillâh için atıldığınız andan bu ana kadar, hukukullah [Allah’ın hakkı] ve hukuk-u ibadın [kulların hukuku] müdafaa ve muhafazasına leyl ü nehar, [gündüz] Hak ve halk huzurunda, zâtınıza has kudret-i ilmiye ve kemaliye ve nuriye ve irşadiyelerinizle [doğru yol gösterme] fevkalâde ağır şerait dairesinde lâyenkatı denecek derece sa’y [çalışma] ü gayret ve himmetle [ciddi gayret] çalıştığınıza, melek, felek, Arş, Kürsî, Levh, Kalem1, arz, semavat,

802

âlem-i kevn, [varlık âlemi, kâinat] ins ve cin ve hariçteki ehl-i insan ve İslâm ve bu abd-i âciz, “eşhedü billâh ilâ âhiri’d-devran” [sonuna kadar] şahid-i dâimî ve ebedîyiz.

Sâhibünnur olan Bediüzzaman’ımız! Zât-ı Nuriyelerinizin, abd-i aciz, can ve gönülden dostunuzum. Bu dostluğum, gelip geçici, zevale [geçip gitme] mahkûm dostluklardan değildir. Âlem-i mânâda, [maddî gözle görünmeyen mânevî âlem] bezm-i ezel-i elestüdeki fıtrat-ı zâtiyelerimizden müntakil dostluk olduğu gibi, âlem-i şuhudumuzda bir yarım asra tekarrüp buyuran etvar [tavırlar, davranışlar] ve akval ve harekât ve sekenatınızdan [durgunluklar, hareketsiz olmalar] ve bu müddet zarfında devr-i istibdat ve Meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] ve Cumhuriyette birbirinden beter iptilâ [insanın kemâl [eksiksiz ve mükemmel olma] derecesini ortaya çıkaran imtihan, tecrübe] ve imtihan ve çilelerinizden ve tevarih-i muhtelifede âzamî ağır şerait dairesinde divan-ı harb ve sair muhakemelerinizden ve meydan-ı gazalarda harp ve darpler ve meydan-ı ilimde akran ve emsalinize faik [üstün] mübahesat ve münakaşat[münakaşalar, tartışmalar] ilmiye ve intişar [açığa çıkma, yayılma] buyuran âsâr-ı celile ve cemilelerinizden; [güzel] ihlâsa makrun [ulaşmış, kavuşmuş] a’mâl-i sâliha ve efkâr-ı nuriyelerinizden, cihad-ı asgar ve ekberlerinizin seyir ve temaşa ve tilâvetinden [okuma] aldığım ders-i ibret [ibret dersi] ve hikmetler, zât-ı ekmelinize olan kadim dostluğumu her an arttırdı, son derece tarsin ve tahkim buyurdu, aşka, vecde [coşku] getirdi. Bu aşk ve şevkle Sultan Hamid zamanından beri zâtınızın ve Nur talebelerinizin hukuk-u umumiye [kamu hukuku] ve hususiyelerinizin hasbeten lillâh müdafaa ve muhafaza ve himayesi için, yakından uzaktan, karınca kudretince, dostluk vecibelerini mânen-maddeten

803

îfada kusur etmemeye âzamî çalıştım, çalışıyorum ve çalışacağım. Bu halime Hak ve halk ve Nur talebelerinizin bir kısm-ı mühimmi âgâhtırlar.

İnşaallah, avn-i Hak ve imdad-ı Muhammedî ile ve cihad-ı asgar ve ekberdeki fî zamanına bî-misal aşk-ı ihlâsiyelerinizle, kariben [yakın] hak galip, batıl mağlûp olur. Âlem-i insaniyet [insanlık âlemi] İslâmiyete inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve medeniyet-i Muhammediye bütün şâşaasıyla tulû [doğma] buyurur. İns ve cin, melek ve felek hep birlikte îd-i ekber eyleriz. Hassaten, bu cihanşümul [dünya çapında, evrensel] bayramımızı doya doya ve kana kana kemal-i sıhhat ve âfiyetle seyir ve temâşâlarınızı, rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] maa âile duada berdevamız. [soğuk] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] dergâh-ı Ulûhiyetinde [Allah’ın yüce katı] dualarımızı Habib-i Kibriya hürmetine müstecap buyursun. Âmin, sümme âmin.

Pek mübarek kalbî, ruhî, sırrî dostum! Bilmem, abd-i âcizi hatırladınız mı? Her ihtimale karşı hatırlatayım: Yurdun her tarafında mücahede-i milliye devam ederken zât-ı hâkimânelerine, Ankara’da mücahede-i milliyeye birlikte devamı mutazammın, [içinde bulundurma] muhtelif eşhastan [kişiler] on sekizi mütecaviz [aşkın] davetnâmeler geldiği zaman, bu davetlere icabet [cevap verme, kabul etme] edip etmemek hususunda, İstanbul’da ikametgâhınızda, beynimizde takarrur [karar bulma] eden günde buluşarak istişare [fikir alışverişi] buyurduğunuz alay müftülerinden dost-u kadiminiz Ankaralı Osman Nuri’yim. Son zamanlarda Millî Müdafaa Vekâleti Müftülüğüne tayin olundum. 25 seneye karib [yakın] burada müftülük yaptım. Üç sene evvel tekaüd [emekliye ayrılma] oldum. Şimdi Ankara’da evimde ikamet ediyorum.

804

Zâtınıza ve ehl-i insan ve İslâma leyl ü nehar [gündüz] dua ile imrar-ı hayat eyliyorum. En büyük emelim ve arzum, ölmeden evvel, dünya gözüyle zatınızı görmek ve ziyaret etmek, hasbeten lillâh bir sohbetinizde bulunmaktır. Bunu can ü gönülden arzu eyliyorum.

Azizlerin azizi azizim,

Kemal-i tazimat ve tekrimatla [saygı gösterme] zât-ı hakîmânelerinizi [herşeyi bir maksat ve gayeye yönelik olarak hikmetle yapan Zât, Allah] ve talebe-i Nuriyelerinizi aşk ve şevkle selâmlar ve hatırlar, iki cihanda aziz olmalarını ve olmanızı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden tazarru [dua, yakarış] ve niyaz eyleriz. Pek mübarek ellerinizden hasret ve iştiyakla [arzu, istek] takbil eyler, dua-yı ihlâsiyelerini ve cevab-ı savaplarınızı bekler, Allah’a emanet eylerim, bizim bir tane Sahibü’n-Nur ve’l-Azm ve’l-İrade ve’l-İrşad Efendimiz Hazretleri.

El-bâki Hüvellah [“O”, Allah]

 Yâr-ı garınız, müntehâ-yı [bir şeyin en uç noktası] zirve-i hiçîde
biricik abd-i gubar

 Osman Nuri

ba

805

Üstadın Emirdağı’na gidişi

Üstad Said Nursî, Afyon hapsinden tahliye edildikten sonra, yanındaki talebeleriyle beraber Emirdağ’a gitti. İki sene kadar Emirdağı’nda kaldı. 1371 yılının Muharrem ayında Eskişehir’e geldi ve bir buçuk ay kadar Yıldız Otelinde ikamet etti. Üstadın bu gelişi manidar idi. 1950’ye kadar nefyedildiği [gönderilme, sürgün] mahallerden, hiçbir yere çıkmamıştı; esasen çıkmasına müsaade edilmemişti. Çok zaman, yakın bir köye dahi gidemiyordu.

Üstad, Eskişehir’de, müştak [arzulu, aşırı istekli] talebeleriyle görüşmüş, Risale-i Nur’un yeni ve taze meyveleri olan genç Nur talebeleriyle konuşmuş, bir derece hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ile alâkadar olmuştu. Orada her sınıf halktan talebeleri kesretle [çokluk] bulunduğu gibi, askerler içinde, bilhassa havacılardan pek çok Nur talebeleri vardı. Bunların herbirisi imanlı ve yüksek ahlâk sahibi olup, şecaat-i milliye-i İslâmiye ile serefrâz, ihlâslı, kalpleri [sahte para] muhabbet-i Nebeviye ve cihan değer hizmet-i İslâmiye ve vataniye ile meşbû kimselerdi.

ba

Bir müddet sonra, Üstad, Eskişehir’den Isparta’ya gitti ve yetmiş gün kadar orada kaldı. Bu sırada, İstanbul’daki faal talebeleri, Gençlik Rehberi’ni tab’ [baskı basma] ettirmişler, bu yüzden Üstad aleyhine dâvâ açılmış ve Üstad, mahkeme için İstanbul’a çağrılmıştı.

Üstad, Isparta ve İstanbul’da iken, Nur Âleminin Bir Anahtarı ismiyle neşredilen tevhid hakkındaki bahisleri yazmış ve mektup olarak talebelerine göndermişti ki, bu bahisler çok kıymettar birer tevhid hazinesi hükmündedir.

ba

806

 İstanbul mahkemesi

Bazı üniversiteli gençler, gençliğin iman ve ahlâkına hizmet maksadıyla Gençlik Rehberi’ni İstanbul’da bastırdılar. Bunun üzerine, müddeiumumilik [savcı] tarafından, 163’üncü maddeye istinaden eser, lâikliğe aykırı olarak, devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak maksadıyla yazıldığı, propaganda ve telkin mahiyetinde olduğu iddiasıyla, Üstad, İstanbul Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevk olunmuştu.

22 Ocak 1952 muhakeme günü olmak itibarıyla, Bediüzzaman Said Nursî, Isparta’dan İstanbul’a gelerek mahkemede hazır bulunmuştu. Üstadın talebeleri genç üniversiteliler, mahkeme salonunu doldurmuşlardı. Koridorlarda büyük bir kalabalık göze çarpıyordu. Evvelâ iddianame ve ehl-i vukuf [bilirkişi] raporu okunmuş, Üstadın isticvabı [sorguya çekme, ifade alma] yapılmıştı. Ehl-i vukuf [bilirkişi] raporunda, “Müellifin [telif eden, kitap yazan] bu eserde din düşüncesini yaymaya çalıştığı, gençlere rehber olacak fikirler serd eylediği, müellifin [telif eden, kitap yazan] tesettür taraftarı olduğu, kadınların yarım çıplak ve açık bacakla dolaşmalarının İslâmiyete aykırı ve kadının fıtratına zıt olduğunu beyan ettiği, kadını güzelleştiren şeyin terbiye-i İslâmiye [İslâm terbiyesi] dairesinde âdâb-ı Kur’âniye ziyneti olduğunu söylediği, dinî tedrisat [öğrenim, eğitim] taraftarı olduğu, binaenaleyh devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istediği…” uzun uzadıya izah edilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin müdafaasını İstanbul avukatlarından Seniyyüddin Başak, Mihri Helâv ve Abdurrahman Şeref Laç deruhte [üstüne almak] etmişlerdir.

Okunan iddianame ve rapor üzerine, Üstad Said Nursî, cevaben, otuz beş senelik hayatını misal göstererek, siyasetle, dünyevî ve menfî cereyanlarla alâkadar olmadığını, kendisini meşgul eden ve nazarını çeken tek şey, hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ve hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] olduğunu, bütün kuvvetiyle imanı kurtarmak dâvâsında gittiğini bildirir, müteaddit [bir çok] mahkemelerin beraat ve iade kararlarını zikreder. Gençlik Rehberi adlı eserinin üniversiteli gençler tarafından bastırılmasının büyük bir memnuniyeti mucip [gerektirici] olması lâzım geldiğini, içinde bulunduğumuz

807

asrın menfi cereyanlarına, bilhassa içtimaî [sosyal, toplumsal] bünyemizi sarsan ahlâksızlık ve imansızlık salgınına karşı, Gençlik Rehberi gibi Risale-i Nur’un bütün eczalarının külliyetle intişarının, [açığa çıkma, yayılma] gençliğe ve mâsum evlâtlara ve kadınlara umumen okutturulmasının, vatan-millet saadeti nokta-i nazarından [bakış açısı] gayet elzem olduğunu beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir surette ifade etmiş; mezkûr [adı geçen] gayeler için, kendi haberi olmadan genç üniversitelilerin tab [basma] eylediğini beyan etmiştir.

Mahkeme 19 Şubat 1952 gününe talik edilmiştir.

İkinci muhakeme gününde, Risale-i Nur Külliyatından çok istifade eden bir çok üniversite talebeleri ve ehl-i irfandan müteşekkil [meydana gelen] büyük bir kalabalık, mahkemeyi dinlemek üzere erkenden koridorları doldurmuşlardı, Üstad, alkışlarla, üniversiteli Nur talebelerinin kolları arasında mahkeme salonuna girdi, maznun sandalyesine oturdu. Avukatlar da geldiler, yerlerini aldılar. Mahkeme salonunda müthiş bir izdiham [yoğun kalabalık] vardı. Binlerce kişi mahkemeyi dinlemek üzere salona girmek istiyor, kalabalık, dalgalar halinde kapılardan taşıyordu. Bu hadisenin zahirî heybet ve ihtişamının aksettirdiği mânâ, daha muazzam ve daha haşmetli idi. İslâmiyet nurunun mücessem [cisimleşmiş] bir timsal-i müşahhası olan Said Nursî’ye, dinî kültürden mahrum olarak yetiştirilen gençlik, tâzim [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] ederek minnettarlığını ifade ediyordu. Güya lisan-ı halleriyle, [beden dili] “Ey yirminci asrın zulümatını Kur’ân’ın nuruyla yaran, ehl-i İslâma [Müslümanlar] nurlu ve beşaretli [müjde] ufuklar gösteren, insanlığı, fıtratına münasip yüksek ve ebedi saadete davet eden büyük mücahid! İnsanlığa, bahusus [hususan, özellikle] bu vatan evlâtlarına yaptığın büyük hizmeti, bizler şükranla karşılıyoruz. Ve istikbal dahi seni takdirle yâd edecektir. Sen mânen ölüme yüz tutan bir nesli, maneviyat âb-ı hayatına [hayat suyu] kavuşturan bir hekim olarak çok kıymettar ve yüksek bir hizmet ifâ ettin. Yokluğa, ebedî şekavete atılmak istenen bir milleti ve gelecek nesillerini, Kur’ân’ın nuruyla ebedî saadete ulaştırmaya ve Allah’a kavuşturmaya çalıştığını ve hayatını bu uğurda feda ettiğini biliyoruz.

808

İmanlı nesiller seni takip edecektir;
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir.” diyorlar.

Salondaki kalabalığın fazla olmasından, mahkemenin devamına imkân kalmamıştı. İntizamı temine tahsis edilen polisler, halkın tehacümüne [her taraftan hücum etme] mâni olamıyordu. Nihayet mahkeme reisinin halka hitaben, “Hoca efendiyi seviyorsanız biraz meydan veriniz ki, mahkemeye devam edebilelim” demesi üzerine, halk çekilmeye başladı. Bu suretle, mahkemenin devamına imkân hasıl oldu.

Gençlik Rehberi’ni basan matbaacı ve sonra polisler dinlendi. Daha sonra Üstad, ehl-i vukuf [bilirkişi] raporuna karşı itiraz eyledi. İkindi namazı vakti geçmek üzere olduğundan, Üstad namaz kılmak üzere müsaade istedi. Mahkeme reisi, Üstadın bu ricasını [ümit] kabul ederek muhakemeye nihayet verdi.

Üstad, genç üniversitelilerin ve kendisini candan seven talebelerinin kolları arasında koridorlardan geçerken, binlerce halk tarafından alkışlanıyor, kendisi de iki eliyle sevgili talebelerini selâmlıyordu. Adliye binasının önünde üç-dört bin kişi toplanmış, Üstadı görmek üzere bekliyorlardı. Üstad, binlerce halkın alkış tufanı arasında merdivenlerden indi. Bu arada heyecandan ağlayanlar da vardı. Bu izdiham [yoğun kalabalık] arasında yaya yürümek kabil [mümkün] olmadığı için, Nur talebeleri tarafından Üstad bir otomobile bindirilerek Sultanahmed Camiine gidilmiş ve cemaatle namaz kılınarak ikametgâhına götürülmüştü.

ba

Üstad 5 Mart 1952, son muhakeme günü, yine genç mekteplilerle halk tabakalarından müteşekkil [meydana gelen] binlerce kendisini sevenlerin arasında mahkeme salonuna girdi. Mahkeme salonundaki izdihamın [yoğun kalabalık] geçen defaki gibi muhakemenin devamına mani olacak dereceye varmaması için, müteaddit [bir çok] polis müfrezeleri Adliye binasının merdivenlerini ve koridorları muhafaza altına almışlar, geçitleri kapamışlardı. Bununla beraber, mahkeme salonu kapılara kadar hıncahınç dolmuştu.

Mahkeme başladı; şahit olarak Gençlik Rehberi’ni bastıran üniversite talebesi dinlendi. İfadesinde, şark ve garbın [batı] eserlerini okuduğunu, sonra Risale-i Nur eline geçtiğini, bu eserlerden aklı, fikri, ruhu ve kalbi son derece müstefid [faydalanan, yararlanan] bulunduğunu, irade ve ahlâkı üzerinde mühim tesirler yaptığını, Gençlik Rehberi’nin, gençlerin iman ve ahlâkını temin ve muhafaza yolunda büyük tesiri olması dolayısıyla, bir hizmet-i vataniye yapmak emeliyle bastırdığını, suç mahiyetini haiz birşey görmediğini söylemiştir.

ba

809

Bediüzzaman Hazretlerinin 1952 Yılında İstanbul’da Fatih 
Türbesinde Cuma Namazından Çıktıktan Sonra Fatiha [açılış kısmı, baş, baş kısım] Okurken

810

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Isparta’da Kaldığı Evin Bahçe 
Kısmından Görünüşü

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin Isparta’da Kaldığı Evin Önden Görünüşü

811

Üstadın müdafaası

Çok uzun süren mazlumane, maceralı hayatıma dair gayet kısa maruzatta [arz edilenler, takdim edilenler] bulunacağım. Lütfen dinlemenizi rica [ümit] ederim.

(Mahkeme, Üstadın müdafaasını serbest ve rahatça yapmasına meydan verdi. Üstad da geniş ve ferahlı bir müdafaa yaptı.)

Muhterem hâkimler,

Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlere, işkencelere, tarassud [gözetleme] ve hapislere maruz kaldım. Bütün bu iftira ve isnatların esası birkaç noktaya dayanır:

1. En birinci ithamları, [suçlama] beni rejim aleyhtarı olarak telâkki [anlama, kabul etme] etmeleridir. Malûmdur ki, her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metoddan dolayı mes’ul olmaz. Bu hukukî bir mütearifedir.

Dininde çok mutaassıp ve cebbar [zorba] bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyetleri altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfür rejimlerini kabul etmeyip Kur’ân ile reddettikleri halde, İngiliz mahkemeleri, şimdiye kadar onlara o cihetten ilişmedi.

Burada ve bütün İslâm hükûmetlerinde eskiden beri Yahudiler, Nasranîler tâbi oldukları memleketin dinine, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] rejimine muhalif, zıt ve muteriz [itiraz eden] bulundukları halde, o hükûmetler hiçbir zaman kanunlarla onlara o cihetten ilişmediler.

Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o Hıristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken, mahkemede, onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi [kurulmuş] hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan şarkta, garpta, [batı] bütün dünya adalet müesseselerinde [kurulmuş] câri ve hâkimdir.

812

Ben de, din ve vicdan hürriyetinin bu ana umdesine güvenerek, yüzlerce âyat-ı Kur’âniyeye istinaden, medeniyetin bozuk kısmına, hürriyet perdesi altında yürüyen mutlak bir istibdada, [baskı ve zulüm] lâiklik maskesi altında dine ve dindarlara karşı tatbik edilen en ağır bir baskıya muhalefet etmiş isem, kanunlar haricine mi çıkmış oldum? Yoksa, Anayasanın hakikî ve samimî müdafaasını mı yapmış bulundum? Haksızlığa karşı, zulme karşı, kanunsuzluğa karşı muhalefet hiçbir hükûmette suç sayılmaz; bilâkis muhalefet meşru ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur.

2. Bana zulüm ve cefayı reva gören devr-i sabıkın yaptığı isnatların ikincisi, emniyet ve asayişi ihlâldir. Bu vehim ve hayal ile, bu düzme isnat ile, yirmi sekiz sene bana ceza çektirdiler. Memleket memleket, mahkeme mahkeme süründürdüler. Zindandan zindana attılar. Kimse ile görüştürmediler. Tecrit ettiler, zehirlediler, türlü türlü hakaretlerde bulundular.

Biz ki, beş yüz bin fedakâr Nur talebeleri, memleketin her tarafında emniyet ve âsayişin fahrî [gurur, övünme] mânevî muhafızlarıyız; bize böyle bir isnatta bulunmaları, günahların en büyüğüdür. Onlar bize o kadar zalimâne ihanetlerde bulundukları halde, biz asla hislerimize kapılmayarak, gönüllerde emniyet ve âsayişi temin yolunda, iman ve Kur’ân’a hizmet yolunda, gafletle anarşiye sapanları düştükleri fevzâ gayyâsından kurtarmak yolunda çalışmaktan bir an hâli [boş] kalmadık.

Muhterem hâkimler, şunu kat’î olarak arz ederim ki, bu delilsiz bir iddia değildir. Bizim zulüm ve menfâ sahamız olan altı vilâyetin altı mahkemesi, uzun ve ince tetkikler neticesinde, emniyet ve âsâyişi ihlâl yolunda hiçbir vukuat kaydetmemiştir. Bu hareketimiz ispat eder ki, Nur mekteb-i irfanının talebeleri, kalbler üzerinde işler, emniyet ve âsâyişin bekçisini kafalara, kalblere yerleştirir. Bizim iman derslerimiz anarşiye karşıdır, bozgunculuğa karşıdır, farmasonlara ve komünistlere karşıdır. Memleketin bütün zabıta dairelerinden sorulsun, beş yüz bin Nur irfan [bilgi, anlayış] mektebi talebesinden birinin olsun nizam ve intizama aykırı

813

bir vukuatı var mıdır? Yoktur. Elbette yoktur. Çünkü hepsinin kalbinde nizam ve intizamın en sağlam muhafızı olan iman bekçisi vardır.

Sebilürreşad’ın 116’ncı nüshasında “Hakikat Konuşuyor” başlıklı makalemde bu hakikatleri uzun uzadıya izah ettim. Bütün dünyasını, hattâ icap [gerekli kılma] ederse hayatını, hattâ âhiretini dinine feda ettiği, bütün hayatı şehadet eden, otuz beş seneden beri siyaseti terk eden, müteaddit [bir çok] mahkemelerin o kadar incelemelerine rağmen bu yolda bir delil bulunamayan, sekseni aşmış, kabir kapısına gelmiş, dünya metâından hiçbir nesneye mâlik olmamış ve ehemmiyet vermemiş bir adam hakkında “Dini siyasete âlet ediyor” diyen, yerden göğe kadar, gökten yere kadar haksız ve insafsızdır.

Biz Nur mekteb-i irfanı şakirtlerinin [öğrenci] Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] aldığımız hakikat dersi şudur ki: Evde, yahut bir gemide, bir mâsum, on câni bulunsa, adalet-i Kur’âniye, [Kur’ân’ın adaleti] o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o haneyi, o gemiyi yakmayı men ettiği halde, on mâsumu bir tek câni yüzünden mahv için, o hâne, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir [zulüm, acımasızlık] olmaz mı? Bu sebeple, âsâyişi ihlâl yolunda yüzde on câni yüzünden doksan mâsumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı adalet-i İlâhiye [Allah’ın adaleti] ve hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] şiddetle men ettiği için, biz bütün kuvvetimizle bu ders-i Kur’ânîye [Kur’ân dersi] ittibâen [tâbi olma, bağlanma] âsâyişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliriz.

İşte bizi böyle haksız isnatlarla ittiham [suçlama] eden devr-i sabıktaki gizli düşmanlarımız, şüphe yok ki, ya siyaseti dinsizliğe âlet etmek istediler, yahut bilerek, bilmeyerek bozuk ideolojileri memleketimize yerleştirmek gayretine düştüler. Görülüyor ki, nizam ve intizamı bozan, maddî, mânevî memleketin emniyet ve âsâyişini ihlâl eden bizler değil, asıl onlardı. Hakikî bir Müslüman, samimî bir mü’min hiçbir zaman anarşiye ve bozgunculuğa taraftar olmaz. Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü, anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini [huy, karakter] ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine [huy, karakter] çevirir ki, bunun âhirzamanda Ye’cüc ve Me’cüc komitesi olduğuna Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] işaret buyurmaktadır.

İşte, muhterem hâkimler, yirmi sekiz sene bana ve talebelerime böyle eza ve

814

cefada bulundular. Ve mahkemelerde savcılar bize hakaretlerde bulunmaktan çekinmediler. Biz, bunların hepsine tahammül ettik. İman ve Kur’ân’a hizmet yolunda devam ettik. Ve devr-i sabık ricalinin [ümit] bütün o zulüm ve cefalarını affettik. Çünkü onlar müstehak oldukları âkıbete uğradılar. Biz de, hak ve hürriyetimize kavuştuk. Sizler gibi âdil ve imanlı hâkimler huzurunda söz söylemek fırsatını Allah bize bahşettiğinden dolayı şükrederiz. Hâzâ min fadli Rabbî.

Said Nursî

ba

Avukat MihriHelâv’ın müdafaasından parçalar

Risale-i Nur Müellifi, [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] bütün müellif ve muharrirlerin [yazar, gazete yazarı] en mütevaziidir. [alçakgönüllü] Şöhret ve tekebbürün [büyüklenme] en büyük düşmanıdır. Bütün dünya metâına arka çevirmiştir. Ne mal, ne şöhret, ne nüfuz… bunların hiçbirisi onun pâyine ulaşamamıştır ve ulaşamaz. Gandi bile onun kadar dünyadan elini çekememiştir. Günde elli gram ekmekle ve bir çanak çorba ile tagaddi eden bu büyük adam, yaşıyorsa, ancak Kur’ân ve imana hizmet için yaşıyor. Başka hiç, hiçbir şeyin, onun nazarında kıymet ve ehemmiyeti yoktur. Böyle iken, eserinin medh ü sitayişinde [övme, medih] bulundu diye onu suçlandırmaya çalışmak, 163’üncü maddenin cürüm ağına sokmaya uğraşmak, hak ve adaletle, insafla, ilimle, insanî düşünce ile hukuk fikriyle, mantıkla, akıl ve fikirle kabil-i telif [birleştirilmeye uygun, bağdaşabilir] midir? Burası yüksek mahkemenin takdirine aittir…

Hükûmete muhalefet bahsi hakkında da birkaç söz söyleyerek mâruzatımı [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] neticelendirmek isterim. Karşınızda kemal-i saffet ve samimiyetle âdilâne kararlarınıza intizar [bekleme] eden bu asırdîde zat, ömründe hiçbir defa hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] beyanda bulunmaya tenezzül etmiş bir adam değildir. İlk celse-i muhakemede, bugünkü hükûmetten memnun olduğunu ve muvaffakiyetine [başarı] dua ettiğini, onun beğenmediği ve tenkit ettiği hükûmet, eski hükûmetler olduğunu alenen söylemiştir. Filhakika, [gerçekte, doğrusu] müvekkilim, bütün milletle beraber istibdada [baskı ve zulüm] karşı mücadele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husule [meydana gelme] gelen muvaffakiyetten [başarı] dolayı da memnun olmuştur. Risale-i Nur’un gayesi de içtimaî [sosyal, toplumsal] nizam ve intizamı kalblere yerleştirmektir. Siyasî rical, [ümit] siyasî sahada nizam-ı içtimaîyi,

815

milletin hak ve hürriyetlerini temine çalıştıkları gibi, Risale-i Nur Müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] de, mânevî sahada, kalblerde bunları yerleştirmeye çalışıyor. Gayeler müşterektir. Bir mekteb-i irfan olan Risale-i Nur’un müellifi ve şakirtleri [öğrenci] âsâyişin, nizam ve intizamın fahrî [gurur, övünme] ve mânevî bekçileridir. Mânevî sahada, kalblerde ve dimağlarda [akıl, beyin] anarşinin, bozgunculuğun kalkmasına çalışmaktadırlar. Kemal-i samimiyetle, hiçbir ivaz ve garazı olmaksızın, hiçbir karşılık beklemeksizin, yalnız Allah rızası için, millet ve memleketin menfaati için çalışmaktadırlar. Bunu yapmak bir cürüm ve cinayet değil, millet ve memlekete bir hizmettir. Muahazeye [cezalandırılma] değil, takdire lâyıktır. Beraatini istemek hakkımızdır. Karar yüksek mahkemenindir.

ba

Avukat Seniyüddin Başak’ın müdafaası

Müteakiben, müellifin [telif eden, kitap yazan] diğer vekili olan avukat Seniyüddin Başak kalkmış, kısa birkaç söz söylemiştir:

 “Artık mesele aydınlanmış, hakikat güneş gibi tezahür etmiştir. Yüksek mahkeme herşeye vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] olmuştur. Benim buna ilâve edecek bir sözüm yoktur. Böyle kıymetli, faziletli, millet ve memleket için cansiperane ve hiçbir ivaz ve bedel mukabili olmayarak fîsebilillâh çalışan zevatı buralara getiren, cinayet sandalyelerine oturtan zihniyet hakkında bazı mütalâada bulunmak isterdim; fakat onun yeri burası değildir. Bunun için ayrıca bir eser yazmak icap [gerekli kılma] eder. Çünkü bu zihniyetle mücadele herkes için bir vazifedir. Yüksek mahkemenin yüksek vicdanı beni müdafaadan müstağni [çok üstün ve ötede bulunan] kılacak derecede itmi’nanbahştır. [huzur bulma] Müvekkilimin beraatini istemekle şeref duyarım.”

ba

816

Avukat Abdurrahman Şeref Laç’ın müdafaası

Müteakiben, diğer mümtaz [seçkin] avukat arkadaşları gibi Üstadın müdafaasını fahrî [gurur, övünme] olarak deruhte [üstüne almak] eden imanlı ve kudretli meşhur ve mümtaz [seçkin] avukat Abdurrahman Şeref Laç müdafaaya başladı. Evvelâ bir mukaddime [başlangıç] yaptı. Dedi ki:

“Sanık olarak huzurunuza gelen seksen yaşını mütecaviz [aşkın] bu mübarek zâtın suçla hiçbir münasebet ve taallûku olmadığı, tamamıyla tezahür etmiştir. Yüksek mahkemece de buna tam kanaat hâsıl olduğunu, beraatine karar verileceğini de kuvvetle ümit ederim. Ancak, aleyhimizde bir karar verilmesine binde bir ihtimal olsa da, üzerime aldığım bir mâsumun müdafaasını ihmal etmeyi bir vazifesizlik sayarım. Yüksek Temyiz Mahkemesinin [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] kanaat ve nokta-i nazarını [bakış açısı] da hesaba katmak icap [gerekli kılma] eder. Burada bahsedilmedi diye usul noktasından bir eksiklikte bulunmuş olmamalıyım. Onun için müdafaamı yapmama yüksek mahkemenin müsaadelerini rica [ümit] ederim.”

“Peki Abdurrahman Bey, son müdafaanızı dinleyeceğiz. Buyurun.”

“Gençlik Rehberi isimli eser, Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] emir ve tefsirlerinden ibaret bulunmasına, İslâm dininin ve bu dinin emir ve nasihatlerini ihtiva eylemesine ve Anayasanın 70’inci maddesine göre; şahsî masuniyet, vicdan, tefekkür, söz ve neşir hak ve hürriyeti Türklerin tabiî haklarından olduğu, Anayasanın 75’inci maddesine göre de hiçbir kimse, mensup olduğu din ve mezhepten dolayı muahaze [cezalandırılma] edilemeyceğinden, müvekkilimin Anayasa ile kendisine bahşedilmiş bulunan bu din ve neşir hürriyetinden mahrum edilerek cezaî tâkibe mâruz bırakılması Anayasa hükümlerine mugayirdir… [aykırı, zıt]

“Yukarıda izah ettiğimiz kanunî taraflarımız farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] nazar-ı dikkate alınmaz, Türk Ceza Kanununun antidemokratik 163’üncü maddesine göre müvekkilimin tâkibi mümkün farz edilirse, isnat edilen suçun tahliline geçer ve şöyle deriz:

817

“Bir Müslüman. Ak saçlı, yaşlı bir Müslüman. Saçını başını ve yaşını bütün ömrü boyunca nurla ağartmış bir Müslüman. Saçı, başı, yaşı ve bütün vücudu Allah’ın nuruyla yıkanmış, ter temiz ve bem beyaz bir Müslüman. Bütün ömrü boyunca in’âm-ı Hak olan hayatını, Türk milletinin salâh [düzelme] ve hakikî saadeti için vakfetmiş, emr-i İlâhî [Allah’ın emri] olan ruhunu, feleğin hakikî mâliki Allah’a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeye azmetmiş, bina-yı Sübhanî olan bedenini, yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir Müslüman, bugün, ‘Demokrasi vardır’ denilen birgün, kalkıyor, yalnız ‘Allah’ diyor, ‘Kitap’ diyor, ‘Resul’ diyor ve gençliğe, ‘Dikkat’ diyor. Der demez arkasından savcı (dâvâyı açan savcı) yapışıyor.

“Gel buraya… Suç işledin!’ diyor.

“Ve âfâkı kap kara bir zulmet [karanlık] kaplamıştır.

“Fakat, bakın şu asîl ve necip [soylu, soyu temiz, asil] ihtiyar Müslümana! Ne kadar sakin ve ne kadar rahattır. Zira kesrette [çokluk] değil, vahdettedir. [Allah’ın birliği] Gecenin zulmetinden ve gündüzün rengârenginden bîfütûrdur. Belâ zindanında safa[zevk, keyif] seyretmektedir. Cefa sofrasında vefa bulan, mazhar-ı tecellî olandır. Zira eşya hakikatlerinden haberdardır. Kesafeti [yoğunluk, katılık] letafete [güzellik, hoşluk] kalb etmiştir. Kanı çekilmiş, damarlarında kan yerine, feyz-i Hak ve nur cereyan etmektedir ve savcı (dâvâyı açan savcı) bu Müslümanı kolundan yakalamış, hapse sürüklemektedir.

“Niçin? Neden? Ne yaptı bu pîr-i [önder] fânî? Nedir kabahati bu ihtiyar Müslümanın? Ne mi yaptı? Bakın, savcıya (dâvâyı açana) göre neler ve neler yaptı?

“Gençlik Rehberi adıyla bir kitap çıkardı.

“A. Lâikliğe aykırı hareket etti. Allah, din, iman lâikliğe aykırı olur mu? Olur. Peki, başka?

“B. Devletin içtimaî, [sosyal, toplumsal] iktisadî, [tutumluluk] siyasî ve hukukî temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak istedi. Nasıl, niçin ve ne maksatla yaptı bunları?

“C. Şahsî nüfuz temin ve tesis etmek maksadıyla.

“Peki, ya siyasî menfaat kasdı var mı acaba? Hayır, bu yok. Ehl-i vukuf [bilirkişi] da bu maksadı görmemiş. Savcı da bunu diyemiyor. Peki, amma madem ki siyasî

818

menfaat kastı yokmuş, bu pîr-i [önder] fânînin şahsı, cüssesi, bedeni ne ki, dünyadan ne bekliyor ki nüfuz temin etmek istesin?

“Savcı, ‘Ben orasını bilmem’ diyor. ‘İstiyor işte.’ Hem bunu böylece bilirkişiler de söylüyorlar.

“Peki, nasıl yaptı bu işleri bu Müslüman?

“A. Dini, dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanılan şeyleri âlet etmek suretiyle.

“Nedir bu mukaddes tanılan şeyler? İslâm dini, Müslümanlık hisleri, Allah kelimesinin kalbdeki haşyeti, [korku, dehşet] Kur’ân, tefsir… Demek savcı bunları biliyor. Bunların mukaddesat olduğuna inanıyor.

“Peki, amma bunları bilmek, inanmak ve sonra söylemek âlet etmek midir? Evet, dâvâyı açan savcıya göre âlet etmektir. Öyleyse savcı da bunları âlet ediyor, hem de siyasî bir kanuna âlet ediyor, hem de bir Müslümanı mahkûm ettirmek için âlet ediyor. Şu halde o da 163’üncü maddeye göre suç işlemiyor mu?

“‘Hayır’ der savcı. ‘Ben propaganda yapmıyorum. O propaganda ve telkin yaptı.’ Ne dedi peki? Şunları söyledi:

“‘…Bu zamanda, zındıka dalâleti İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin [insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu] plânıyla şeytan kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi yarım çıplak hanımlardır ki, açık bacağıyla, dehşetli bıçaklarla ehl-i imana [Allah’a inanan] taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh [evlenmek] yolunu kapamaya, fuhuş yolunu genişlettirmeye çalışarak, çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar; belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.’

“Peki, yalan mı bunlar? Fuhşu teşvik ve nikâhı [evlenmek] imha eden fâhişeler gürûhu inkâr mı ediliyor? Gizli ve âşikâr fuhuşla ve devlet eliyle mücadele yok mu? Ceza Kanunu, Fuhuşla Mücadele Nizamnâmesi ve Ahlâk Zabıtası bunlarla geceli gündüzlü mücadele etmiyor mu?

“Var, var amma ‘Buna biz karışırız, Allah ne karışır?’ diyor savcı. Peki, böyle desin. Desin amma kanun, zabıta ve savcı, suç işlendikten sonra işleyeni ve işleteni yakalıyor. Yani iş olup bittikten sonra, namus pâyimal olup adam öldükten sonra… Daha evvel tedbir almaya kanunen imkân yok; fakat dinen buna imkân var: Allah korkusu ve din. Bu korku sayesinde her türlü rezaletin önü alınabileceğini bildiriyor. İslâm dini bunu emrediyor. Tedbiri evvelden alın diyor. Nasıl? Nasihat edin, ikaz edin, Allah’ı tanıtın, insanın kalbinde Allah korkusu, Allah sevgisi, ateş, Cehennem, ebedî azâp, ebedî saadet yer etsin, bilsin, anlasın,

819

sevsin ve korksun; korksun ki fenalıklardan kaçsın, hem kendisi kurtulsun, hem de cemiyet. Savcı da, devlet de, hükûmet de, millet de rahat etsin. Bunun için Allah korkusunu ve sevgisini insanlara aşılayın.

“Nasıl yapalım bu işi? Söyleyin, yazın, okutun. Peki, amma o zaman propaganda diyorlar. Ne olur? Bunlar Allah’ın emirleri, Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] hikmetleri değil mi? Din, sizin en tabiî hakkınız değil mi? Kim men eder sizi bundan, Allah yolundan? Suç diyorlar buna. Öyle mi? Allah’ın emrini okuyun:

اِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللهِ وَشَۤاقُّوا الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدٰى لَنْ يَضُرُّوا اللهَ شيْئًا وَسَيُحْبِطُ اَعْمَالَهُمْ * 1

“Meâli: ‘Haberiniz olsun ki, o küfür edip halkı Allah yolundan men eyleyen ve hak kendilerine tebeyyün [meydana çıkma, görünme] ettikten sonra Peygambere karşı gelenler, hiçbir zaman Allah’a zerrece bir zarar edecek değiller. O, onların amellerini heder [boş yere, faydasız] edecektir.’

“Peki, amma dinlemezlerse? Dinleyenlere, iman edenlere tekrar edin; çünkü yaptığınız iş iyidir, insanlar için, cemiyet için, millet için, hükûmet için, devlet için hayırlıdır; şerden, belâdan koruyucudur. İman edenlere deyin ki:

يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُۤوا اَطِيعُوا اللهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلاَ تُبْطِلُوا اَعْمَالَكُمْ * 2

“Meâli: ‘Ey bütün iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin de amellerinizi iptal eylemeyin.’

“Buna da inanmazlarsa, deyin ki: Tehlike, vatan ve milletiniz için tehlike, dinde, dinin propagandasında değil, dinsizliktedir. Bunu Başvekilimiz [Başbakan] de söyledi: ‘Sağcılığın memleket için tehlikeli olduğu görülmemiştir. Bugün din propagandasına mâni bir hal yoktur; tedbir almaya da lüzum kalmamıştır.’

“Muhterem hâkimler! Siz bilirsiniz, fakat bir kere de dâvâyı açan savcıya sorunuz, bakalım hayır diyebilecek mi? Allah’ın emirleri, Kur’ân-ı Azîmüşşânın [şan ve şerefi yüce olan Kur’ân] hikmeleri gençlere anlatılmaz, bildirilmezse, propaganda suçtur diye men edilirse, ahlâksızlık, iffetsizlik, köksüzlük, fuhuş, zina, katil suçlarının önüne geçmek yalnız ceza kanunlarıyla kabil [mümkün] midir? Komünizm gibi bütün dünyayı tehdit eden erzel âfetin, gizli ve âşikâr, seri ve sinsi tahribatını tamamen neyle önlemek mümkündür?

820

“Muhterem vatansever, Allah’ına ve mukaddesatına bağlı necip [soylu, soyu temiz, asil] Türk hâkimleri! Şu korkunç küfür propagandasına körpe Müslüman Türk çocuklarının temiz ve saf dimağlarını [akıl, beyin] senelerce tahrip ederek felce uğratan korkunç din düşmanlarının akıttığı zehirlere bakın.

“Ne korkunç hal ve tezatlar içindeyiz! Savcı bunu görmez, İslâm dinine ve bütün mukaddes dinlere yapılan bu korkunç taarruz ve hakareti tâkip etmez de, bu taarruzdan gençliğe muhafaza tedbirleri tavsiye edeni mi yakalar?

“Pek muhterem Türk Müslüman hâkimler! Siz Kur’ân-ı Mübînin [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] Allah’ın nurunun pırıltıları ile dolu olan ve yalnız o nur-u İlâhîyi [Allah’ın nuru] aksettiren Risale-i Nur Gençlik Rehberi’nden dolayı müvekkilimi mahkûm edemezsiniz.

“Muhterem, asîl ve Müslüman Türk hâkimleri! Pek iyi bilirsiniz ki, hakikî irşad [doğru yol gösterme] âlimleri enbiyanın [nebiler, peygamberler] vârisleridir. [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] Bu mübarek zatlarda kendilerine miras kalan vaaz u nasihatı, Kur’ân-ı Mübînin [hak ve hakikatı açıklayan Kur’ân] emirlerine göre yaymakla mükelleftirler. Vazifesini yaparken hiçbir ücret ve ivazın talibi değildirler. Vazifelerini fîsebilillâh yaparlar. Ancak, Allah ve Resulünün [Allah’ın elçisi] rızasına taliptirler. Son nefeslerine kadar bu mukaddes vazifeye devam ederler. Çünkü, bu vazife onlara Allah ve Resulünün [Allah’ın elçisi] emanetidir. Müvekkilim, bu emaneti ehline tevdi ediyor diye nasıl tâkip ve tâzip [azap] edilir? Nasıl bu ihtiyar yaşında zayıf ve nahif bünyesi, inanamayacağı ağır bir teklif ile mükellef tutulur: ‘Gel, zindana gir!’

“Bu, en korkunç bir zulüm olur. Bu zulme mâni olmak vazifesi de sizlere emanet edilmiştir.

“Bütün fenalıkları, günahları, ahlâksızlığı, rezaleti, fesat ve fitneyi imha edecek nurdur…

يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبىَ اللهُ اِلاَّۤ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ * 1

“Meâli: ‘Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Allah ise,

821

muhakkak nurunu tamamlamak, tamamen parlatmak istiyor, kâfirler hoşlanmasalar da.’ “

Avukat

 Abdurrahman Şeref Laç

Bu müdafaayı müteakip Üstad Said Nursî’ye başka bir diyeceği olup olmadığı mahkeme reisi tarafından sorulmuş, mumaileyh [kendisine işaret edilen, ismi önce geçen] ayağa kalkarak,

“Yalnız bir kelime söylemek için müsaadenizi rica [ümit] ederim.”

“Buyurunuz.”

“Muhterem vekillerim benim şahsım hakkında söylemiş oldukları senakâr sözlere ben lâyık değilim. Ben, Kur’ân ve iman hizmetinde çalışan âciz bir adamım. Başka bir diyeceğim yoktur.”

Beraat kararının tebliği

Bunun üzerine muhakeme hitam [son, sonuç] bulmuş; heyet-i hâkime [hakimler heyeti, kurulu] müşavereden [istişare etme, danışma] sonra ittifakla beraat kararını tebliğ etmiş ve bu karar mahkemede hazır bulunan üniversiteliler ve halk tarafından şiddetle alkışlanmıştır. Savcılık tarafından temyiz edilmediği için karar kesinleşmiştir.

ba

822

Bediüzzaman’ın İstanbul’a teşrifimünasebetiyle üniversiteli bir Nur talebesinin arkadaşına yazdığı mektup

Sevgili Üstadımızın teşrifinden dolayı bizi ve İstanbul’u tebrikinize teşekkür ederim. Bu muhteşem, müstesna hadiseden dolayı, koca şehir kaynadı; için için bayram yapıyor. Âlimi–cahili, fakiri–zengini, genci-ihtiyarı mahkemelerde, otelde her yerde onu görmeye ve dinlemeye koşuyor.

Rüyalarımız dahi neş’e ve ferahla dolu… Düşmanlarımızın ise yüzleri daha ziyade karardı. Nifaklarının [ayrılık, dağılma] hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını artık biliyorlar. Üstadımız, İstanbul’un şahsiyet devrinin yadigârı olan herşeye yeniden can verdiler. Kardeşlerimizin gözünde, şehrin manzarası birden bire değişti. Ayasofya, Sarayburnu’na kadar uzandı. Minarelerinde yine ezan-ı Muhammedî (a.s.m.) okunuyor; içinde, hâfızlar yeniden Kur’ân-ı Kerîm tilâvetine [okuma] başladılar. Fâtih, hergün türbesinden kalkarak, fethettiği şehrin büyük ve mübarek misafirine, “Hoşgeldiniz!” diyor ve onu tebrik ediyor. Yeni Camiin şerefesinden, Beyoğlu’nun en karanlık ve mülevves [kirli, pis] izbesine kadar nüfuz edecek ışık tufanını şimdiden görür gibi oluyoruz. Hepsinin, Ayasofya’nın, Fâtih’in, Sultanahmed’in, Eyüb’ün ve Süleymaniye’nin ve bütün Müslüman İstanbul’un hicap perdelerini yüzlerinden atışı ve bize daha muhteşem ve daha samimî görünmeleri, bu büyük teşriften ve bu ulvî nurdan… Üstadımız, artık bu şehrin güneşi. O giderse, ufkundaki güneş de onu takip edecek ve milyonluk şehir kararıverecek. Tesellîmiz, Fâtih şehrinin Risale-i Nur’la aydınlanacağı ve parlayacağı ümididir.

Üstadımızın teşrifini telefonla haber verdikleri zaman, cansız vücudumdan birden bire bir cereyan geçti. Öldürücü ve uyuşturucu değil; dirilten, canlandıran bir cereyan… Maddî ve mânevî varlığımın bir anda kuvvet bulup, muazzam bir mıknatısın beni çektiğini hissettim. Ağır Ceza Mahkemesine vâsıl olduğum zaman, biraz evvelki tahassüslerimin bütün cemiyette hâkim olduğunu fark ettim. Mahkemenin içi ve dışı tıklım tıklım dolu idi. Kalabalığı yararak içeri girmek istedim; fakat gözüm iki üniversiteli talebenin arasında yürüyen Üstada ilişti. Mânâsıyla olduğu kadar, maddesi ve kıyafeti ile de bam başka olan ve şu anda milyonlarca gözün onun üzerinde toplandığı müstesna varlık, sanki hiçbir şeyle alâkadar değildi ve hiçbir hadiseden haberi yoktu…

823

Mahkemenin içindeyim. Ulvî isim zikredilir edilmez, büyük adam koca bir milletin, dinin ve devrin tarihî mümessili [temsilci] olarak içeri girdi. Ufak bir kaynaşmayı müteakip çıt yok. Herkes, bu muhteşem ve muazzam ânın mânâsını ve heyecanını duymakta…

“Hastayım” demelerine rağmen, Üstadımızın yerlerinden yıldırım gibi fırlayarak itiraz ve izahları, mahkeme heyetinin hayranlıkla büyük adamı seyri… İkinci celsede daha muazzam bir kalabalık… Üstadımızın, vukufsuz ehl-i vukuf [bilirkişi] raporuna bizzat verdikleri harikulâde cevaplar ve mahkemenin 5 Mart’a tâliki… [sonraya bırakma] Titreyerek, günah ve zaaflarıma [zayıflık, güçsüzlük] bin teessüf [eseflenme, üzülme] ve tevbe ederek yaklaşıp, mübarek ellerini sonsuz bir iştiyakla [arzu, istek] öptüğüm ve içimi ter temiz tutmaya çabalayarak gözlerini bulmaya cesaret ettiğim o an, o gün, hâtıralarımın en büyük ve en nâdide yadigârı olacak. Üniversiteli diğer kardeşlerim, Üstadımızın hizmetinde bulunmakla şeref-i uzmâya kavuşmuşlar. O Üstadımızdan, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ebediyen razı olsun ve bütün talebelerine ve bilhassa benim gibi biçare, zavallı ve âcizlere akıl, dirayet, azim ve ihlâs ihsan [bağış] buyursun. Âmin.

Evet, kardeşim, bu asrın mânevî şahı olduğu, hayatı ve eserleriyle sâbit olan bir Üstadın eserlerini biz muhtaçlara lûtfeden Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hadsiz şükürlerle beraber, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne [her taraftan hücum etme] mâruz heyet-i İslâmiyeye [İslâm topluluğu, Müslümanlar] en nâfi [faydalı] bir nur ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olan Risale-i Nur’u, ölünceye kadar okuyacağız, neşredeceğiz inşaallah. [Allah dilerse]

 Elbaki Hüve‘l-Baki [“O”, Allah]

 İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinden

Kâmil

ba

824

Üstadın Emirdağı’na tekrar gidişi

Üstad Bediüzzaman İstanbul’daki muhakemesinin beraatle neticelenmesini müteakip Emirdağ’a geldi. Emirdağ’da Ramazan ayının bir gününde kıra çıktığı zaman, bir başçavuş ve üç silâhlı jandarma yanına gönderilerek, gelecek fıkrada [bölüm] beyan edildiği gibi, kendisine şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymesi teklif ediliyor; bu sebeple karakola celb [çekme] ediliyor. Bunun üzerine Üstad bir istida [dilekçe] yazarak Adliye ve Dahiliye Vekâletine [İçişleri Bakanlığı] gönderiyor. Aynı zamanda Ankara’daki bir talebesine de göndererek alâkadar meb’uslara hadisenin duyurulmasını bildiriyor. Ankara’daki talebeleri, bu şekvânın [şikayet] bir nüshasını, Samsun’da münteşir [yaygın olan] Büyük Cihad gazetesine gönderiyorlar. Yazı, Büyük Cihad’da “En Büyük İspat” başlığı altında ve bir hâşiye [dipnot] ilâve edilerek neşrediliyor. Sonra, Ankara ve İstanbul Üniversitesindeki Nur talebeleri de iki-üç makale yazıp, Büyük Cihad gazetesine gönderiyorlar ve neşrediliyor. Bu sıralarda Malatya hadisesi vukua geliyor; dindarlar aleyhinde bir sürü yalan, iftira, tezvir propagandası başlıyor. Bu tahriklere aldanan bazı şahsiyetler, dinî gazetelerden medar-ı itham noktalar bulmak için çalışıyorlar. Samsun’da da mezkûr [adı geçen] “En Büyük İspat” başlıklı yazı ve Üniversite Nur talebelerinin makaleleri dolayısıyla, gazete neşriyat müdürü ile Ankara’dan bu yazıların bazılarını gönderen bir Nur talebesi tevkif edilerek mahkemeye veriliyor. Nurculuğun memlekette inkşafı aleyhinde gazetelerde beyanatlar, kanaatler ileri sürülüyor. Altı yüz kadar Nur talebesinin mahkûmiyetini istihdaf eder şekilde, Türkiye’de yirmi beş yerde taharri [araştırma] yapılıp, bir kısmında dâvâ açılıyor. Neticede, Risale-i Nur’da ve Nur talebelerinde medar-ı ittiham [suçlama sebebi] bir nokta olmayıp, suç bulunmadığı kanaatine varılıyor.

Samsun’da açılan dâvâda evvelâ mahkûmiyete karar verilmişse de, Mahkeme-i Temyizin [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] Risale-i Nur eserleri ve müellifi Bediüzzaman hakkında serd ettiği mütalâa ile mahkûmiyet kararını esastan bozması sebebiyle tekrar yapılan duruşmada, yazılarda suç unsuru bulunmadığı kanaatine varılarak beraat kararı verilmiştir.

825

“En Büyük İspat” başlıklı yazıdan dolayı Samsun’da Üstadımız aleyhine de dâvâ açılmıştı. Samsun’a mahkemeye celbi isteniyordu. Çok rahatsız ve ihtiyar olması sebebiyle kaza tabipliğinden aldığı bir raporu nazar-ı itibara [dikkate alma] alınmayarak, mutlaka mahkemede bulunması isteniyordu. Nihayet Üstad, Samsun’da mahkemede bulunmaya karar vererek İstanbul’a kadar geldi. Fakat sıhhatinin bozukluğu ve tahammül edememesinden, yola devam edemeyip heyet-i sıhhiyeden bir rapor alıp mahkemeye gönderdi. Raporda, Said Nursî’nin, yapılan muayene neticesi, ne karadan, ne denizden ve ne de havadan Samsun’a gitmeye vücudu tahammül edemeyeceği yazılı idi. Mahkemede, müddeiumumî [iddia makamı, savcı] şiddetli ısrarlarla Said Nursî’nin mutlaka mahkemede bulunmasını istemişse de, mahkeme heyeti, sıhhıye raporuna istinaden, Bediüzzaman’ın İstanbul mahkemelerinden birinde istinabe suretiyle ifadesinin alınmasına karar verdi. Nihayet, devam eden mahkemeler neticesinde, Samsun Mahkemesi, dâvâ mevzuu yazıda mahkûmiyeti icap [gerekli kılma] ettirecek bir kasıt görmediğinden, Said Nursî’nin beraatine karar verdi.

ba

826

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Isparta Tugay Kumandanlığı Camisinin Temel 
Atma Merasiminde Dua Etmeleri ve İlk Harcı Koymaları İçin Davet Edildiği Zaman Cami 
Mahallinde Çekilen Fotoğrafı

827

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Isparta’daki Askeri
Birlikler İçin İnşa Olunan Cami-i Şerifin Temeline İlk Harcı Koyarken

828

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî bu müdafaayı İstanbul Mahkemesinde okumuş ve mahkemesi beraatle nihayet bulmuştur.

Gizli düşmanlarımız, bu Ramazan-ı Şerifte, tekrar adliyeyi benim aleyhime sevk ettiler. Mesele de, bir gizli komünist komitesiyle alâkadardır.

Birisi: Bütün bütün kanun hilâfına olarak, beni tek başımla ve yalnız olarak kırda ve dağda otururken, üç silâhlı jandarma ile bir başçavuş yanıma gönderdiler, “Sen başına şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymiyorsun” diye, zorla beni karakola getirdiler. Ben de, adaleti hedef tutan bütün adliyelere söylüyorum ki:

Böyle beş vecihle [yön] kanunsuzluk edip kanun namına beş vecihle [yön] İslâm kanunlarını kıran adam, hakikî kanunsuzluk ile ittiham [suçlama] edilmek lâzım gelirken, onların o acip kanunsuzluğu ve bahanesiyle, iki seneden beri vicdanî azâp verdiklerinden, elbette mahkeme-i kübrâ-yı haşirde [haşir meydanında kurulacak olan büyük mahkeme] bunun cezasını çekeceklerdir.

Evet, otuz beş senedir münzevî olduğu halde hiç çarşı ve kasabalarda gezmeyen bir adamı, “Sen frenk serpuşunu [başa giyilen bir tür başlık, şapka] [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymiyorsun” diye ittiham [suçlama] etmeye, dünyada hangi kanun müsaade eder? Yirmi sekiz seneden beri beş vilâyet ve beş mahkeme ve beş vilâyetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde [adaletli mahkeme] yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak her yeri gezdiği halde hiçbir polis ilişmediği ve hem Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] “Bere yasak değil” diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler [asker] ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat [amaç, yarar] bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından—ki resmî bir libastır—”Bereyi [elbise] giyenler de mes’ul olmazlar” denildiği halde; hususan münzevî ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilâf-ı kanun [kanun dışı] en çirkin bir şeyle ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giydirmek, ecnebî papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye ile tehdit etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder.

829

Meselâ, ona teklif eden demiş: “Ben emir kuluyum.” Cebr-i keyfî kanunla emir olur mu ki, emir kuluyum desin? Evet, Kur’ân-ı Hakîmde, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Yahudi ve Nasranîlere başta benzememek için ona dair âyet olduğu gibi,

يَۤا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُۤوا اَطِيعُوا اللهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ وَاُولِى اْلاَمْرِ مِنْكُمْ * 1

âyeti, ulü’l-emre itaati emreder. Allah ve Resulünün [Allah’ın elçisi] itaatine zıt olmamak şartıyla, o itaatin emir kuluyum diye hareket edebilir. Halbuki bu meselede, an’ane-i İslâmiye kanunları hastalara şefkatle incitmemek, gariplere şefkat edip incitmemek, Allah için Kur’ân ve ilm-i imanîye hizmet edenlere zahmet vermemek ve incitmemek emrettiği halde, hususan münzevî, dünyayı terk etmiş bir adama ecnebî papazlarının serpuşunu [başa giyilen bir tür başlık, şapka] [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] teklif etmek, on vecihle [yön] değil, yüz vecihle [yön] kanuna muhalif ve İslâmın an’anevî kanunlarına karşı bir kanunsuzluktur ve keyfî bir emir hesabına o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanunları kırmaktır. Benim gibi kabir kapısında, gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî, sünnet-i seniyeye muhalefet etmemek için otuz beş seneden beri dünyayı terk eden bir adama bu tarz muameleler kat’iyen [kesinlikle] şek [şüphe] ve şüphe bırakmadı ki, komünist perdesi altında, anarşilik hesabına vatan ve millet ve İslâmiyet ve din aleyhinde müthiş bir suikast eseri olduğu gibi, İslâmiyete ve vatana hizmete niyet eden ve müthiş haricî tahribata karşı cephe alan dindar meb’uslar ve demokratlara dahi büyük bir suikasttır. Dindar meb’uslar dikkat etsinler, bu dehşetli suikasta karşı müdafaada beni yalnız bırakmasınlar.Haşiye [dipnot]

830

Ey mübarek müşfik ve muazzez [aziz, değerli] Üstadımız Hazretleri,

Bu acip madde ve dinsizlik asrında, nazarlar kısalmış; kalbler, fenalıklar ve kötülüklerle dolmuş. Yalnız ve yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamandaki en hakikî ve kat’î tereşşuhatı [belirti] olan Risale-i Nur, o kısalmış nazarları, âdeta maddenin ruhuna nüfuz ettiriyor; o kötü kalblerin zindan gibi karanlık olan içini, nurla dolduruyor. Bunun için, bu asra “Nur asrı” denmesi münasiptir…

Risale-i Nur, beşeriyetin bu tamiri imkân olmayan yarasını uhrevî ilâçlarla tedavi ediyor.

831

Risale-i Nur ve onun harika müellifi siz mübarek Üstadımız, binlerce münevver [aydın] gence halâskârlık [kurtulma] vazifenizi yapmış ve yapmaktasınız. Bunun böyle olduğuna imanları kurtarılan bu âcizler canlı şahitleriz. Bu dehşetli asırda, materyalizmi, maddeciliği temelinden yıkan, mason ve komünistlerin bâtıl ideolojilerini bütün ilim ve idrak muvacehesinde zîr ü zeber [alt üst] eden Risale-i Nur, okuyucularına—bu asrın talihli insanlarına—bu dünya ile, hattâ kâinatla bile değişilmez âb-ı hayatı, [hayat suyu] ebedîlik suyunu, yani beka âleminin bileti olan imanı bahşediyor.

Ey aziz ve mübarek Üstadımız! Bu kadar kıymetli bir hediyeyi bizlere veren siz Üstadımıza ne kadar hürmet ve muhabbet beslesek azdır. Siz kurtarıcı Üstadımızla Risale-i Nur talebeleri arasındaki bağ, ebedî bir bağlılıktır. Bunu hiçbir kuvvet çözemez. Hürmetle mübarek ellerinizden öper, dualarınızı beklerim.

Üniversite Nur talebeleri namına 
Siyasal Bilgiler Fakültesinden 
Ahmet Atak

ba

832

[Bu mektup Samsun’da münteşir [yaygın olan] Büyük Cihad gazetesinde intişar [açığa çıkma, yayılma] etmiştir. Müfterilerin tahrikâtıyla Samsun’da muhakeme açılmasına sebep olmuştur. Muhakeme beraatle neticelenmiştir.]

Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] halâskârı, [kurtulma] ehl-i imanın [Allah’a inanan] sertâcı, Risale-i Nur’un tercümanı Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine!

Bu defa dindar Demokratların delâletiyle Afyon Mahkemesince Risale-i Nur’un serbestiyetine, bütün risale, mektup ve mecmualarının suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verilmesini, senelerce evvel ilân ettiğiniz “Risale-i Nur benim değil, Kur’ân’ın malıdır; Kur’ân’ın feyzinden gelmiştir. Hiçbir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden koparıp atamayacaktır. Risale-i Nur Kur’ân’a bağlıdır; Kur’ân ise Arş-ı Âzamla [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bağlanmıştır. Kimin haddi var ki, onu oradan söküp atsın?” diye olan hakikatli beyanatınızın açık bir tezahürü ve bu ulvî hizmetinizin İlâhî [Allah tarafından olan] ve Kur’ânî olduğunun parlak bir delili bilerek, bu beraat kararının âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ve bâhusus [bilhassa, özellikle] bu millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] saadetlerinin başlangıcı olması itibarıyla, başta, bütün varlığıyla bu zaferleri bekleyen ve Nur ailesine reis ve hakikatler deryasına kaptan tayin edilen ve zulmet-i küfürle [inkâr karanlığı] tuğyan [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] etmiş insanlığa hâdi ihsan [bağış] olunan aziz, sevgili Üstadımız ve buna vesile olmakla ehl-i imanı [Allah’a inanan] kendilerine dost ve taraftar eyleyen dindar Demokratları ve âdil heyet-i hâkimeyi [hakimler heyeti, kurulu] sonsuz minnetlerle tebrik eder ve arz ederiz ki:

Uzun senelerden beri terakki [ilerleme] ve teâlîsi [yükselme, yücelme] için çalıştığınız ve uğrunda fedâ-yı nefis ve can eylediğiniz hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] bugün bütün bir memleket, bir millet çapında ehl-i imanın [Allah’a inanan] kalblerine sürurlar [mutluluk] getirerek fevkalâde inkişafı, [açığa çıkma] hizmetine memur kılındığınız ve bilfiil muvaffak olduğunuz kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâvâ ve hizmetinizin ne kadar yüksek ve parlak olduğunu güneş gibi ispat ediyor.

833

Yirmi beş, otuz seneden beri bütün mânilere ve sıkıntılara rağmen bu kadar sabır ve metanetiniz [gayret, kararlılık] ve Kur’ân’dan kalb-i münevverinize gelen Risale-i Nur’un neşri cihetinde bu harika hizmet ve mücahedeleriniz, [Allah yolunda cihad etme] istikbalin nesillerine ve İslâmın kahraman mücahidlerine bir nümune-i iktida [örnek alınıp uyulacak nümune, model] ve imtisal [bağlanma, boyun eğme] oluyor. Kur’ân güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları [parıltı] olan Nur şuâlarıyla cehl [cahillik, bilgisizlik] ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] karanlıklarını izale [giderme] ederek, milyonlar kalbleri o nurla nurlandırıp ehl-i imanı [Allah’a inanan] kendinize minnettar ettiniz. Bu vatan ve bu millet, bu tarih ve bu toprak, sizin bu hizmetinizi, bu fedakârlığınızı hiçbir zaman unutmayacaktır. Ebediyet âlemine göç eylediğinizde dahi sizin bu hizmetiniz bir çekirdek olup, ondan fışkıran bir şecere-i âliye [yüksek, yüce ağaç] her tarafı kaplayacak ve o Nur ağacının etrafına toplanan büyük cemaatler ve Risale-i Nur’un yükselen ebedî şuâları, o hizmetinizi ilelebed ve daha parlak ve daha şâşaalı idame edecekler.

Siz, Risale-i Nur’un tercümanı haysiyetiyle ve bu iman hizmetinizin İslâm ufuklarında parlaması cihetiyle gelen, bu asrın bir hidayet serdarısınız. [kumandan]

Kur’ân-ı Kerîmin on dördüncü asr-ı Muhammedîdeki (a.s.m.) aziz dellâlı [davetçi, ilan edici] ve o müthiş zamanın müthiş zulümatına karşı nur-u Kur’ân‘la [Kur’ân nuru] mukabele [karşılama; karşılık verme] eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’un yüz binler nüshalarını yüz binler talebelerinin kalemleriyle her tarafta neşredip dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] tesis eden muhteşem kahramanı sevgili Üstadımız,

Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet [huzur] ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizle ehl-i imana [Allah’a inanan] zuhurunu müjde verip ispat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlayan ve bütün kıt’alara [dünyanın kara paçalarından her biri] şâmil [içine alan] hâkimiyet-i İslâmiyenin [İslâmiyetin hâkimiyeti] nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] uzun ömürlerinize dualar eder, ellerinizden tâzimle [Allah’ın büyüklüğünü dile getirme] öperiz.

 Ankara Üniversitesi Nur talebelerinden

 İsmail, Salih, Atıf, Ahmed, [çokça medhedilen, övülen] Ziya, Mehmed, Abdullah

ba

834

Üstad Said Nursî’nin Isparta’da ikametleri

1953 senesi yaz aylarında Üstad Emirdağından Isparta’ya geldi. Isparta’da pek çok sadık talebeleri vardı. Daha evvel gönderdiği mektuplarında Isparta’yı taşıyla, toprağıyla mübarek olarak tavsif [bir sıfatla niteleme] ediyor ve Risale-i Nur’un zuhuru ve intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] vücut bulan mânevî hayatının idamesine en kuvvetli medar [kaynak, dayanak] Isparta olduğunu beyan buyuruyordu. Filhakika, [gerçekte, doğrusu] Isparta, Üstadın bu iltifatına lâyık olduğunu uzun senelerdeki hadiselerin şehadetiyle ispat etmiş ve göstermiştir. Çünkü, Risale-i Nur’un birinci medresesi ve telif [kaleme alma] yeri olan Barla, Isparta’nın bir nahiyesidir. Risale-i Nur’un büyük mecmuaları burada telif [kaleme alma] edilmiştir.

Risale-i Nur’u binler kalemlerle en korkulu zamanlarda yazıp neşredenler Isparta ve köylerindeki talebelerdir. Misal olarak Sav köyünü göstermek kâfidir. Üstad Kastamonu’da bulunduğu zaman, Isparta’nın yalnız Sav köyünde bin kadar kalem senelerce Nurları yazmış, çoğaltılmasında çalışmıştır.

Her birisi birer vilâyet kadar, belki daha ziyade Risale-i Nur’a alâka gösteren ve Nurların yayılmasında birer santral misil[benzer] çalışan Nur merkezleri Isparta’dadır. Gül ve Nur fabrikaları ve bunların etrafında medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] şakirtleri, [öğrenci] Mübarekler Heyeti, hep Isparta vilâyeti dahilindedir.

Hem herbirisi hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] itibarıyla birer kutup [esas, önder, direk, eksen] hükmünde olan Nur talebelerinin medar-ı iftihar [övünç kaynağı] büyük kardeşleri de yine Ispartalıdırlar.

Hem Isparta adliyesi ve emniyeti daima Nurlara insafla muamele etmiştir. Üstad, Isparta adliyesine çok defa dua etmiş, sair vilâyetlere bu noktada da Isparta’yı hüsn-ü misal [güzel örnek] göstermiştir.

Bu ve bu gibi sebepler tahtında, Üstad, âhir ömrünü Isparta’da geçirmek, ölümünü oradaki mübarek sadık kardeşlerinin arasında karşılamak, mezarını Isparta’da Sav’da veya Barla’da vasiyet etmek üzere Isparta’ya geldi. Kira ile bir eve yerleşti. Yanında dört-beş talebesi vardı. Bu talebeleriyle Üstad, hususî dershane-i Nuriyesini [Risale-i Nur’ların okunduğu yer] vücuda getirmişti.

ba

835

 Isparta’daki hayatından muhtelif safhalar1

Mahkeme safahati: [zevk, keyif]

Afyon Mahkemesi tarafından kitaplar serbest bırakılmadan, Malatya hadisesi münasebetiyle bazı vilâyet ve kasabalarda taharriler [araştırma] yapıldı, mahkemeler açıldı. Ezcümle: Mersin’de, Rize’de, Diyarbakır’da Nurlar ve Nurcular aleyhine dâvâ açıldı; neticede mahkemeler beraat verdi. Birçok vilâyetlerde yapılan taharriler [araştırma] ve soruşturmalar ile Nurcular aleyhine umumî bir dâvâ açılması için Isparta Müddeiumumiliği [savcı] harekete geçti. Sekseni mütecaviz [aşkın] Nur talebesi hakkında iddianame hazırlandı ve dosya sorgu hâkimliğine tevdi edildi.

Emniyetin pek çok gizli mensupları, Nur talebeleri arasında dolaşmaya, her hareketlerini kontrola başladılar. Ankara, İstanbul, Adapazarı, Safranbolu, Karabük, Dinar, İnebolu, Van gibi yerlerde araştırmalar, sorgular yapıldı. Yapılan bütün tetkikat ve taharriler [araştırma] neticesi, vatan, millet aleyhinde zerre kadar bir hareket bulunmayıp, bilâkis her vatandaşın göğsünü iftiharla kabartacak ilmî, imanî, vatanî hizmetler, ahlâkî gayret ve faaliyetlerle hareket ettikleri, Risale-i Nur’u okumak, okutmak ve neşrine çalışmaktan başka bir gaye ve maksatları bulunmadığı anlaşılmasıyla, “Nurcularda suç bulamıyoruz, medar-ı mes’uliyet bir hareket ve faaliyetleri görülmemiştir” diye umumen kanaat getirildi. Bu soruşturmalar, Risale-i Nur’un hakkaniyetinin anlaşılmasına vesile oldu. Neticede Nurların beraatine karar verildi.

Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriye [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate

836

okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun [ilim talebeleri] şerefini ihya [diriltme] ettiler. Şark havalisinde büyük hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ifa olundu. Bir aralık, Diyarbakır’da, orada Nurlarla imana ve Kur’ân’a hizmet eden faal bir Nur talebesi aleyhine dâvâ açıldı, beraatle neticelendi, mü’minlerin sürûr ve minnettarlığına vesile oldu.

Afyon’da da devam eden mahkeme neticelendi. 1956 tarihinde Risale-i Nur’u inceleyen Diyanet İşleri Müşavere [istişare etme, danışma] Kurulu verdiği bir raporla, Risale-i Nur’un iman ve ahlâkî tekemmülâta [mükemmelleşme] hizmet hususundaki vasfını ilân etti. Afyon Mahkemesi de bu rapora istinaden, Risale-i Nur eserlerinin beraatine ve serbestiyetine karar verdi, hüküm kat’îleşti.

Afyon Mahkemesinin beraat kararından sonra, Isparta Sorgu Hâkimliği de men-i muhakeme kararı verdi. Böylece, Risale-i Nur, birçok adlî süzgeçlerden geçerek umumî ve küllî bir serbestiyet ve hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhar [erişme, nail olma] oldu.

Nurların neşri: Anadolu’nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber, bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri, [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] yalnız bulundukları muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] bulundular. Bu hizmetleri, yalnız bir kişi değil, bir merkez değil, yalnız malûm şahıslar değil, hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] olduğu için, pek çok vecihlerde, [yön] pek çok zatlar tarafından ifa edildi. İsmi bilinmeyen nice halis talebeler, sadık mü’minler bu hizmet-i kudsiyede [kutsal hizmet] çalıştılar, nur-u Muhammedînin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru] yayılmasına gayret ettiler.

Ankara’da, üniversiteli talebeler ve muhterem hamiyetperver [din, millet gibi üstün değerleri koruma gayretinde olan] zatlar, Risale-i Nur mecmualarını matbaalarda tab [basma] ile her tarafa neşrine, bilhassa yeni harfle istifadeye muntazır [bekleyen, hazır] kitlenin ellerine ulaşmasına çalıştılar. Risale-i Nur’un küllî neşriyatını gençliğin, mekteplilerin deruhte [üstüne almak] etmeleri, bu hususta büyük fedakârlık göstermeleri ise, bu millet ve vatan için büyük bir saadet oldu. Çünkü, hiçbir

837

şahsî menfaat talep etmeden ve yalnız rıza-yı ilâhî için hareket etmeleri, onların, bu asîl milletin hakikî evlâtları olduğunu gösterdi.

ba

Üstadın Barla’ya gidişi

Üstad, Barla’dan yirmi küsur sene evvel ayrılmış ve o zamana kadar hiç gitmemişti. Barlaile, kendi Nurs köyünden ziyade alâkadardı. Çünkü, hayat-ı mâneviyesi [maddî olmayan hayat] olan Risale-i Nur burada telif [kaleme alma] edilmeye başlamıştı. Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hidayet nurlarını temsil eden “Sözler” ve “Mektubat” ve “Lemeat[parıltılar] Nuriye” buradan etrafa yayılmıştı. Bu itibarla Barla, Risale-i Nur dershanesinin ilk merkezi idi.

Barla’daki hayatı gerçi nefiy [inkâr] ve inziva [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] içinde ve tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] altında geçmekle acı idi; fakat Risale-i Nur hakikatlerinin telif [kaleme alma] yeri olduğundan, Üstad’ın en tatlı ve şirin hayatı da yine Barlahayatıdır denilebilir. Bu defa Barla’ya nefiyle [inkâr] değil, hapisle değil, kendi rızasıyla ve serbest olarak gidiyordu. Güzel bir bahar günü Barla’ya geldi. Barla’daki talebelerinin mühim bir kısmı Üstadı karşıladılar. Üstad, sekiz senelik ikâmetgahı olan medrese-i Nuriyesine [Risale-i Nur’ların okunduğu yerler] yaklaşırken kendini tutamadı, mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Haşmetli çınar ağacı da âdetâ kendisini selâmlıyordu. Bir vakitler, yani Barla’da sekiz sene ikametten sonra Isparta’ya celb [çekme] edilmişti. O zamanki gidişinde mübarek çınar ağacı Üstadı mânen teşyî [uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi] etmiş, haşmetli kanatları olan dallarının Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] olan secdevâri ubudiyetiyle [Allah’a kulluk] Üstadı uğurlamıştı. Bu defa da yine uzun bir mufarakattan [ayrılık] sonra tekrar Üstada kavuşmanın süruru [mutluluk] içinde Hâlık-ı Rahmân‘a [her şeyin yaratıcısı olan ve bütün varlıklara şefkat gösteren Allah] secde-i şükrana kapanıyordu. Üstad, o mübarek çınar ağacına sarılmış, yanındaki talebelerine ve ahaliye kendisini yalnız bırakmalarını söylemişti. Zaten gözyaşlarını tutamıyordu. Sonra, Nur dershanesi olan odasına girdi ve iki saat kadar kaldı. Hazin ağlayışı dışarıdan işitiliyordu.

Evet, şüphesiz rahmet-i İlâhiyenin nihayetsiz tecellîlerine mazhardı. Bir zamanlar Şarkî Anadolu‘dan [Doğu Anadolu] Isparta havalisine sürülmüştü… Isparta’dan da, dağlar arasındaki Barlanahiyesine nefyedilmişti. [gönderilme, sürgün] Burada ölüp gidecekti. Eski  

838

tarihçe-i hayatının [hayat hikayesi] şahadetiyle, çok kahraman ve fedakâr olan bu zât, doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] hakikatlerini benimseyen, ferdî ve millî saadeti, İslâmiyet hakikatlerine sarılmakta gören ve bunu haykıran ve delâil-i akliye [aklî deliller] ile ilim meydanına çıkan bir kimse idi.

Üç devir geçirmiş, cebbar [zorba] kumandanlara boyun eğmemiş, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâvâsından dönmemiş; yaralanmış, zehirlenmiş, ölmemiş; dağlar gibi hadiselerin dalgalarından yılmamıştı…

Milletleri, kavimleri [insan topluluğu] içine alan, zihniyet ve telâkkileri [anlama, kabul etme] değiştiren asr-ı hâzırın cereyanları, bu zâtı Kur’ân ve iman dâvâsındaki yolundan çevirememişti. O, ruhundaki şecaat-i imaniye ile kat’î inanıyordu ki, dâvâ ettiği hakikat birgün milletçe benimsenecek; bir Said, binler, belki yüz binler Said olacak… İnsanlık camiasında neşrettiği hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] fütuhatı [fetihler, yayılmalar] ve inkişafı [açığa çıkma] başlayacak ve âfâk-ı İslâmı saran zulmet [karanlık] bulutları Kur’ân’dan eline verilen bu meş’ale-i hidayetle dağıtılacak; ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak; canlara can katacak, mânen ölmeye yüz tutan millet-i İslâmiyeyi [İslâm milleti] ihyâ [diriltme, hayat verme] edecek; âleme efendi olan İslâmiyetin—biiznillah—cihana efendiliğinin maddî mânevî mübeşşiri olacaktı.

İşte, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatin hâmili ve naşiri [yayınlayan] olan ve hakikatte bugünkü beşeriyetin medar-ı iftiharı [övünç kaynağı] bulunan bu aziz zât, din düşmanlarının plânıyla, vaktiyle bu beldeye gönderilmiş, Anadolu’da tesis ettirilen rejimin aleyhinde bulunmasına, fiilî müdahalesine mümanaat olunmuştu. Heyhat! Esasen kendisi siyasetten çekilmişti; ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyasına karışmıyordu. O, istikbali nurlandıracak bir hakikatin telif [kaleme alma] ve neşrine çalışıyordu. Kâinatın sahibi [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] ve hadiselerin mutasarrıfı [dilediği gibi idare eden] olan Allah, onun hâmisi, muîni [yardımcı] ve yardımcısı idi.

İşte, otuz sene sonra tekrar Barla’ya döndüğü zaman, hizmet-i imaniyesinde [iman hizmeti] nail olduğu büyük ikramları, inayetleri [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] düşünerek, müşahede ederek mesrur [mutlu] oldu ve sürurundan [mutluluk] ağlıyordu, secde-i şükrana varıyordu.

839

Hâl-i hazırda [şimdiki zaman] Üstad Isparta’da ikamet eder. Bazan Emirdağına, bazan Barla’ya gider. Buraları Risale-i Nur’un telif [kaleme alma] ve inkişaf [açığa çıkma] merkezleri olduğu için ruhen çok alâkadardır. Hem, kendisi doksan yaşına yaklaştığı ve birçok defalar zehirlendiği için rahatsızdır. Hastalığı tarif edilmeyecek derecede ağırdır ve şiddetlidir. Ruhen, hissiyatı kuvvetli ve âlem, bahusus [hususan, özellikle] âlem-i İslâm, [İslâm âlemi] bilhassa Risale-i Nur dairesi, vücud-u mânevîsi [mânevî varlık] hükmünde olduğundan, her iki vücudundaki ıztırap şedittir. [çok şiddetli] Gerçi talebelerinin duaları ve neşr-i envar[nurları yayma] imaniye o ıztırabına bir merhem ve devâ ise de, yine de pek vâsi [geniş] şefkati itibarıyla zaman zaman ıztırabı şiddetlenmektedir. Bu itibarla, tebdil-i havaya [hava değişimi] çok muhtaçtır. Bir yerde fazla kalamıyor. Tebdil-i havaya [hava değişimi] çıktığı zaman hastalığı kısmen azalıyor, rahat nefes alabiliyor.

Üstad, Risale-i Nur kesretle [çokluk] intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiğinden ve her yerde pek çok Nur talebeleri mevcut olduğundan, halklarla konuşmayı tamamıyla terk etmiştir. “Risale-i Nur, benimle sohbetten on derece ziyade faidelidir” deyip ziyaretçi de kabul etmemektedir. Hattâ yanındaki talebeleriyle dahi zaruret halinde konuşmaktadır.

Artık hayatının son safhasına geldiğini söylemekte, daima içinde yaşadığı ayı çıkarabileceğinden şüphe eder bir vaziyette ecelini beklemektedir. Nurların neşriyatından memnun ve müteşekkirdir. [şükreden] Millet ve devletçe İslâmiyet ve saadet yolunda atılan her adımı takdir ve tasviple karşılamakta, Hak yolunda yürüyen, İslâmî şeâiri [İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler] ihya [diriltme] edenlere dua etmektedir. Aynı zamanda, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] maddeten ve mânen selâmet [huzur] ve saadetini dilemekte ve bu yolda girişilen dahil ve hariçteki gayretlerden hadsiz derecede sevinç ve memnuniyet duymaktadır.

Risale-i Nur’u Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamana mahsus bir mu’cizesi bilmekte, bu vatanı komünizm tehlikesinden Risale-i Nur’daki hakikat-i Kur’âniye [Kur’ân gerçeği] muhafaza ettiğini beyan etmekte ve âlem-i İslâmla [İslâm âlemi] hakikî kardeşliğe ve uhuvvete [kardeşlik] ve ittifaka medar [kaynak, dayanak] olacağını, dünyevî ve uhrevî saadetimizin bu hakikate yapışmamızda bulunduğunu duyurmaktadır.

Risale-i Nur’un Anadolu’dan başka diğer Müslüman memleketlerde yayılmasının elzem olduğu kanaatindedir. Siyasî gayret ve faaliyetlerden evvel, Risale-i Nur’un neşrolunmasının daha menfaattar olacağını ihbar etmektedir.

840

Bediüzzaman ve Risale-i Nur

Risale-i Nur nedir ve nasıl bir tefsirdir?

Kur’ân’ın hakikatlerini müspet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve ispat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat [var edilenler, varlıklar] nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatleri nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh [açık] ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir [aydınlatma] ve tatmin ediyor.

Yirminci asrın Kur’ân felsefesi olan bu eserler, bir taraftan teknik, fen ve san’at olarak maddiyatı, diğer taraftan iman ve ahlâk olarak mâneviyatı câmi ve hâvi [içeren, içine alan] olacak, Türk medeniyetinin, sadece maddiyata dayanan sair medeniyetleri geride bırakacağını da ispat ve ilân etmektedir.

Ecdadımızın bir zamanlar kalblerinde yerleşen iman ve itikad [inanç] cihetiyle zemin yüzünde yüz mislinden [benzer] ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla mukabele [karşılama; karşılık verme] etmesi, İslâmiyet ve kemâlât-ı mâneviyenin bayrağını Asya, Afrika ve yarı Avrupa’da gezdirmesi ve “Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim” deyip ölümü gülerek karşılayarak, müteselsil [zincirleme] düşman hâdisata karşı dayanması gibi, milletçe medar-ı iftihar [övünç kaynağı] âli [yüce] seciyemizin [huy, karakter] bugün biz gençlerde inkişafı, [açığa çıkma] vatan ve millet menfaati bakımından ve istikbalimizin selâmeti noktasından ne derece elzem olduğu malûmdur. Mutlaka her hareket ve hizmette maddî bir ücret ve şahsî menfaatler mülâhaza [düşünme, akla getirme] etmek, Türkün millî tarihinin şeref ve haysiyeti ile kabil-i telif [birleştirilmeye uygun, bağdaşabilir] olamaz. Bizler, ancak rıza-yı İlâhî [Allah rızası] için çalışıyoruz. Bizzat hizmetinde bulunmakla aldığımız telezzüz, [lezzet alma] kardeş ve vatandaşlarımıza, İslâmiyete ve insaniyete yardımda bulunabilmek mazhariyetinden gelen ebedî hayatımıza

841

ait sürur [mutluluk] ve ümit, bizim bu babda aldığımız ve alacağımız yegâne hakikî mukabele [karşılama; karşılık verme] ve ücrettir.

Risale-i Nur nasıl bir tefsirdir?

Tefsir iki kısımdır.

Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler.

İkinci kısım tefsir ise: Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle [delil] beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Zahir malûm tefsirler, bu kısmı bazan mücmel [kısa, kısaca] bir tarzda derc [yerleştirme] ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid [inatçı] feylesofları da susturan bir mânevî tefsirdir.

Risale-i Nur sübjektif nazariye [teori] ve mütalâalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın hakikatlerini rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.

Risale-i Nur: Kur’ân âyetlerinin nurlu bir tefsiri. Baştan başa iman ve tevhid hakikatleriyle müberhen. [delillerle ispatlanmış] Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış. Müsbet [isbat edilmiş, sabit] ilimlerle mücehhez. [cihazlanmış, donanmış] Vesveseli şüphecileri ikna ediyor. En avamdan en havassa [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] kadar herkese hitap edip, en muannid [inatçı] feylesofları dahi teslime mecbur ediyor.

Risale-i Nur: Nurlu bir külliyat. Yüz otuz eser. Büyüklü küçüklü risaleler halinde. Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Kur’ân-ı Kerim’in yirminci asırdaki—lâfzî değil—mânevî tefsiri…

İspat ediyor! Akla gelen bütün istifhamları… [soru sorma] Zerreden güneşe kadar iman mertebelerini… Vahdaniyet-i [Allah’ın bir ve tek oluşu, ortağının bulunmayışı] İlâhiyeyi… Nübüvvetin [peygamberlik] hakikatini…

842

İspat ediyor! Arz ve semâvâtın tabakatından, melâike [melek] ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennemin varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden ebedî saadet ve şekavetin menbaına [kaynak] kadar, akla gelen ve gelmeyen bütün imanî meseleleri en kat’î delillerle, aklen, mantıken, ilmen ispat ediyor. Pozitif ilimlerin müşevviki… [teşvik eden] Riyazî meselelerden daha kat’î delillerle aklı ve kalbi ikna edip, merakları izale [giderme] eden bir şaheser…

ba

Az miktarda bastırılabilen, hiçbir ticarî gaye ve zihniyetle çalışılmayarak bayilere dahi verilmeyen bu eserlerin geliri, mütebaki [geri kalan kısım] eserlerin tab’ına [baskı basma] hasredilecektir.

Büyük bir titizlik ve hassasiyetle üzerinde durduğumuz mühim bir husus da, Risale-i Nur’un lâyık ellere geçmesi ve onun hakikî fiyatı olarak en az yirmi beş kişinin istifade etmesinin temin edilmesidir.

Bu mânevî tefsir, Sözler, Mektubat, Lem’alar, [parıltılar] Şualar diye dört büyük kısımdan müteşekkil [meydana gelen] olup, yekûnu [bütün, toplam] yüz otuz risaledir.

 Neşrinde çalışanlar

ba

843

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri 1959 yılında İstanbul’a 
Teşrif Ettikleri Zaman Araba İçinde Çekilen Fotoğrafı

844

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri 1959 yılında Ankara’ya 
Teşrif Ettikleri Zaman Misafir Olarak Kaldıkları Otelden Çıkarken

845

Konuşan yalnız hakikattir

Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adalet tecellî eder. Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellîsine bir vesile olur. Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak [hak edilen pay] kesb [elde etme, kazanma] etmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhiyenin [Allah’ın adaleti] bir nevi tecellîsidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba kasaba dolaştırılıyor. Mahkemeden mahkemeye sevk ediliyorum. Bana bu zalimâne işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk [gerçekleşme] ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde [bir şeyin gerçek durumu] böyle birşey yoktur.

Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere mâruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.

Onlar bu ittihamı [suçlama] kasten mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıt olsun, ister vehim olsun, benim böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemâl-i kat’iyetle [tam bir kesinlik] yakinen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham [suçlama] edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve mâsum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid [inatçı] bir işkenceye mâruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval [durumlar] adalet-i İlâhiyeye [Allah’ın adaleti] muhalif düşmez mi?

846

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum, üzülüyordum. Muzdarip oluyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi bildim. Ben kemâl-i teessürle söylerim ki; benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] maddî-mânevî terakkiyatıma, [ilerleme] kemâlâtıma [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi [iman hizmeti] maddî ve mânevî kemalât [olgunluklar, faziletler, iyilikler] ve terakkiyatıma [ilerleme] ve azaptan ve Cehennemden kurtulmaklığıma ve hattâ saadet-i ebediyeme [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni men ediyordu. Bu derunî [içyüz] hisler ve ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mâl-i saliha [Allah için yapılan iyi işler] ile kazanmak ve bu yola müteveccih [yönelen] olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men ediliyordum. Rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde [üstünde] olan hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri, esasları] fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] ubudiyetle, [Allah’a kulluk] bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere [inatçı] kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve mütemerrid [inatçı] ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule [meydana gelme] gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd [doğma] eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale [giderme] edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin [inatçı] nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

847

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı [suçlama] altında, kader-i İlâhî, [Allah’ın belirlediği kader programı] ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimâne eliyle mahz-ı adalet [tam anlamıyla adalet] olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor; “Sakın” diyor, “iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri [hile, aldatma] kalmasın, sussun.”

İşte, Nur Risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule [meydana gelme] getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka bir şey değil. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla [her açıdan inkârcılığa düşmek] mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir. [iman gerçeği]

Madem ki nur-u hakikat, [hakikat nuru] imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla [suçlama] mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki:

Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kudreti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye [iman gerçeği] her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır…

848

Bize işkence edenler, bilmeyerek kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin [iman gerçeği] inkişafına [açığa çıkma] hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehra’nın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

Said Nursî

ba

849

İslâmiyet düşmanlarının yaptıkları taarruz ve hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] menfî propagandalarına mukabil üniversite Nur talebelerinin bir açıklamasıdır.

Aziz, sıddık kardeşlerimiz,

İmtihan ve gazanız geçmiş olsun der, sizi tebrik ederiz. Risale-i Nur’un tahkikî iman dersleriyle iman mertebelerinde terakki [ilerleme] ve teâli [yücelme] edip kuvvetli imanı elde eden Nur talebeleri için öyle taarruzlar, bir cihetten bir imtihandır ve kömürle elması tefrik eden bir mihenktir. [ölçü] Nur talebeleri için Allah’a iman, Peygambere ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve Kur’ân-ı Kerîmle amelden dolayı hapisler bir medrese-i Yusufiyedir. [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] Zulüm ve işkenceler, birer kamçı, birer perçindir. Kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] bize o hücumlarla işaret veriyor ki, “Haydi, durma, çalış!…”

Kur’ân ve iman hizmeti uğrunda mahkemelerde konuşmak, Nur talebelerince bir dostu ile sohbet etmektir. Karakollara götürülüp getirilmek, çarşı pazara gidip gelmekten farksızdır. Kelepçeler, dinî cihâd-ı ekberin birer altın bileziğidirler. Beşerin zulmen mahkûm etmesi ise, hakikatte Hakkın beraat vereceğine bir delildir. Bütün öyle işkence ve zulümler, Nur talebeleri için birer şeref madalyasıdır. Ne mutlu ki, otuz seneden beri Nur talebeleri ağabeylerimiz bu nimetlere mazhar [erişme, nail olma] olmuşlar. Maalesef bizlere ki, bizler bu şereflere nail olamadık ve olamayacağız da. Zira bunları kazandıran devir kapanmak üzeredir.

Risale-i Nur, bu vatan ve millete emniyet ve âsâyişi temin eden ve kalblere birer yasakçı bırakan imanî bir eserdir. İslâmiyet düşmanlarının tahrikâtıyla olan müteaddit [bir çok] mahkemelerde Risale-i Nur’a beraatler verilmiş. Temyiz Mahkemesi [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] ittifakla beraat kararını tasdik ederek Risale-i Nur dâvâsı kazıye-i muhkeme halini almıştır. Yirmi beş mahkeme de “Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz” diye karar vermiştir. Otuz seneden beri yüz binlerle Nur talebelerinin bir tek vukuatı görülmemiştir. Bunun için, Risale-i Nur’un neşrine mâni olmaya çalışanlar,  

850

emniyet ve âsâyişin düşmanı ve vatan ve millet haini anarşistlerin hesabına bilerek veya bilmeyerek çalışanlardır.

Risale-i Nur’a ilişen hükûmet değildir; çünkü, emniyet ve zabıta anlamış ki, Bediüzzaman ve Nur talebelerinde siyasî bir gaye yoktur. Bunların meşguliyeti, sadece iman ve İslâmiyettir. İşte o gizli din düşmanlarının taarruzları karşısında Nur talebeleri Risale-i Nur’daki tahkikî iman derslerinin verdiği iman kuvvetiyle metin, [sağlam] salâbetli [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve mağlûp edilmez bir hizbü’l-Kur’ân [Kur’ân taraftarları] ve fethedilmez bir kal’a [kale] halindedirler. Din düşmanları tarafından hücumlar oldukça, Nur talebelerinin Risale-i Nur’a ve Üstadlarına olan sadakat ve sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve faaliyetleri ziyadeleşir, perçinleşir. Bir talebesi, Üstadımıza şöyle yazmış:

“Ey benim aziz kahraman Üstadım! Muarızlarımız [itiraz eden, karşı gelen] arttıkça kuvvetimiz çoğalıyor. Rabb-i Rahîmimize [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] hadsiz şükürler olsun.”

Evet, o bir zamanlar ki, karanlıklı, zulümatlı ve eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve istibdad-ı mutlak devrinde herkes susturulmuş; fakat tek bir kimse susmamış ve susturulamamış. Bu yektâ [eşsiz] ve nadir kimse olan Bediüzzaman’ın talebeleri de mağlûp edilememişlerdir…

Nur talebeleri, evvelâ kendi imanlarını kurtarmak, bununla beraber din kardeşlerinin de imanlarını kurtarmak için Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] yüksek ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’u okumuşlar ve okutmuşlardır. İmanlarını kurtarmaya çalıştıkları ve rıza-yı İlâhi için Kur’ân’a ve imana Risale-i Nur’la hizmet ettikleri sırada mâruz kaldıkları hücum ve taarruzlara hiç ehemmiyet vermeyerek, o gizli din düşmanlarının tasallutlarını, [hükmetme, musallat olma] saldırışlarını kendileri için iman ve Kur’ân hesabına bir kamçı ve bir teşvikçi hükmüne geçtiğine kanaat getirmişlerdir. Otuz senelik bu nevi hâdisâtın ve bu nevi tesiratın neticeleri, bu millet-i İslâmiye [İslâm milleti] muvacehesinde meydandadır.

İşte, Risale-i Nur’un yeni ve müştak [arzulu, aşırı istekli] talebeleri olan kardeşlerimiz! Sizler de böyle bir Üstadın ve böyle bir eserin talebeleri olduğunuzdan, sizlerin de bu semerelere [meyve] ve meyvelere mazhar [erişme, nail olma] olup Nurlara daha ziyade sarılarak, hararet ve

851

iştiyakınız [arzu, istek] daha fazla ziyadeleşmiş olarak Nurları sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve sadakatle okumak derecesine nail olacağınızdan, hem sizleri ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Hem sizlere binler selâm ve dualar edip dualarınızı bekliyoruz.

ba

Nurlara olan taarruzların bir zararı olsa, yirmi faidesi vardır. Elbette yirmi kazanca karşı bir zarar hiç hükmündedir. Taarruzlar ancak ve ancak Nurun neşriyat ve fütuhatının [fetihler, yayılmalar] genişlemesine, inkişafına [açığa çıkma] sebeptir ve millet-i İslâmiye [İslâm milleti] nazarında itimat ve emniyet kazanmasına medardır. [kaynak, dayanak] Risale-i Nur’un Anadolu genişliğinde ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] vüs’atında [genişlik] ve Avrupa ve Amerika çapındaki maddî ve mânevî tesirat ve fütuhatına [fetihler, yayılmalar] ve neşriyatına şahit olan İslâmiyet düşmanları yine bazı taarruzlar yapmışlar. Aldığımız haberlere göre, bu taarruzlardan sonra, hususan şark vilâyetlerinde, eskisine nazaran Nurun fütuhatı [fetihler, yayılmalar] on gün içinde on misli [benzer] fazlalaşmış. Hem böylelikle halkın nazar-ı dikkati Risale-i Nur’a ve Üstadımıza çevrilmiş, uyuyanlar uyanmış, tembeller harekete gelmiş, ihtiyatsızlar [dikkat, tedbir] ihtiyata [dikkat, tedbir] muvaffak olmuşlardır. Bu acı taarruzlar gelip geçici olmakla beraber, sırf bir korku ve evham yaymak kastıyla yapılan vesileler ve desiseli [hile, aldatma] manevralardır. Ahmak din düşmanları güya Nur talebelerini korkutmak sevdasıyla resmî kimseleri aldatıp tahrik ve âlet etmeye çalışıyorlar. Acaba o gafiller bilmiyorlar mı ki, bizler Nur’un talebeleriyiz? Dinsizlerin, masonların, komünistlerin mâhiyeti gayet derecede zayıftır. Zahiren kuvvetli gibi görünmeleri, serseri bir çocuğun bir haneyi bir kibritle mahvetmesi gibi tahribatla iş görmelerindendir. Evet, onlar son derece zayıftırlar; çünkü, bir serçe kuşu kadar iktidarı olmayan kendi varlıklarına güvenirler. Hem son derece zillet, [alçaklık] meskenet ve aşağılık içindedirler; çünkü, insanlara kul-köle olup, onlara mürailik, riyakârlık ve dalkavukluk ediyorlar. Ehl-i iman [Allah’a inanan] ise, hususan tahkikî iman ile imanı inkişaf [açığa çıkma] edenler, kavîdirler, [güçlü, kuvvetli] muazzezdirler. [aziz, değerli] Onların herbiri bir abd-i aziz [izzetli kul, Allah’tan başkasına müracaat etmeyen ve minnet duymayan kul] ve bir abd-i küllîdirler; [bütün varlıkların ibadetlerini içine alan ve temsil eden kul] çünkü onlar,

852

bir Kadîr-i Zülcelâle [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] ve bir Hakîm-i Zülkemâle [sonsuz kemâl sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah] ve bir Hâlık-ı Kâinat‘a [bütün âlemleri yaratan Allah] ve bir رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرَضِ 1 ‘a ve bir وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 2 ‘e ibadet ederler, kulluk ederler… O’na intisap [bağlanma] ederler, hem istinat ederler.

Bu gizli din düşmanları ve münafıklar çoktandır anladılar ki, Nur talebelerinin kefenleri boyunlarındadır. Onları Risale-i Nur’dan ve Üstadlarından ayırmak kabil [mümkün] değildir. Bunun için şeytanî plânlarını, desiselerini [hile, aldatma] değiştirdiler. Bir zayıf damarlarından veya sâfiyetlerinden istifade ederiz fikriyle aldatmak yolunu tuttular. O münafıklar veya o münafıkların adamları veya adamlarına aldanmış olanlar dost suretine girerek, bazan da talebe şekline girerek derler ve dedirtirler ki: “Bu da İslâmiyete hizmettir; bu da onlarla mücadeledir. Şu malûmatı elde edersen, Risale-i Nur’a daha iyi hizmet edersin. Bu da büyük eserdir” gibi birtakım kandırışlarla, sırf o Nur talebesinin Nurlarla olan meşguliyet ve hizmetini yavaş yavaş azaltmakla ve başka şeylere nazarını çevirip, nihayet Risale-i Nur’a çalışmaya vakit bırakmamak gibi tuzaklara düşürmeye çalışıyorlar. Veyahut da maaş, servet, mevki, şöhret gibi şeylerle aldatmaya veya korkutmakla hizmetten vazgeçirmeye gayret ediyorlar.

Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah [uyanış] ve uyanıklık veriyor ki, bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teşvik ve o dessas [hilebaz, aldatıcı] münafıkların maksatlarının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hâsıl ediyor. Fesübhanallah! Hattâ öyle Nur talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl halis niyet ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] gayeden sonra, bir sebep olarak da, münafıkların mezkûr [adı geçen] plânlarının inadına, rağmına [zıddına, aksine] dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor ve Üstadımızın dediği gibi diyorlar: “Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.”

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى * 3

853

Bizim hizmet-i imaniyeye [iman hizmeti] nazaran cam parçaları hükmündeki siyasetle alâkamız yoktur. Diyanet Riyaseti [Diyanet İşleri Başkanlığı] ehl-i vukuf [bilirkişi] raporunda, “Risale-i Nur kitaplarında siyaseti alâkadar eden mevzular yoktur” demiştir. Hattâ o zaman, yine Afyon Savcısı da iddianamesinde, “Bediüzzaman ve talebelerinin faaliyeti siyasî değildir” diye hükmetmiştir. Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin [öğrenci] meşgul olduğu vazife, en muazzam olan mesail-i dünyeviyeden daha büyüktür. Siyasetle uğraşmaya vaktimiz yoktur. Yüz elimiz de olsa, ancak Nura kâfi [yeterli] gelir. Amerika, İngiliz kadar servetimiz de olsa, yine imanı kurtarmak dâvâsına hasredeceğiz. Hem birtakım siyasî işlerle veya bir takım bâtıl cereyanlarla ve fikirlerle uğraşmaya zamanımız yoktur. Ömrümüz kısadır, vaktimiz dardır. Üstadımızın dediği gibi, “Fena şeylerle meşguliyet fena tesir eder, fena iz bırakır.” Hususan böyle bir asırda “Bâtılı iyice tasvir etmek sâfi zihinleri idlâldir.” [hak yoldan çıkarma, saptırma] Evet, menfilikleri öğrenerek mücadele edeceğim gibi saf bir niyetle başlayıp menfi şeylerle meşgul ola ola dinî bağları ve dinî salâbet [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] ve sadakati eski haline nazaran gevşemiş olanlar olmuştur.

Risale-i Nur, nuru yerleştirerek zulmeti izale [giderme] ediyor, yok ediyor. İyiyi öğreterek, fenayı fark ve tefrik ettiriyor ve vazgeçiriyor. Hakikati ders vermekle bâtıldan kurtarıyor ve bâtıldan mahfuz [korunmuş] kılıyor.

Hülâsa-i kelâm: Biz, ancak Nurlarla meşgulüz. Biz mücevherat[kıymetli taşlar] Kur’âniye ile iştigal [meşgul olma, uğraşma] ediyoruz. Bizler, Kur’ân’ın kâinat vüs’atindeki [genişlik] elmas gibi hakikatlerine çalışıyoruz. Bizler ancak bâkiye hizmet ediyoruz. Bizler fâni şeylere emek sarf etmeyiz. Bizim Risale-i Nur’la olan hizmet-i imaniyemiz, [iman hizmeti] başka şeylerle iştigalimize [meşgul olma, uğraşma] ihtiyaç bırakmıyor, herşeye kâfi [yeterli] geliyor…

Elhasıl: [kısaca, özetle] Üstadımız Bediüzzaman’la ve Risale-i Nur’la mücadele eden insafsız gizli din düşmanları, acz-i mutlakla [sınırsız güçsüzlük] ebede kadar mağlûbiyettedirler. Bediüzzaman ve Risale-i Nur ise, ebediyen muzaffer ve muvaffaktır. Şahsı çürütmeye çalışmakla Risale-i Nur çürütülemez. Zira, Risale-i Nur, bizatihî hüccet [delil] ve burhandır. [delil] Onu ve onun müellifini [telif eden, kitap yazan] çürütmeye çalışanlar, çürümeye mahkûm olmuşlardır.

854

Nümunesi, tarih muvacehesinde meydandadır. Ve hem de çürüyeceklerdir. Risale-i Nur’daki yüksek hakikat, Risale-i Nur’u ebede kadar payidar kılacaktır…

Evet, Nur talebeleri ağırceza mahkemelerinde demişler ki: “Bizi Üstadımız Bediüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur.” Evet, o münafıkların atomları dahi bu hususta âcizdir. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] yapabilseler, hattâ cesedimizi öldürseler de, ruhumuz selâmet [huzur] ve saadetle ebediyete gidecektir. Hem Üstadımızın Mektubat mecmuasında dediği gibi deriz: “Birimiz dünyada, birimiz âhirette, birimiz şarkta, birimiz garpta, [batı] birimiz şimalde, [kuzey] birimiz cenupta [güney] olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.”

Üstadımız hiçbir mânevî makam iddia etmiyor. Başkaları tarafından kendine verilen büyük ve müstesna payeleri [mertebe, rütbe] reddediyor. Fakat onun hal ve ahvali, [durumlar] fiiliyat ve harekâtı onun kim olduğunu anlamaya ve ispata kâfidir. Evet, Bediüzzaman’ın ve Risale-i Nur’un Kur’ân, iman ve İslâmiyet hizmetine mâni olabilmek için, dünyayı elinde tutup çevirecek bir kuvvet lâzımdır.

Hazret-i Üstadımızın idam [hiçlik, yokluk] plânlarıyla sevk edildiği mahkemedeki müdafaatlarından, Büyük Müdafaat kitabından bazı cümleler:

“Risale-i Nur talebeleri başkalarına benzemez, onlarla uğraşılmaz, onlar mağlûp olmazlar. Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] süzülmüştür. Kur’ân ise, Arşı ferşle [yer] bağlayan bir zincir-i nuranîdir. Kimin haddi var ki buna el uzatsın? Risale-i Nur, bu Anadolu’nun sinesine yerleşmiştir; hiçbir kuvvet onu söküp atamayacaktır.”

Meşhur ve harikulâde bir eser olan Âyetü’l-Kübrâ [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] risalesinden:

“Risale-i Nur, yalnız cüz’î [ferdî, küçük] bir tahribatı ve bir küçük hâneyi tâmir etmiyor; belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’a[kale] tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm eden müfsit [bozguncu]

855

âletlerle dehşetli rahnelenen [yara] kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi [genel düşünce, kamuoyu] ve umumun ve bahusus [hususan, özellikle] avâm-ı mü’minînin istinadgâhları [dayanak, sığınak] olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kısmen kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyeyi, Kur’ân’ın i’câzıyla [mu’cize oluş] ve geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette, böyle küllî ve dehşetli rahnelere [yara] ve yaralara hakkalyakîn [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, [delil] cihazlar ve binler tiryak [derman, ilaç] hâsiyetinde [özellik] mücerreb [denenmiş] ilâçlar ve hadsiz edviyeler [devâlar, çareler] bulunmak gerektir. İşte bu zamanda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] i’câz-ı mânevisinden [mânevî mu’cizelik] çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber; imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat [bir hedefe yönelik ilerlemeler] ve inkişafata [açığa çıkma] medar [kaynak, dayanak] olmuştur ve olmaktadır.”

Aziz kardeşlerimiz,

Yüzlerce ulemânın susturulduğu ve dinî neşriyatın yaptırılmadığı ve Kur’ân’ın hakikatlerini beyan ve tebliğ etmeye dinen muvazzaf oldukları halde cebren yaptırılmadığı ve din adamlarının imha edilmesi gibi dehşetli ve tarihin görmediği bir hengâmda, [ân, zaman] Kur’ân ve iman ve İslâmiyeti yıkmak plânlarının tatbik edildiği en müthiş bir devirde ve küfr-ü mutlakın [her açıdan inkârcılığa düşmek] ve dinsizliğin en azgın bir zamanında, Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân ve iman ve İslâmiyetin fedakâr ve pervasız [korku] bir müdafii ve muhafızı olarak cihad-ı diniye meydanında yegâne şahıs olarak görülmüştür. Evet, Bediüzzaman, devletlere, milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’ân hakikatlerini eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve istibdad-ı mutlak içerisinde neşrediyor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galip etmek, mağlûp etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] aittir. Biz,

856

vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmayız” demiş ve tarihte misline [benzer] rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zalimâne muameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek suretiyle Cuma namazına dahi gitmekten men edilmiş ve bütün bu tarihî faciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takyidat [sınırlandırmalar] altına alınmıştır

İşte, böyle ağır şartlar içerisinde Risale-i Nur’u Hazret-i Üstadımız inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] ile telif [kaleme alma] edip, ekserisini Kur’ân harfleriyle ve el yazısıyla neşretmiştir. Böylelikle—aynı zamanda—Kur’ân hattını da muhafaza etmiş ve yüz binlerle Müslüman Türk gençleri Risale-i Nur’u okuyabilmek için mukaddes kitabımız olan Kur’ân’ın yazısını öğrenmek nimet ve şerefine nail olmuşlardır. Üstadımız, malik olduğu kuvvet-i iman [iman gücü] ve ihlâs-ı tamme ile, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyeyi avam [halk] ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] talebelerinin umumunun istifade edebileceği ve asrın anlayışına uygun yepyeni bir tarz-ı beyanla [açıklama biçimi] ifade ve izhar [açığa çıkarma, gösterme] etmiştir. Böylece, Risale-i Nur gibi tap taze ve parlak ve yüksek bir tefsir-i Kur’ânîyi [Kur’ân tefsiri] inayet-i Hakla meydana getirmiştir.

Bu hârikulâde eserlerdir ki, bu vatan ve milleti dinsizlik ve komünistlikten muhafaza etmiştir. Hem şeair-i İslâmiyenin cebren kaldırıldığı ceberut [büyüklük ve haşmet] devrinde, dünya hatırı için kendini mecbur zannederek o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] şeairden fedakârlık yapanların ve din zararına hareket edenlerin ve İslâmiyete muhalif fetvalara ve bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] mecbur edilenlerin çokluğu zamanında, Bediüzzaman, ne lisan-ı halinde, [beden dili] ne lisan-ı kalinde [söz ile anlatım] ve ne de fiiliyatında o kadar zulümler çektiği ve idamlarla tehdit edildiği halde, en küçük bir değişiklik bile yapmamıştır. Bilâkis, “Ecel birdir, tagayyür [başkalaşım, değişme] etmez. Ölüm, bu âlem-i fenadan âlem-i bekaya [devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi] ve âlem-i nura [nur âlemi] gitmek

857

için bir terhistir” deyip mücadeleye atılmış; bid’aları [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] tanıtan ve durduran ve şeair-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve sünnet-i seniyeyi ihyâ [diriltme, hayat verme] eden eserleri perde altında otuz seneden beri neşretmiş ve muhitinde, âdeta Devr-i Saadetin bir cilvesini yaşatmıştır. Bir sünnet-i seniyeye muhalif hareket etmemek için, işkenceli bir inziva[yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] ihtiyar etmiştir. Otuz seneden beri milyonlara hükmeden dinsiz ve emsalsiz bir istibdad-ı mutlak, Bediüzzaman’ı hiçbir cihetten hiçbir vakit hükmü altına alamamış, bilâkis zalim müstebitler [baskıcı, diktatör] ona mağlûp olmuşlardır.

Risale-i Nur, taklidî [araştırmaksızın taklide dayanan] imanı tahkikî imana çevirip, imanı kuvvetlendirip, iki cihanın saadetini kazandırıp, hüsn-ü hâtimeyi [güzel son] netice verir. En büyük dinsiz feylesofları da ilzam [susturma] etmiştir. Risale-i Nur’un bir hususiyeti de şudur ki: Diğer mütekellimîne [konuşan] muhalif olarak, ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] menfîliklerini zikretmeden, yalnız müsbeti [isbat edilmiş, sabit] ders vererek, yara yapmaksızın tedavi etmesidir. Bu itibarla, bu zamanda Risale-i Nur, vehim ve vesveseleri mahvediyor; akla gelen sualleri, istifhamları, [soru sorma] nefsi ilzam, [susturma] kalbi ikna ederek cevaplandırıyor.

Risale-i Nur, hem aklı, hem kalbi tenvir [aydınlatma] eder, nurlandırır; hem nefsi musahhar [boyun eğdirilmiş] eder. Bunun içindir ki, yalnız akılla giden ehl-i mektep [ilim ehli kimseler] ve ehl-i felsefe, [felsefe ile uğraşanlar] ve kalb yoluyla giden ehl-i tasavvuf, [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] Risale-i Nur’a sarılıyorlar. Ve ehl-i mektep [ilim ehli kimseler] ve felsefe anlıyorlar ki, hakikî münevverlik, [aydın] akıl ve kalp [sahte para] nurunun mezciyle [karışma, bütünleşme] kabildir. Yalnız akılla gitmek, aklı göze indiriyor. Bu hal ise, bir kanadı kırık olanın mahkûm olduğu sukutu [alçalış, düşüş] netice veriyor. İhlâslı, hâlis ehl-i tasavvuf [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] idrak ediyor ki, demek zaman eski zaman değildir; böyle bir zamanda, hem kalble, hem akılla

858

bizi hakikat yolunda götürecek ve hakikata vâsıl edecek Kur’ânî bir yol lâzımdır ki, biz zülcenaheyn olabilelim.Haşiye [dipnot] İntibaha gelmiş olan ehl-i medrese [medresede ilim tahsil edenler] vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] oluyorlar ki, eski zamanda medrese usulüyle on beş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice, bu zamanda, Risale-i Nur’la on beş haftada elde edilebiliyor. Üstadımız buyuruyorlar ki: “Bir sene Risale-i Nur derslerini anlayarak ve kabul ederek okuyan kimse, bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir.”

Risale-i Nur, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm efendimizin nuranî meşrebini [hareket tarzı, metod] ve Sahabe-i Kirâmın âlî [yüce] seciyesini [huy, karakter] beyan eden bir nur ve feyiz hazinesidir. İşte bu mezkûr [adı geçen] vaziyet, bugünkü dünyaya tap taze, nuranî bir hayat ve yepyeni bir veçhe [yön] vererek şu hakikati gösteriyor ki: Çoktandır birbirine muarız [itiraz eden, karşı gelen] zannedilen ehl-i mekteple [ilim ehli kimseler] ehl-i medreseyi [medresede ilim tahsil edenler] ve ehl-i tekyeyi, Risale-i Nur tevhid ve telif [kaleme alma] ediyor. Hem de, muaraza [karşı gelme, karşı koyma] halinde olan şarkla garbı [batı] barıştırıyor. İttihad-ı İslâmı meydana getirmek için çalışan ehl-i İslâma [Müslümanlar] yegâne çarenin Risale-i Nur olduğu, mütehassıs zatlar tarafından kabul ve tasdik edilmektedir. Hem, bugünkü dünyadaki ihtilâfları halledecek olan, aklen, fikren terakki [ilerleme] etmiş yirminci asır insanlarına hak ve hakikati anlatabilecek yep yeni bir ilmî keşfiyatı [keşifler] ve bir teceddüdü [yenileme] Amerika’da, Avrupa’da, hususan Almanya’da taharrî [araştırma] eden cereyanlar meydana

859

gelmiş; eğer idrak edebilirler ve görebilirlerse, işte Risale-i Nur Külliyatı… Nitekim bu hakikatin idrak edilmeye başlandığını gösteren emareler, bahtiyar Alman milleti içinde görülmektedir.Haşiye [dipnot]

Eski zaman garp [batı] feylesoflarının çözemedikleri ve yeni zaman feylesoflarının da, “Felsefe henüz bunu halledememiştir” dedikleri düğümler, Risale-i Nur’da, Kur’ân’ın feyziyle keşif ve halledilerek aklen ve mantıkan ispat edilmiştir. Şarkın dâhî hükemalarının [âlimler, filozoflar] kırk sahifede anlatmaya çalıştıkları müşküller, Risale-i Nur’un bir sahifesinde veciz bir şekilde ifade edilmiştir.

Bediüzzaman’ın 1935 senesinde idam [hiçlik, yokluk] edilmek üzere verildiği Ağırceza Mahkemesindeki müdafaatından bir iki cümle: “Risale-i Nur, sönmez, söndürülemez. Risale-i Nur, söndürülmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Risale-i Nur, tılsım-ı kâinatın [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] muammasını keşif ve halleden bir keşşaftır.” [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan]

Hem, haşr-i cismanî [bedenle birlikte diriliş] meselesinde, hükemadan [âlimler, filozoflar] İbni Sina gibi meşhur bir dâhinin, “Haşir naklîdir, iman ederiz; akıl bu yolda gidemez” dediği bir hakikat, Risale-i Nur’da, hem umumun istifade edebileceği emsalsiz bir tarzda, Kur’ân’ın feyziyle, aklen ispat edilmiştir.

Dalâlet-alûd [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] Avrupa feylesoflarının ve sapkın talebelerinin bazı müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] âyât-ı kerîme [şerefli âyetler, Kur’ân’ın herbir cümlesi] ve ehadîs-i [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] şerifenin zâhirî mânâlarını anlamayarak yaptıkları kasıtlı itirazlara, Risale-i Nur’da aklen, mantıkan cevaplar verilerek, o âyetlerin ve o hadislerin birer mu’cize oldukları ispat edilmiştir. Böylelikle de, bu zamanda fen ve felsefeden gelen dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] ve şüpheleri Risale-i Nur kökünden kesmiştir. Risale-i Nur bunu yaparken de müspet bir usul takip etmiştir.

860

Risale-i Nur, fevkalâde müstesna bir edebî üstünlüğe maliktir. En meşhur eserlerle bile kabil-i kıyas [kıyası mümkün] olmayan ve başlı başına bir hususiyeti haiz olan üslûbunda yüksek bir belâgat, [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] ve selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] vardır. Hattâ Bediüzzaman’ın eserlerini âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ısrarla arzu etmesiyle Arapçaya tercüme ettirmek için büyük İslâm âlimlerine Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuası götürüldüğü vakit, okumuşlar ve demişlerdir ki: “Bediüzzaman’ın eserlerini ancak kendisi tercüme edebilir. Risale-i Nur’daki yüksek belâgati [belâgat ilmi; sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına uygunluğunu tespit eden ilim] ve misilsiz [benzer] olan fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] ve îcâzı [az sözle çok mânâ ifade etme] tercümede muhafaza etmekten ve onun ilmini ihata [herşeyi kuşatma] etmekten âciziz.” Bu suretle o yüksek âlimler, Üstadımızın faziletini ve Risale-i Nur’un kemâlâtını [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] göstermişlerdir.

Bediüzzaman, eserlerinde, hemen bütün büyük müellif [telif eden, kitap yazan] ve ediplerden farklı olarak, lâfızdan [ifade, kelime] ziyade mânâya ehemmiyet vermiştir. Mânâyı lâfza feda etmemiş; lâfzı mânâya feda etmiştir. Üslûpta okuyucunun bir nevi hevesini nazara almamış, hakikati ve mânâyı esas tutmuştur. Vücuda elbiseyi yaparken vücuttan kesmemiş, elbiseden kesmiştir. Risale-i Nur’daki aklı, kalbi, ruhu ve vicdanı celb [çekme] eden ve hakikate râm eden o İlâhî [Allah tarafından olan] cazibedendir ki, çoluğu-çocuğu, genci-ihtiyarı, avâmı-havassı o Nura koşuyorlar ve o câzibedar Nurun pervanesi [korku] oluyorlar. Bu hakikatin parlak bir misali olarak, geniş bir talebe kitlesi, az zamanda din düşmanlarını titreten bir hale gelmiştir.

Risale-i Nur’un her cihetten olduğu gibi edebî cihetten de kıymet ve ehemmiyetini ifade etmek, ediplerin, hususan bizlerin bin derece haddinden uzaktır. Bu husustaki karınca kararınca olan sönük, fakat samimî ve hakikatli ifadelerimiz, Risale-i Nur’dan gördüğümüz azîm istifadeye mukabil sonsuz bir minnet ve şükranımızın ifadesinden ibarettir. Yoksa, bu mevzularda sahib-i salâhiyet ve sahib-i ihtisas, [uzmanlık sahibi] ancak ve ancak Risale-i Nur’un kendi müellifi olabilir.

Risale-i Nur, bu asrın ihtiyacına tam cevap veren yegâne tefsir-i Kur’ânî [Kur’ân’ı yorumlayan tefsir eseri, kitabı] olduğu, enaniyetini Hakka feda eden faziletperver, [fazilet sever, erdem sahibi] İslâm uleması tarafından tasdik

861

ve fevkalâde bir şekilde takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] edilmiş ve edilmektedir. Elli sene evvel Bediüzzaman Said Nursî’nin telifatındaki [kaleme alma] hususiyetler ve bir bahr-i umman [Hint Okyanusu; çok büyük denizler gibi engin ve derin] gibi onun ilmî dehâsıdır ki, Mısır matbuatında [basın, medya] “Bediüzzaman, fatînülasırdır” diye yüksek ehl-i ilme [ilim ehli, âlimler] hüküm verdirmiştir.

Bediüzzaman, mukabelesiz [karşılıksız] hediye kabul etmemeyi düstur-u hayat [hayat kanunu] edindiği düşmanlarınca da tasdik edilerek, İslâmiyet düşmanlarının ehl-i ilme [ilim ehli, âlimler] yaptığı ittihamı, [suçlama] bu düsturuyla [kâide, kural] fiilen tekzip ve ilmin hiçbir şeye âlet olmadığını yine fiiliyatı ile ispat etmiştir. Ulema-i İslâmın [İslâm âlimleri] şeref ve haysiyetini ve izzet-i İslâmiye [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] ve izzet-i diniyeyi, en zalim ve hunhar hükümdarlar karşısında bile muhafaza ve müdafaa etmiştir. Aç kaldığı zamanlarda dahi, hayatı boyunca olan istiğna [ihtiyaç duymama] kaidesini bozmamış ve “İktisat ve kanaat iki büyük hazinedir; bunların bereketi bana kâfidir” diyerek halklardan istiğna [ihtiyaç duymama] etmiş ve etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin senelerden beri hapisten hapse, zindandan zindana atılması ve menfâdan menfâya sürülmesi ve kendisine daima tazyikler ve şiddetli zulüm ve dehşetli işkenceler yapılması ve on yedi defa zehir verilmesi, bir günde bir aylık azaplar çektirilmesi, kendisinin ve Risale-i Nur Külliyatının hakkaniyet ve sıdkına [doğruluk] birer canlı mühür ve birer parlak delildir. Meselâ, Hindistan’da sormuşlar: “Bediüzzaman nasıl bir kimsedir?” Cevaben denilmiş ki: “Hasta, garip, fakir, mazlum, hediye ve sadakaları kabul etmeyen ve hâlen [davranışla] de çekmekte olduğu o kadar zulümlere rağmen altmış senedir dâvâsından vazgeçmeyen bir ihtiyardır.” Onlar da, “Öyleyse o hakikat söylüyor ve küfr-ü mutlaka, [her açıdan inkârcılığa düşmek] dinsizlere, zındıklara boyun eğmiyor, riyakârlık etmiyor, dalkavukluk yapmıyor ve Kur’ân ve İslâmiyete tesirli ve küllî bir hizmet yapıyor ki, onlar da ona zulmetmişler” demişler.

Üstadımız Bediüzzaman hakkında, takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] ve faziletperver [fazilet sever, erdem sahibi] zatların takdirleri bir senâdan ibaret değildir, bir vâkıadır. Fiiliyat ve icraatının belki yüzden

862

birisini kısaca âcizane ve noksan bir tarzda nakletmektir. Hem bu mevzuda Risale-i Nur talebelerinin takdirkâr [takdir eden, beğeniyi ifade eden] makale, mektup ve fıkraları [bölüm] bir medih [övgü] değildir; belki Üstadımızın dinî hizmetini hedef tutan, şahsına taarruz eden vicdansız ve insafsız din düşmanlarına karşı müspet bir müdafaadır.Haşiye [dipnot]

Böyle olduğu halde Üstadımız öyle zatların ve Risale-i Nur talebelerinin hakikatlı takdir ve beyanlarına karşı hiddetlenerek, çok defa da hatırlarını kırarak der ki: “Zaman şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] zamanıdır. Risale-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı mânevî [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] var. Ben bir hiçim. Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır, Kur’ân’dan süzülmüştür. Şeref ve hüsün [güzellik] Kur’ân’ındır. Şahsımla Risale-i Nur iltibas [karıştırma] edilmiş. Meziyet, Risale-i Nur’a aittir. Risale-i Nur’un neşrindeki harika muvaffakiyet [başarı] ise, Risale-i Nur talebelerine aittir. Yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binaen Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Kur’ân-ı Hakîmden [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bana ilâç ve tiryakları ihsan [bağış] etti; ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de Risale-i Nur’un talebesiyim. Bir risaleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım” der.

Bediüzzaman Said Nursî’nin cihanşümul [dünya çapında, evrensel] Kur’ân ve iman ve İslâmiyet hizmetindeki müstesna muvaffakiyet [başarı] ve zaferinin ve Risale-i Nur’daki kuvvetli

863

tesiratın sırrı, kendisinin ihlâs-ı etemmi [tam ve mükemmel ihlâs] kazanmış olmasıdır. Yani, yalnız ve yalnız rıza-yı İlâhîyi [Allah rızası] esas maksat edinmiştir. Bu hususta, “Mesleğimizin esası, âzamî ihlâs ve terk-i enaniyettir. İhlâslı bir dirhem amel, ihlâssız yüz batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] amele müreccahtır. [tercih edilen] İnsanların maddî mânevî hediyelerinden hürmet ve teveccüh-ü âmmeden, [halkın ilgisi, sevgisi] şöhretten şiddetle kaçıyorum” der. Ziyaretçi kabul etmemesinin bir hikmeti de bu sır olsa gerek. Hem ihlâsa verdiği gayet fazla ehemmiyet, yüz otuz parça eserinden yalnız “İhlâs Risalesi“nin [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] başına, “Lâakal [en az] her on beş günde bir defa okunmalıdır” kaydını koymasından da anlaşılıyor. “Büyük Mahkeme Müdafaatı” kitabında, “Risale-i Nur, değil dünyaya, kâinata da âlet edilemez; gayemiz rıza-yı İlâhîdir” [Allah rızası] demiştir.

İşte bu sırr-ı ihlâstandır [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] ki, İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi en meşhur İslâm hükemalarının [âlimler, filozoflar] eserlerini tetebbu eden muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] ve müdakkik [dikkatli] bir ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] diyor ki:

“Risale-i Nur’dan okuduğum bir sahifenin bana verdiği istifade, diğer eserlerin on sahifesinden daha fazladır.”

Felsefî eserlerle meşgul bir muallim:

“Ben, bu kadar senedir ilmî ve felsefî eserlerle iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettim. Risale-i Nur kadar beni ikna eden ve garp [batı] eserlerinden ve felsefeden aldığım yaraları tedavi eden ve bu zamanın ihtiyacına tam cevap veren bir eseri görmedim.”

Bir edebiyatçı:

“Benim aklım nursuz, kalbim mü’mindi. Risale-i Nur, hem aklımı, hem kalbimi tenvir [aydınlatma] ve nefsimi ilzam [susturma] etti. Beni, Cehennemî bir azaptan kurtardı.”

Bir doktor:

“Risale-i Nur’dan istifadeye başladığım günü, hayata gözlerimi açtığım gün olarak biliyorum.”

Bahtiyar bir üniversiteli:

“Üstadımıza ve Risale-i Nur’a ait bir mektubu, İstanbul’un bir yerinden bir yerine götürmek gibi bir hizmeti, meb’usluğa tercih ederim:”

864

Otuz sene evvel, ihlâslı ve faziletli ihtiyar bir ehl-i tasavvuf, [tasavvuf ehli; Allah’a ulaşmak için tasavvuf yolunu seçenler] Lütfü isminde bir genci göstererek, “Bu Nur talebesi benden ileridir” demiştir ki, bunlar binler itiraflardan birer nümunedir.

Yine bu azîm sırr-ı ihlâsa [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] binaendir ki, Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmetinde ağır şartlar ve kayıtlar ve tahdidatlar [sınırlama] içinde muvaffak oluyorlar ve hayatlarını Risale-i Nur’a ve Üstadlarına vakfetmişler. Risale-i Nur’u, sermaye-i ömür [ömür sermayesi] ve gaye-i hayat [hayatın gayesi] edinmişlerdir. Risale-i Nur dâvâsı rıza-yı İlâhî [Allah rızası] dâvâsı olduğu içindir ki, hamiyet-i İslâmiyeye mâlik mümtaz [seçkin] avukatlar, Risale-i Nur’un fahrî [gurur, övünme] avukatı olmak ve dindar hakperest [doğruluktan ayrılmayan, hakkı tutan] mücahit muharrirler, [yazar, gazete yazarı] dünyayı istilâ edecek Nur’un ilânında hissedar olmak şeref ve nimetine mazhar [erişme, nail olma] olmuşlardır. Risale-i Nur’un neşriyat ve fütühatı ve tesiratı, sessiz, büyük bir ihtişamla muhteşem bir bahar mevsiminde intişar [açığa çıkma, yayılma] eden mevcudat [var edilenler, varlıklar] gibidir.

İşte, ey Risale-i Nur gibi hadsiz hamd ü senâlara şâyeste [yaraşır, uygun, lâyık] olan bir nimet-i azîmeye [büyük nimet] nail olan Nur kardeşlerimiz! Böyle bir dâhî-yi âzamın, böyle bir mütefekkir-i [düşünen] ekberin, böyle bir müellif-i İslâmın ve ulûm-u evvelîn vel-âhirîne vâkıf [bir şeye hâkim olacak derecede bilgi sahibi olan] böyle bir allâme-i asrın, böyle bir mücahid-i ekberin, [en büyük mücahit] böyle bir sahib-i zühd ve takvânın, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] varlığında âdetâ tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] eden böyle bir abd-i küllînin, [bütün varlıkların ibadetlerini içine alan ve temsil eden kul] rıza-yı İlâhîden [Allah rızası] başka hiçbir şeye iltifat etmeyen ve âzamî ihlâsın mazharı olan böyle bir tilmiz-i Kur’ân [Kur’ân’ın talebesi] ve hâdim-i İslâmın ve “Bir ferdin imanını kurtarmak için Cehenneme de atılmaya hazırım” diyen böyle bir halâskâr-ı imanın ve idam [hiçlik, yokluk] için sevk edildiği Divan-ı Harb-i Örfîde “Sen de mürtecisin”

865

ittihamına [suçlama] karşı, “Eğer meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] bir fırkanın istibdadından [baskı ve zulüm] ibaret ise, bütün ins ve cin şahit olsun ki ben mürteciyim. Bin ruhum da olsa, Kur’ân’ın birtek meselesine hepsini feda etmeye hazırım” diyen ve beraatinden sonra da, teşekkür etmeyerek, Bayezid Meydanındaki kalabalıkta: “Yaşasın zalimler için Cehennem! Yaşasın zalimler için Cehennem!” diye bağırarak ilerleyen ve imha plânıyla verildiği mahkemelerde yirmi dört sene evvel “Ey mülhidler! [dinsiz] Ey zındıklar! Said, elli bin nefer [asker] kuvvetinde demişsiniz. Yanlışsınız; Kur’ân’a ve imana hizmetim cihetiyle elli bin değil, elli milyon kuvvetindeyim! Titreyiniz, haddiniz varsa ilişiniz!” “Benim ölümüm sizin başınızda bomba gibi patlayıp, başınızı dağıtacaktır. Toprağa atılan bir tohumun yüzer sümbüller vermesi gibi, bir Said yerine yüzler Said size o yüksek hakikati haykıracaktır” ve on beş sene evvel, “Saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, bu hizmet-i imaniyeden [iman hizmeti] çekilmem” ve “Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] feda olan bu başı zındıkaya eğmem” diyen ve elli sene evvel âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] sömüren sömürgeci cebbar [zorba] ve zalim bir imparatorluğa karşı, “Tükürün o zalimlerin hayâsız yüzüne!” diye matbuat [basın, medya] lisanıyla cevap veren ve Büyük Millet Meclisinde, Reise “Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir; hainin hükmü merduttur. Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Kur’ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakikat olsaydı, imandan sonra onu emrederdi” diyen ve yazdığı bir beyannameden sonra Mecliste cemaatle

namaz kılınmasına başlanan ve Birinci Cihan Harbinde gönüllü alay kumandanı olarak esir düştüğü Rusya’da Moskof Çarlığına karşı izzet-i İslâmiyeyi [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] muhafaza edip, kurşuna dizileceği hengâmda [ân, zaman] “Âhirete gitmek için bana bir pasaport lâzımdı” diye ölümü istihkar [küçümseme] eden böyle bir kahraman-ı İslâm [İslâm kahramanı] Üstadımız Bediüzzaman’ın eserlerini okumak nimet-i uzmâsına [büyük nimet] mukabil canımızı da feda etsek, ömrümüzü de ona vakfetsek, zulümden zulme de sürüklensek, ömrümüzün nihayetine kadar şükran secdesinden de kalkmasak, bize yine ucuzdur…

Üstadımız sık sık der ki: “Mesleğimiz müsbettir; [isbat edilmiş, sabit] menfî hareketten Kur’ân bizi men ediyor.”

866

Ey seyyid-i senedimiz! Ey ruhumuzun ruhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cânânımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz! Madem bize menfî harekete izin vermiyorsun. Öyleyse biz de rahmet-i İlâhiyeden [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] niyaz ederek ahdediyoruz [söz, vaad] ki, din düşmanlığı ile Üstadımıza zulmeden o gaddar, insafsız zalimlerden intikamımızı şöylece alacağız: Risale-i Nur’u ölünceye kadar mütemadiyen okuyacağız ve neşrinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve sadakatla hizmet edeceğiz. Onu altın mürekkeplerle [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] yazacağız, inşaallah. [Allah dilerse]

Üniversite Nur talebeleri

ba

867

Üstadın ziyaretçilere dair bir mektubu

Umum dostlarıma, hususan ziyaretçilere dair bir özrümü beyan etmeye mecbur oldum:

Ekser hayatım inzivada [yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmaksızın yaşama] geçtiği gibi, otuz kırk senedir tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve taarruza mâruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten çekinip tevahhuş [korkma, çekinme] ediyordum. Hem eskiden beri mânevî ve maddî hediyeler bana ağır geliyordu. Hem şimdi ziyaretçiler, dostlar çoğalmış, hem mânevî mukabele [karşılama; karşılık verme] lâzım gelmiş. Şimdi maddî bir lokma hediye beni hasta ettiği gibi, mânevî bir hediye olan ziyaret etmek, görüşmek, hususan başka yerlerden musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] için zahmet edip gelmek ziyareti dahi, ehemmiyetli bir hediye-i mâneviyedir. Ona mukabele [karşılama; karşılık verme] edemiyorum. Hem de ucuz değil. Mânen pahalıdır. Ben kendimi o hürmete lâyık görmüyorum. Mânen mukabele [karşılama; karşılık verme] de edemiyorum. Onun için şimdilik aynen maddî hediye gibi bir ihsan-ı İlâhî [Allah’ın ihsanı, ikramı, bağışı] olarak bana mânevî hediye gibi olan sohbetten zaruret olmadan men edildim. Bazı beni hasta eder; maddî hediyenin tam mukabilini vermediğim vakit beni hasta ettiği gibi. Onun için hatırınız kırılmasın, gücenmeyiniz.

Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zaten benimle görüşmek âhiret, iman, Kur’ân hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek mânâsızdır. Âhiret, iman, Kur’ân için ise, Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış. Hattâ hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur’un fütuhatına [fetihler, yayılmalar] ve neşriyatına ait bazı hizmetler için bazı zatlarla görüşmek isterim. Ne vakit bu noktalar için görüşmek istesem, o zaman görüşmek caiz olabilir. Ve bana sıkıntı vermez.

Bu noktayı bilmeyen ziyarete gelenlere haber veriyorum ki, birkaç senedir ceridelerle [gazete] ilân etmişim ki, benimle görüşmek isteyenleri, hususan uzak yerden gelerek görüşmeden gidenleri hususî dualarıma dâhil ediyorum. Her sabah da dua ediyorum. Onun için de gücenmesinler.

Said Nursî

ba

868

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Gayet şiddetli hasta Üstadımıza mühim, resmî bir zattan bir mektup geldi. Diyor ki: “Tarihçe-i Hayat‘ın [hayat hikayesi] neşrolunmaması için eski partinin mühim adamları, büyük bir tâvizle eski partinin bazı memurlarını bu hatâya sevk etmişler.”

Üstadımız da dedi ki: “Bu Tarihçe-i Hayat‘ın [hayat hikayesi] en mühim kısmı üç defa Sebilürreşad tarafından, dört defa da otuz kırk seneden beri hem eski harf, hem yeni harfle neşredilmiş ve içindeki müdafaat parçaları da müteaddit [bir çok] mahkemelerin huzurunda okunmuş ve resmen de neşredilmiş. Yeni olarak, Medine-i Münevvere gibi hariç yerlerden bir iki âlim zâtın, izah ve teşekkür nevinden birkaç hakikatli mektupları var. Onun için mahkemelerin resmen bunlara ilişecek hiçbir ciheti yok.

Saniyen: [ikinci olarak] Risale-i Nur, kırk elli senede bütün ehl-i siyasetin [siyaset adamları, politikacılar] tazyikatı [baskılar] altında tek başına âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] harika bir tarzda neşrolduğu halde, şimdi milyonlar nâşirleri [neşreden, yayan, yayınlayan] varken, değil eski bir parti, dünya toplansa ona karşı bir sed çekemez, mümkün değil. Belki bir ilânnâme hükmüne geçer. Onun için, Nur talebeleri müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmasınlar…

Salisen: [üçüncü olarak] Hem eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim, hem Kur’ân’ın bir kanun-u esasiyesi olan وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 3 yani, “Birisinin hatâsı ile başkası, partisi, akrabası mes’ul olmaz, olamaz” diye, hem Anadolu, hem vilâyât-i şarkiyede Risale-i Nur’la neşredildiği sebebiyle, âsayişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş. Demek bir mânevî zabıta hükmünde, herkesin kalbinde bir yasakçı bırakıyor. Bu noktaya binaen, Risale-i Nur eski partinin dört beş hatâsını yüz derece ziyadeleştirmeye mânidir. Yüzde beş adamın hatâsını doksan beşe de verip yirmi otuz derece ziyadeleştirmemiş. Onun için umum o partinin ekserisi iktidar partisi kadar Risale-i Nur’a minnettar olmak lâzımdır. Çünkü, bu dersi, bu kanun-u esasiye-i Kur’âniyeyi Risale-i Nur ders vermeseydi, o beş adamın hatâsı binler adamı da hatâkâr yapardı.

869

Rabian: [dördüncü olarak] Kat’iyen [kesinlikle] tahakkuk [gerçekleşme] etmiş ki, Risale-i Nur hariçten hücum eden küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı bu milleti ve âlem-i İslâmiyeti [İslâm âlemi] muhafaza edecek Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mu’cize-i mâneviyesinden [mânevî mu’cize] bir derstir ki, dinsiz feylesoflardan hiçbirisi ona karşı mukabele [karşılama; karşılık verme] çaresi bulamadılar. Kat’iyen [kesinlikle] haber aldık ki: Hariçte bazı yerde bir milyon gençler “Müsalemet-i [barış ve huzur içinde olma] umumiyeyi temin edecek Risale-i Nurdur” demişler. Sulh-u umumî taraftarı Almanya ve Amerika gibi bazı ecnebîlerin de Risale-i Nur’u tercümeye başladığını haber aldık.

Hâmisen: [râbianın altmışta biri] Eğer resmî adamlar bazı yeni kanunlara yanlış mânâlar verip bir iki satırına ilişseler, benim bedelime deyiniz ki: “Bir adamın hatâsıyla yirmi bin komşusu cezalandırılır mı, hapsedilir mi? Dünyada böyle hükmeden hiçbir kanun var mı?”

İşte her sahifesi yirmi satır olan beş yüz sahifelik bir kitabın bir satırında bir adama şiddetli tokat vurmuşsa, evvelâ, isim muayyen değil, orada mesuliyet yok… Şayet olsa da, sansür gibi o satır silinir. O kitabı müsadere etmek, on bin adamı hapse sokmak gibi kâinatta işitilmemiş bir kanunsuzluk, bir zulüm olduğu gibi, öteki yirmi bin satırlar şimdiye kadar yirmi bin adamın imanını kuvvetlendirdiği cihetle, yirmi bin hasene ve iyilik olduğundan, elbette o hatâyı ve seyyieyi [günah] affettirir.

Ben şiddetli hasta olmasaydım daha konuşacaktım. Siz hizmetkârlarım tashih ve ıslah edersiniz. Hattâ münasip görseniz, mânen polislerin bir vazifesini gören Risale-i Nur’un âsayiş hizmetinde polislere büyük bir kuvvet olan derslerine polisler herkesten ziyade taraftar olmak lâzım gelirken, şimdi resmen taharri [araştırma] memuru sûretinde, polislik aleyhinde olan bu hizmeti polislere vermeye ruhum razı değil. Onlara umumen hakkımı helâl ettiğimi söylersiniz.

Sâdisen: [hâmisenin altmışta biri] Şiddetli bir teessüfle, [eseflenme, üzülme] leyle-i Mirac [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] vaktinde Mirac-ı Şerif, şuhur-u selâse [üç aylar] hürmetine vesile beklerken, Tarihçe-i Hayat [hayat hikayesi] hasebiyle taharrî [araştırma] hadisesi şiddetli bir keder verdi. “Sadaka belâyı def eder”1 mealindeki hadis-i sahihin [hakkında şüphe edilmeyen ve doğruluğu kesin olarak bilinen Peygamberimizin sözleri] hükmüyle, Risale-i Nur Anadolu için belâları def eder bir sadaka hükmüne geçtiği, ona beraatler ve serbestiyetler verildiği zaman belâların def edilmesi,

870

ona hücum edildiği zaman belâların gelmesi yüz hadisesi var ki, bazan zelzele ve fırtınalarla kaydedildiği gibi, bu defa da hayatımda görmediğim tahtessıfır [sıfırın altında] on sekiz dereceye yakın bir soğuk, taarruz ve taharrînin [araştırma] aynı vaktinde geldi.

Üstadımız şiddetli hastalığından fazla konuşamadı. Hasta halinde hizmetkârına dedi: “Merak etmemeleri için berâ-yı malûmat bazı dostlara ve bazı resmî zatlara gönderirsiniz.”

Şiddetli hasta Üstadımızın 
hizmetkârı

Evet, hizmetkârımın yazdığı doğrudur.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Muhterem Üstadımız,

Mücahede-i mâneviyenize [mânevi mücadele, cihad etme] ve sabr-ı cemilinize mükâfaten Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından ihsan [bağış] buyurulan kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] iman dâvânızın tahakkukunu, [gerçekleşme] Risale-i Nur’un serbest intişarı [açığa çıkma, yayılma] ile idrak etmiş bulunuyoruz. Senelerden beri devam edegelen bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâvâ, bu ideal ve bu çetin mücadele, zaferle neticelenmiş, Hakkın istediği olmuş, gönlümüzün emel ve arzusu yerine gelmiş, iman küfre [inançsızlık, inkâr] galebe [üstün gelme] ederek zulmet [karanlık] perdeleri çatır çatır yırtılarak, âfâk-ı cihan Nurun parlak ziyası ile aydınlanmıştır. Bu neticeye ve bu zafere ulaşmak, iman nimetinin sonsuz saadetine kavuşmak ve dolayısıyla da Hakka yaklaşmak bahtiyarlığını bizlere, Türk milletine ve belki bütün insanlığa bahşeden Risale-i Nur bu muazzam ve korkunç imansızlık savaşının kurtarıcı atomu olmuş, ruhlarımızı tamir, kalblerimizi takviye, gönüllerimizi fetheylemiştir. Bu bakımdan minnet ve şükranlarımızı sevgili ve muazzez [aziz, değerli] Üstadımıza arz ederken, asırlık ömr-ü mübareklerinizin geçirdiği hayat safhalarının her ânı mücadele, mücahede, [Allah yolunda cihad etme] işkence, eziyet, zulüm, menfâ

871

dolu korkunç bir devrin çile ve ıztıraplarıyla geçmesine rağmen, azminizin, sadakatinizin, feragat ve cesaretinizin ve nihayet o çelikten daha kuvvetli iman ve şuurunuzun, hülâsa, [esas, öz] İslâmiyeti anlayışta, insaniyeti kavrayışta, içte ve dışta örnek insan oluşunuzun ve bilhassa Risale-i Nur Külliyatınızın insanlık âlemi üzerine bıraktığı tesir, aksettirdiği mânâ ile daima izinizden, yolunuzdan gidecek olan, giden, gitmeye azmeden milyonlarca Nur talebeleri size meclûb, size müteşekkirdirler. [şükreden]

Muhterem Üstadımız, artık bütün yorgunluğunuza ve ihtiyarlığınıza rağmen çetin imtihanınızın muvaffakiyetle [başarı] neticelenmesi sayesinde müsterih olunuz. Artık bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] dâvâyı, bu iman ve Kur’ân dâvâsını devam ettirecek istikbalin genç Said’leri yetişmiştir. İman nuru ve şuuruyla, onlar bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve ulvî dâvâyı yürütecekler ve inşaallah [Allah dilerse] kıyamete kadar devam ettirecekler ve nesilden nesile intikal ettirecekler.

Muhterem Efendimiz, yarın tarihin altın sahifelerinde iftihar ve ihtişamla yâd edilecek olan yeni ve mufassal [ayrıntılı] Tarihçe-i Hayat‘ınızın [hayat hikayesi] Ankara’da tab’ [baskı basma] edilip hitama [son, sonuç] ermesinin sevinci içinde bayram etmekteyiz. Zira bu Tarihçe-i Hayat, [hayat hikayesi] ömrünüz boyunca ille-i gaye [birşeyin var olma gayesi] edindiğiniz imanı kurtarmak dâvânız uğrundaki mücadele ve mücahede [Allah yolunda cihad etme] safhalarınızı, bin türlü mahrumiyetler içerisinde yorulmak bilmeyen bir azimle maksada vâsıl oluşunuzu ve âleme rahmet olan Risale-i Nur’ların telif, [kaleme alma] tanzim ve neşri hakkında tatminkâr malûmat vermesi bakımından büyük ehemmiyeti haizdir. Bugün milyonlarca insanı coşturup, selâmete götüren bu Nur deryası daima kükreyecek, küfrü [inançsızlık, inkâr] boğacak, zulmeti yırtacak, insanlığa hâmi [himaye eden, koruyan] ve halâskâr [kurtarıcı] olacaktır.

Size medyun-u [borçlu] şükranız. En derin sevgi ve muhabbetlerimizle selâm ve hürmetlerimizi arz eder, dua-i mübareklerinize intizaren [bekleme] ellerinizden öperiz aziz, sevgili Üstadımız.

 İstanbul Nur talebeleri

ba

872

Risale-i Nur Müellifi [Risale-i Nur Külliyatının yazarı; Bediüzzaman Said Nursi] Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin, en son defa vasiyetnâmesi hükmünde Emirdağ Lâhikası’nın sonunda derc [yerleştirme] ve neşr edilen bir beyanı ile yeni Emirdağ Lâhikası’nda neşredilen en son sene kaleme aldığı “Reis-i Cumhur’a ve Başvekile” [Başbakan] diye olan bir hitabesini bu Tarihçe-i Hayat‘ın [hayat hikayesi] sonuna ilâve ediyoruz.

Nur talebeleri Hazret-i Üstad’ın bu vasiyetnâmesinde beyan ettikleri müsbet [isbat edilmiş, sabit] hizmet tarzı ile “Nurları” bütün cihana karşı ilân ettiler. Kur’ân-ı Hakîm‘in [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zamana müteveccih [yönelen] müsbet [isbat edilmiş, sabit] hizmet telâkkisi [anlama, kabul etme] ve envar-ı imaniyeyi akıl ve kalplere [sahte para] yerleştirdiler.

Hazret-i Üstad’ın hizmetinde bulunan talebeleri

 Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir

Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye [Allah rızası] göre sırf hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet [isbat edilmiş, sabit] iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme [baskı] ve terzile [rezil ve alçak gösterme] karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü [baskı] kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam [hiçlik, yokluk] tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere [baskı] boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmek,

873

menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele [karşılama; karşılık verme] ettim. Cercis aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin [savcı] yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. [mânevî cihad, mücadele] Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 düsturu [kâide, kural] ile ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk—çocuğu mesul olamaz” işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilebilir. Mezkûr [adı geçen] âyetin düsturuyla [kâide, kural] vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; [iman hizmeti] muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele [karşılama; karşılık verme] edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet [isbat edilmiş, sabit] bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri

874

Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark pek azîmdir.

Bir mesele daha var; o da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’âna [Kur’ân’ın hükmü] göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin [“deniyet”, aşağılık] icabatından olarak hâcât-ı zaruriye [zarurî ihtiyaçlar] dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye [zarurî ihtiyaçlar] hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, “Zaruret var” diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet [geçim] derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler:

“Biz şimdi mecburuz. اِنَّ اَلضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ 1 kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını [gerekli kılma] taklide mecburuz” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan [iradenin kötüye kullanımı] gelse, kat’iyen [kesinlikle] doğru değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan [iradenin kötüye kullanımı] gelmezse, yani zaruret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla [iradenin kötüye kullanımı] haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla [iradenin kötüye kullanımı] bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde değildir.”

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, [iradenin kötüye kullanımı] gayr-ı meşru [dine aykırı, helâl olmayan] meyillerden [arzu, istek] ve haram muamelelerden tevellüd [doğma] eden hareketler haramı helâl etmeye medar [kaynak, dayanak] olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan [iradenin kötüye kullanımı] geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz.

875

Kanun-u beşerî [insanlar tarafından konulan kanun] de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile, su-i ihtiyardan [iradenin kötüye kullanımı] neş’et [doğma] eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlâhîde [Allah’ın kanunu] ise, daha esaslı ve muhkem [değiştirilemez] bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”

Bununla beraber zamanın ilcaatıyla [mecburiyetler, zorlamalar] zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] karşı dayandığım, zerre kadar fütur [usanç] getirmediğim, o hizmet-i imaniyede [iman hizmeti] muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, [aşağılama] zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet [isbat edilmiş, sabit] bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme [tam ve kesin kanaat, inanma] verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir risaleye ilişmek, vatan, millet maslahatına [amaç, yarar] tamamen zıttır.

Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler, sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] o beraati tasdik etti. Ben de bunu dahilde âsâyişi temin için ve yüzde doksan beş mâsuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle [danışma] neşredebilir” dedim.

Üçüncü mesele: Şimdi küfr-ü mutlak, [her açıdan inkârcılığa düşmek] öyle cehennem-i mânevî neşrine çalışıyor ki, kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur’ân’ın “rahmeten lil’âlemîn” olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir;

876

âhirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev-i beşere rahmet olmasına bir nükte, [derin anlamlı söz] bir işarettir ki, o mânevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] kısmı, yani Kur’ân’la barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ân’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit [ifrat eden, aşırıya giden] dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için, şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil [mümkün] değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] olduğu zaman, hakikat-i halde [bir şeyin gerçek durumu] yaşanmaz. Onun için, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olarak Risale-i Nur şakirtlerine [öğrenci] bu dersi vermiş ki, küfr-ü mutlaka, [her açıdan inkârcılığa düşmek] anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin’i, hem yarı Avrupayı ve Balkanları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu dersidir ki, o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hıristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak… Çünkü, bir İsevi, Müslüman olsa, İsâ aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Mûsevî, Müslüman olsa, Mûsâ aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] medar [kaynak, dayanak] hiçbir hâlet [durum] kalmaz. Vicdanı tefessüh [bozulma] eder, hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] bir zehir olur.

Onun için, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] işârât-ı gaybiyesi [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya dair işaretler] ile, kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’âniyenin [Kur’ân mu’cizesi] Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara [açığa çıkma, yayılma] başlamış. Ve on altı sene evvel altı yüz bin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş.

877

Demek Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi, İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye, bu Kur’ân’ın kanun-u esasîlerini [anayasa] neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

Madem bu zamanda küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] Kur’ân’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta [her açıdan inkârcılığa düşmek] Cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü, ölüm madem öldürülmüyor. Hergün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşenlere, yahut taraftar olanlara, hem şahsın idam-ı ebedîsi [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] olarak düşündüğü için, Cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azâbı çeker. Demek o cehennem azâbını küfr-ü mutlakla [her açıdan inkârcılığa düşmek] kalbinde duyuyor. Çünkü, herbir insan akrabasının saadetiyle mesut, azabıyla muazzep [eziyet çeken, sıkıntı gören] olduğu gibi Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca [inanç] bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azaplar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden izale [giderme] eden tek bir çaresi var. O da Kur’ân-ı Hakîmdir. [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan Risale-i Nur eczalarıdır.

Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki, o eserlerin neşrine mâni olmadı; hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] dünyada bir cennet-i mâneviyeyi [manevî cennet] ehl-i imana [Allah’a inanan] kazandırdığını ispat eden Risale-i Nur’a mümanâat etmedi, neşrine müsaadekâr [müsaade eden, izin veren] davrandı, nâşirlerine [neşreden, yayan, yayınlayan] de tazyikattan [baskılar] vazgeçti.

Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan—bazan men olduğum gibi—men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer[iki şerden daha az zararlı olanı] deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler. Daima müsbet [isbat edilmiş, sabit] hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil… Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; [müsaade eden, izin veren]ehvenüşşer[iki şerden daha az zararlı olanı] olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara fâideniz dokunsun.

878

Hem dahildeki cihad-ı mânevî, [mânevî cihad, mücadele] mânevî tahribata karşı çalışmaktır ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için, ehl-i siyasete [siyaset adamları, politikacılar] karışmadığımız gibi, ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok…

Meselâ, bir parti bana binler vecihle [yön] sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de, tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif [alay etme, küçük düşürme] ve itirazlara, zulümlere mâruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki, وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى 1 âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvâya [şikayet] hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin [savcı] üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu müdde-i umumînin [savcı] kızıdır.” O mâsumun hâtırı için o müddeîye [iddia sahibi] beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i mâneviyenin [mânevî mu’cize] intişarına, [açığa çıkma, yayılma] ilânına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti.

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, [kendi kendini beğenme] hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle [aşırı süs ve lüks] geçirmek iştihası, [arzu, istek] tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı [bireyler] meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye [imana dair mesele] feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şakirdinin [talebe, öğrenci] düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye [Allah’ın her şeyi kuşatan sonsuz rahmeti] cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne

879

geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha [el sıkışma, kucaklaşma] etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.

“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi [imana dair mesele] o saltanata tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. [bir şeyin gereği] Meselâ, harp içinde, avcı hattında, [savaşta düşmana doğru dağılarak ön safta ilerleyen asker birliği] düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini [derin anlamlı söz] tercih ederek, o gülleler içinde Habib [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi [derin anlamlı söz] yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini [derin anlamlı söz] düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”

O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?”

Demiş: İki noktadan…

Birisi: Âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, [ortak olmak] iki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)] aleyhissalâtü vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın [ilimde üstünlüğü ve öğreticilği tartışmasız ve sınırsız olan üstad] böyle bir işaretinden bir nüktecik [derin anlamlı söz] alarak, biz de ruh ve canımızla ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ediyoruz.

İkincisi: Kahraman-ı İslâm [İslâm kahramanı] İmam-ı Ali radıyallahü anh, Celcelûtiyenin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru

880

ile namazdaki huzuruna mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti [cinlerden bir tür] dergâh-ı İlâhîden [Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı] niyaz etmiş.

İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk [kendi kendini beğenme] içinde yuvarlanan biçare kardeşiniz de, hem sebeb-i hilkat[yaratılış sebebi] âlemden, hem kahraman-ı İslâmdan [İslâm kahramanı] bu iki küçük nükteyi [derin anlamlı söz] ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini [derin anlamlı söz] beyan etmiş.

Said Nursî

ba

 Reis-i Cumhura ve Başvekile, [Başbakan]

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne [başarı] ittifakını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah [Allah dilerse] dört yüz milyon İslâmın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme [başlangıç] olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu zamanda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] olan

881

Risale-i Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli [benzer] Risale-i Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi [büyük netice] görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: [ikinci olarak] Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde [Birinci Dünya Savaşı] yine ırkçılığın istimaliyle [çalıştırma, vazifelendirme] mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye [İslâm kardeşliği] karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilebilir ve istirahat-i umumiye [genel huzur, insanların dünya ve âhiret rahatı, mutlululuğu] düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc [karışma, bütünleşme] olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezc [karışma, bütünleşme] olmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah [Allah dilerse] bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, dört yüz milyon kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i [barış ve huzur içinde olma] umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Salisen: [üçüncü olarak] Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât [sömürgeler] nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz [baskı] altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut [alçalış, düşüş] ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

882

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat [bozgunculuk, kargaşa] komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm‘den [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] istimdat [medet isteme] eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u [üniversite] İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir fâidesi olarak hayat-ı dünyeviyemizi [dünya hayatı] de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] helâketinden [mahvolma] kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki [ara] uhuvvetini [kardeşlik] inkişaf [açığa çıkma] ettirmeye iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin [imandan gelen kardeşlik] inkişafına [açığa çıkma] kuvvet-i iman [iman gücü] ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde [durum] telif [kaleme alma] edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe [üstün gelme] çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf [bilirkişi] dahi onları cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin [İslâm kardeşliği] anahtarını bulan zatlar, bu mu’cize-i Kur’âniyenin [Kur’ân mu’cizesi] cilvesini âlem-i İslâma [İslâm âlemi] işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, [üniversite] bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, [insan topluluğu] meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat [bozgunculuk, kargaşa] etmesin. Hakikî, müsbet [isbat edilmiş, sabit] ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile

883

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1 Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin [anayasa] tam inkişafına [açığa çıkma] mazhar [erişme, nail olma] olsun. Ve felsefe fünunu [fenler, bilimler] ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle [doğru gerçekler] tam musalâha [barış yapma] etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep [ilim ehli kimseler] ve ehl-i medrese [medresede ilim tahsil edenler] birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin [doğu illeri] merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] üslûbunda bir darülfünun, [üniversite] hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine [doğru gerçekler] çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için yirmi bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki [Birinci Dünya Savaşı] esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut iki yüz meb’ustan yüz altmış üç meb’usun imzası ile yüz elli bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt [duyarsız] ve garplılaşmak [batı] ve an’anattan tecerrüd [sıyrılma] etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:

“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya [batı] ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın [nebiler, peygamberler] Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın [âlimler, filozoflar] ve feylesofların garpta [batı] gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki [ilerleme] ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] kanunu nazara almayarak garplılaşmak [batı] namıyla

884

an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine [doğru gerçekler] kat’iyen [kesinlikle] tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken, hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık [günahkâr] bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel [işin aksi, ters tepki] ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, [günahkâr] hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin [İslâm milleti] kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak [batı] fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını affetsin; şimdi vefat etmişler.

Râbian: [sâlisenin altmışta biri] Mâdem Reisicumhur [Cumhurbaşkanı] gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci

885

kal’a[kale] olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azîme-yi [büyük meseleler] siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm, fâideli hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle [incelikler] ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini [fikir, düşünce] almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye [fikir alışverişi] kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

ba

886

Risale-i Nur ve Hariç Memleketler

Risale-i Nur’un hariç memleketlerdeki fütuhatına [fetihler, yayılmalar] kısa bir bakış

Risale-i Nur, yirminci asrın ilim ve fen seviyesine uygun müspet bir metodla akla ve kalbe hitap ederek ikna ve ispat yoluyla gittiği için, yalnız Türkiye’de değil, hariç memleketlerde de hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhar [erişme, nail olma] olmuştur. Eserler, memleketimizde yeni yazı ile matbaalarda basılmadan evvel, başta Pakistan ve Irak olmak üzere diğer İslâm memleketlerinde Arapça, Urduca, İngilizce ve Hintçe tab’ [baskı basma] edilerek bütün âlem-İslâma tanıtılmış ve fevkalâde teveccühe [ilgi] mazhar [erişme, nail olma] olarak geniş bir okuyucu kitlesi bulmuştur.

Bediüzzaman, kırk-elli seneden beri, yalnız âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] değil, bütün dünyaca tanınmış mümtaz [seçkin] bir şahsiyettir. Kendisi, küçük yaşından beri ilim sahasında ilzam [susturma] edilmemiş olduğundan, gerek dahilde ve gerekse hariçte nazarlar üzerine çevrilmiştir. Âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ilim merkezi olan Câmiü’l-Ezher, [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] onun mertebe-i ilmini [ilim mertebesi, derecesi] ve yüksek zekâsını Üniversite Rektörü Şeyh Bahît gibi müdakkik [dikkatli] âlimler vasıtasıyla idrak ederken, müspet ilimlerdeki derin vukufu da bütün dünyaya yayılıyordu. Mısır matbuatında [basın, medya] “Fatînü’l-Asr” diye tavsif [bir sıfatla niteleme] edilerek hakkında makaleler neşrediliyordu. Kendisi, bundan kırk beş-elli sene önce, Şam’da, içinde yüz ehl-i ilim [ilim ehli olanlar, âlimler] bulunan on bin kişilik muazzam bir cemaate Camiü’l-Emevîde irad [sunma, söyleme] ettiği mühim bir hutbede, [balık] âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] geri kalış sebeplerini ve nasıl ilerleyebileceğini izah ederek, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ittifakının ne kadar zarurî olduğunu beyan etmişti.

Bu hutbesi [balık] bütün âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] hayranlıkla karşılanmış ve ilim meclislerinde ismi çok anılmaya başlanmıştır. Onun mücahede [Allah yolunda cihad etme] ve mücadelelerini işiten ve eserlerini okuyan binlerce kişi ona karşı büyük bir alâka duymaya başlamışlardır. Câmiü’l-Ezher‘in [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] hamiyetli [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] talebeleri bir hadis-i şerifin medar-ı evham

887

olmuş mânâsını Üstad Bediüzzaman’dan sormuşlar ve Üstad hasta olması dolayısıyla talebeleri, Risale-i Nur’dan o meseleye müteallik [alakalı, ilgili] mevzuları ve Üstad tarafından daha evvel o hadis dolayısıyla gelebilecek bir suale verilmiş kat’î bir cevabı bir araya getirerek göndermişler ve bu cevap gayet takdirle karşılanmıştır. Pakistan Maarif [bilgiler] Nazır Vekili Ali Ekber Şah (şimdi Sind Üniversitesinde Rektör), Türkiye’ye geldiği zaman, Bediüzzaman’ı ziyaret etmiş ve memleketimizden ayrılırken Üstad ve eserleri hakkında gençliğe bir hitabede bulunmuş ve memleketine muvasalatında da, beraberinde götürdüğü Nur Külliyatının, resmen üniversitede okutturulması ve Urducaya tercümesi için teşebbüse geçmiştir. Pakistan’da münteşir [yaygın olan] Arapça ve İngilizce gazete ve mecmualarda Üstad ve eserleri okyuculara tanıtılmış; Türkiye’deki İslâmî inkişaf, [açığa çıkma] Risale-i Nur faaliyetinin bir semeresi [meyve] olarak belirtilmiş, Üstad Bediüzzaman âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] mânevî lideri olarak zikredilmiş ve “Hazret-i Bediüzzaman Said Nursî” diye hakkında birçok makaleler yazılmıştır. Bugün Risale-i Nur, İslâm âlemince, İslâmiyete yöneltilen hücumları kıran bir sedd-i Kur’ânî [Kur’ân seddi] olarak bilinmekte ve kabul edilmektedir.

Risale-i Nur, Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe [güzel ve hoş görmek, güzel bulmak] mazhar [erişme, nail olma] olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır.

Bu cümleden olmak üzere, Almanya’da, Berlin Teknik Üniversite mescidine Risale-i Nur Külliyatı konulmuş ve Şarkiyat Üniversitesi İlâhiyat Bölümünde Risale-i Nur hakkında konferans tertip edilmiştir. Almanya’daki İslâmî fütuhatta [fetihler, yayılmalar] Risale-i Nur’un büyük rolü olmuştur.

Yunanistan’ın Gümülcine şehrinde Hafız Ali Efendi tarafından açılan dershanede Risale-i Nur dersleri de okutturulmakta ve yüzlerce Risale-i Nur talebesi yetişmektedir.

Finlandiya’da İslâm Cemaati Reisi tarafından Risale-i Nur neşredilmekte ve bu sayede birçok Finli Müslüman olmaktadır.

Japonya ve Kore’de de Risale-i Nur’un birçok okuyucuları bulunmaktadır. Kore Harbi münasebetiyle Türkiye’den Kore’ye giden müteaddit [bir çok] Nur talebeleri tarafından bütün külliyat oraya götürülmüş; bu eserlerin bir kısmı Japon üniversitelerine

888

ve bir kısmı da Kore kütüphanelerine [kitaplar] hediye edilmiştir. Bu vesile ile Japonya’daki İslâm cemaati de Risale-i Nur’dan istifade etmeye başlamıştır.

Hindistan ve Endonezya’daki Müslümanlar da Risale-i Nur’dan mahrum kalmamışlardır. Hacca giden bir Nur talebesi, tanıştığı bir Hintli âlime Risale-i Nur Külliyatını hediye etmiş ve o âlim de eserleri Hintçeye tercüme edeceğini ve bunun kendisi için büyük bir vazife olduğuna inandığını söylemiştir.

Amerika’daki Washington Camiine bazı risaleler hediye edilmiş ve buradaki Müslümanların da bu eserlerden istifadeleri sağlanmıştır.

Irak’tan gönderilen Risale-i Nur eserleri münasebetiyle, Washington İslâm Kültür Merkezi Genel Sekreteri tarafından eserleri gönderen Nur talebesine bir teşekkür mektubu yazılmıştır.

Mezkûr [adı geçen] beyanatımız, Risale-i Nur’un hariç memleketlerdeki inkişafının [açığa çıkma] malûmatımız çevresindeki birkaç nümunesidir.

Yakında tab [basma] edilecek “Mu’cizeli Kur’ân”da, Hafız Osman hattı aynen muhafaza edilmekle beraber, Kur’ân’ın lâfzî [ifade, kelime] mu’cizeleri gösterilmiştir. Bu Kur’ân’ın, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] başta olmak üzere bütün dünyaca ne büyük bir alâka ile karşılanacağı şüphesizdir.

Bütün bunlar, Risale-i Nur’un dünya çapında muazzam bir boşluğu doldurmakta olduğunun delil ve emareleri değil midir? Bütün beşeriyet, Kur’ân’a ve dolayısıyla asrımızda onun mânevî i’câzını [mu’cize oluş] ispat ve beyan eden Risale-i Nur’a muhtaçtır.

İşte bu kısımda, Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında hariç memleketlerde intişar [açığa çıkma, yayılma] eden makalelerin bir kısmını, Üstada ve talebelerine gelen mektuplardan bazılarını aşağıya dercediyoruz. [yerleştirme]

ba

889

Sind Üniversitesinin kıymetli dekanı Ali Ekber Ekber Şah’ın Ankara’daki bir Nur talebesine yazdığı mektup

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ * 1

Aziz, sıddık kardeşim,

Çok zamandan beri size mektup yazmadığım için özür dilerim. İnşaallah bundan sonra sık sık yazacağım. Ve sizden de sık sık yazmanızı rica [ümit] ederim. Muhabbetimde hiçbir azalma yok; belki bu muhabbet daha da artıyor.

Türkçe bilmiyorum, lâkin sizin Risale-i Nur’u görüyorum ve çok beğeniyorum.

Zeban-i yâr-i men Türkî ve men Türkî nemîdânem,

Çe hûşbûde eğer bûde zebaneş der dehânem.2

Bu ne kadar iyidir ki, külliyatınızın adı da Nur’dur ve bu, nurun dâisidir. Aramızda ruhanî rabıta [bağ] var. Allah’tan, bu ruhanî taallûkatlarını [yakınlar, akrabalar] çok çok pâyidar etmesini dua ederim. Türkiye’de iken dostlarınızla da görüşmüştüm. Onların hallerini yazın ve hürmet ve selâmlarımı tebliğ ediniz; meşkûr [bütün varlıkların Kendisine şükrettiği Allah] olurum. Hazret-i Nur nasıldır? Onun hakkında yazın ve selâmlarımı ve hulûslarımı, hizmetinde olduğumuzu arzediniz. Sabir İhsanoğlu ile görüştüm ve şimdilik onunla beraber oturup Türkiye’ye ait ve sizler hakkında bahsetmekteyim. Bizler biraz daha çalışacağız ve din hizmetinde olacağız. Allah yardım etsin.

Mektuba son verirken sıhhat için dua eder, Cenâb-ı Haktan [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Müslümanlara emniyet vermesini yalvarırım.

Din kardeşiniz

 ,Seyyid Ali Ekber Şah

Sind Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı

 Haydarabad, Batı Pakistan

ba

890

Pakistan İslam Talebe Cemiyeti Tarafından Gönderilen Mektup

891

Risale-i Nur’un Pakistan’da neşriyatını yaparak pek çok kimselerin bu eserlerden istifadesini sağlayan Karaşi Üniversitesi Türk Tarih Bölümü asistanı ve dört büyük gazetenin muharriri [yazar, gazete yazarı] M. Sabir ihsanoğlu’nun [bağış] bir mektubu.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Muhterem din kardeşlerimiz,

Kıymetli mektubunuzu aldım, çok çok teşekkürler.

Hazret-i Üstadımız Said Nursî’nin hal ve sıhhati nasıldır? Onu seven talebeler ve halk soruyor. Bana haber göndermenizi rica [ümit] ederim.

Bu ay içerisinde Hindistan’da, İslâmiyetin ve Türklerin hakikî düşmanı olan siyonist ve kızıl kâfirlere karşı dört makale neşrettim. Türk-Pakistan dostluğunun esas ve tarihi hakkında da, Karaşi’de de bir fıkra [bölüm] neşrettim, size de gönderdim. İmam adlı aylık bir gazetede, “Rusya’da Mazlûm Müslüman” başlıklı bir makale yazdım; bunu da gönderdim ve başka Urduca gazetelere de gönderdim. Maksadım, İslâmiyete hizmet, Türk edebiyatını tanıtmak ve Türk düşmanlarına karşı, yazmak ve çalışmaktır…

Burada mühim bir kitap neşretmek istiyorum, bunun için size yazıyorum. Bu hususta Halkçıları tanıttırıyorum ki, bunlar, Türklere karşı çalışmışlar ve Cumhuriyet adına bütün milleti aldatıp dindarları zindanlara atmışlardı. Karaşi’de neşredilen bu makaleleri bir kitap halinde tab’ [baskı basma] etmek istiyorum. Bize ne kadar materyal verirseniz, hepsi burada neşrolacak.

Bu mektubumdan sonra, size mühim bir mektup yazacağım ve bunda, niçin Üstadın İslâm dünyasının en büyük din şahsiyeti olduğu ve bunun gibi hiçbir adam, ne Endonezya, ne Hind-Pak Yarımadası, ne Arap ve ne de Afrika’da çıkmadığı gösterilecek.

Ey Nurcu dostlarım, Türk-Pakistan dostluğu için çalışınız, komünistlerden âgâh olunuz. İftihar ederiz ki, Türkiye ile Pakistan, Bağdat Paktı muahedesinde [iki ya da daha çok devlet arasında yapılan antlaşma] şeriktir. Yolumuz İslâmîdir; ne Arapcılık, ne İrancılık…

Geçen ay, Seyyid Ali Ekber Şah beni çağırdı. Bu zat 1950’de Üstadımızı görmüş. Bana çok iyi malûmat verdi. O, makalelerle de Üstadı tanıtmış ve Yahudiler aleyhinde yazmıştır. Bu zat, Üstada selâmlar ve talebelere dualar ediyor ve

892

diyor ki: “Ben iki adamın tesiri altında kaldım: Biri Mevlânâ, diğeri de Said Nursî.”

 M. Sabir İhsanoğlu

ba

 M. Sabir İhsanoğlu’nundiğer bir mektubu

Bir habere göre, Menderes Hükûmeti, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] ve dünyanın büyük mütefekkiri [düşünen] olan Hazret-i Üstad Said Nursî’nin çok mühim İslâmî eserleri olan Risale-i Nur’un neşri için emir vermiş. Bu haberden, Pakistanlı din yolunda çalışan adamlar büyük bir sevinç içinde kalmıştır. Bu neşir münasebetiyle, Hazret-i Said Nursî’yi, talebelerini ve Türk din kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik eder, milleti zulüm ve istibdat [baskı, zulüm] ve dinsizlikten kurtaran başta Menderes olmak üzere bütün Demokratlara teşekkür ederim.

Bu hareketten dolayı, Türk milleti aleyhinde yapılan haricî propagandalar kırılacak ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] Türkiye’ye olan eski muhabbeti yeniden vücut bulacaktır. Ben, bir Pakistanlı Müslüman, Türkiye’ye hiç gitmedim, Said Nursî’yi görmedim. Lâkin İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinin neşrettikleri kitaplardan bazı parçaları mütalâa ederek hakikî, ruhanî bir lezzet hissettim. Ve şimdi, bu uzak diyarda bir Nur şakirdi [talebe, öğrenci] oldum.

Ana dilim Urducada yazılmış bu gibi eserler yok. Ve Nursî gibi bir din kahramanı, Hindistan ve Pakistan’da yok. Bu bir hakikattir. Eğer bu eserler Urducaya tercüme edilirse, büyük İslâmî hizmetler olacağını ümit ediyoruz. Filhakika, [gerçekte, doğrusu] komünizme karşı neşriyat yoluyla mücadele çok zarurîdir. Ve Demokratlar tüzüklerinde buna yer vermiştir. İnşaallah, bu gibi İslâmî faaliyetlerle, Türklere karşı çalışan komünistler, farmasonlar ve başkaları mahvolacak ve istikbalde Türkiye eski makamına terakki [ilerleme] edecek… Âmin.

 M. Sabir İhsanoğlu

Errabadlı

 Pakistan’da bir Nur şakirdi [talebe, öğrenci]

ba

893

 Karaşi Nurtalebeleri adına yazılan bir mektup

 Karaşi Nur Talebeleri

 PAKİSTAN

 M. Sabir İhsanoğlu, M.A. (Prev)

 Department of Islamic History and Culture

 University of Karachi

 Islamic Republic of Pakistan

Muhterem efendim,

Aziz ve büyük Üstadımız olan Hazret-i Bediüzzaman Said Nursî’nin mühim eserlerini aldım. Başka eserlerini görmemiştim. Siz bana ilk defa olarak gönderdiniz. İmtihanım çok yakın. Mayıs’tan sonra Hazret-i Üstad hakkında ve onun imanî ve Kur’ânî hizmetlerine ait makaleler yazacağım. İnşaallah, sizlere burada neşrolunan nüshalardan da göndereceğim. Maddeten sizi tanımıyorsam da, mânen tanırım. Kur’ân-ı Kerîme göre bütün Müslümanlar hakikî bir kardeş gibi… Ben size, sizin İslâmî birader ve bahusus [hususan, özellikle] Türkiyeli Müslüman ve Nurcu olmanız haysiyetiyle yazıyorum. Ben bir Pakistanlıyım; Türkiyeli değilim. Ana dilim Türkçe değil, fakat Nur talebesiyim. Bediüzzaman Said Nursî’yi en büyük din ve fikir adamı bilirim ve kendimi bir Nur talebesi ilân ederim. Said Nursî Hazretleri değil sizlerin, bütün İslâm gençliğinin üstadıdır. Maalesef memleketimizde Türkçe bilen yoktur; bunun için Üstadın hizmetlerine nâvâkıftırlar.

Pakistan’dan Risale-i Nur hakkında size malûmat veriyorum:

Üstad ve Türkiye hakkında malûmat çok azdır. İki yıldır biraz çalışıyorum… Pakistan, Buhara ve Birma gazetelerinde makaleler yazdım. Çok takdir edilip, benden, Türkler ve Risale-i Nur hakkında yazılar rica [ümit] ettiler. Benim, evvelâ Üstad hakkında malûmatım yoktu. Bu meyanda Salih Özcan adlı bir gence, Türkiye’ye dair kitaplar göndermesi için yazdım, bana gönderdiler. Bunlardan birisi Serdengeçti idi. Bunda, Risale-i Nur hakkında bir makale gördüm. Okudum, istifade ettim ve Nur hakkında malûmat toplamaya başladım. Ben onun eserlerini okuyup yazmayı çok isterdim. O zamandan beri onun yazılarını okudum, düşündüm; o nedir? Bana malûm oldu ki: Ona karşı İslâm düşmanları dışarıda propaganda yapmışlar. Onun hakkında bugüne kadar on iki makale yazdım. Davet (Delhi), İstiklâl (Rangoon), Tasnim (Lahore), El-Münir (Layelpur), Asia (Lahore), Muslim (Dakka), İnkılâp (Karachi), Anjam ve Ceng (Karachi) ve diğer bazı gazetelerde yazmıştım.

894

Üstad hakkında yazılan bu makaleler, diğer dillere de tercüme edilmiştir. Bugün onu, binlerce belki milyonlarca müslim ve gayrımüslim biliyor, benden onun hakkında malûmat istiyorlar. Her gazete onun hakkında yazmak istiyor. İnşaallah, üç ay sonra bu konuda bütün enerjimle çalışacağım. Düşman-ı İslâmdan korkmuyorum. Karaşi’de Üstadın kitaplarını ve başka Türkçe kitapları topladım ve bir küçük kütüphane tesis ettim. Türkiye’den gelen bütün kitaplar buradadır.

Bu yıl “Türk-Pakistan Talebeler Birliği” adlı bir cemiyet kurmak niyetindeyiz. Nur dostlarımızdan rica [ümit] ederim ki, Türk-Pakistan dostluğunun bağlarını müstahkem eylesinler; Urdu lisanı da okusunlar. Bu yarımadada yüz otuz milyon Müslümanın millî lisanı yalnız Urducadır. Bizler, burada Türkçe için çalışırız. Türkçe bilen, Sibirya’dan Arnavutluk’a kadar altmış milyon Müslüman ve Türkiye’deki yirmi beş milyon Türktür.

Nur talebesi kardeşlerime söylüyorum: “Nerede olursa olsun, siyonizme karşı mücadele etsinler.” Komünizmin icatçıları yalnız Yahudilerdir. Bugüne kadar bu komünistler, İdil-Ural, Kafkasya, Almanya, Kırım, Azerbaycan, Garbî Türkistan ve komşumuz Doğu Türkistan’ı istilâ ettiler. Altmış milyon kardeşimizin hukuku pâyimal oldu. Hindistan dahi bir emperyalisttir. Nehru ve başka Hindular, İslâmiyetin düşmanıdırlar. Maalesef, Müslüman devletler bunu bilmiyorlar. Nehru, Keşmirli Müslümanları öldürtüyor. Said Nursî’ye gidip Hintli Müslümanlar hakkında söyle ki, kendi memleketinde buna karşı yazılsın. Said Nursî Hazretlerine burada çok hürmet vardır. Onu severiz, onun sıhhat ve uzun hayatı için dua ederiz. İslâm dünyasında Said Nursî’nin eşi yoktur. Mısır’da bir Hasanü’l-Benna vardı (şehit edilmiştir); Yutmizde İkbal var idi (vefat etmiştir); hâlen [davranışla] bir Mevdudî var. Başka büyük adamlar da vardır; lâkin Üstadımız gibi yoktur. Üstad, İslâm dünyasının cevheridir. Onun hakkında malûmat azdır. Onun eserleri Farsça, İngilizce ve Urducaya tercüme edilmemiştir. Lâkin istikbalde olacaktır. Haşiye [dipnot]

Üstadın kıymetli hayatı hapishanede geçmiştir. Halkçılar ona çok mezalim reva gördü. Elhamdü lillâh, bunların devr-i istibdadı gitmiş, Demokratlar gelmiştir.

895

Biz Pakistanlılar, bunun için Menderes hükûmetinin hâmisiyiz. Eğer Demokratlar olmasaydı, ne Türk-Pakistan dostluğu olurdu, ne de Bağdat Paktı ve sizlerle taallûkat[yakınlar, akrabalar] imaniye…

Kusura bakma, Üstadım Hazretlerine çok çok selâmlar ve hürmetlerimi söyle, Nur dostlarıma da selâm. Üstadın büyük ve iyi fotoğrafını gönder.

Yaşasın İslâm kardeşliği ve Türk-Pakistan dostluğu.

Ev adresim:  Elbâki Hüve‘l-Bâki [“O”, Allah]

Room No. 8 Pakistanlı Nur Şakirdi [talebe, öğrenci]

Üniversity Hostel Errabadlı

Mission Rd.  M. Sabir İhsanoğlu

Karachi 30.3.1957

ba

896

 M. Sabir İhsanoğlu’nun, Türkiye’de İslamî inkişaf [açığa çıkma] münasebetiylememnuniyetini izhar [açığa çıkarma, gösterme] eden bir mektubu

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ 1* اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ * 2

Aziz, sıddık, muhterem kardeşlerimiz,

Dört adet mühim mektubunuzu, fotoğrafları ve Hazret-i Üstadın Sözler adlı eserini aldım. O kadar memnun oldum ki, beyan edemem. Mektubunuzda okudum ki, Türkiye’de Risale-i Nur ve İslâmiyet inkişaf [açığa çıkma] ediyormuş; buna çok memnun oldum. Maalesef, eski hükûmet Üstada karşı muarız [itiraz eden, karşı gelen] idi ve ona çok zulümler etti. Lâkin hakiki Müslüman olan bu Menderes, İslâmiyeti baskıdan kurtardı. Var olsun. İnşaallah Türkiye, yakında eski yüksek makamını alacaktır. Üstad ve Risale-i Nur’u neşredenler gibi mühim din adamları Türkiye’de vardır; hükûmetiniz niçin bunları İslâmî toplantıya göndermiyor? Salâhiyetli [yetki] adamlar Türkiye’de çoktur. Kanaatim şudur ki, Üstad gibi âlim dünyada yoktur. Memleketimizden, Hazret-i Üstad gibi bir âlim çıkmadı. Maalesef ki, Kızıl Rusya ve kâfir Çin’den çok âlimler geliyorlar ve konferanslar vererek, gençleri yavaş yavaş fikren zehirlemektedirler. Eğer Türk milleti büyük Türk âlimleri gönderirse, Pakistan’da ve bütün İslâm dünyasında büyük tesirleri olacaktır.

Biz Pakistanlılar, Türkiye’yi İslâm dünyasının lideri olarak görmekteyiz.

Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz, ittihad-ı İslâm mümkün değildir. Size, Üstada dair makalelerimi gönderdim. Üstada dair makalemi ve “Şarkî Türkistan’da Çin Emperyalizmi” adlı makalemi neşrettim.

Pakistan’da ne Türkçe okulu, ne kütüphanesi, [kitaplar] ne çalışkan adamları ve sefaretinizde [sefirlik, elçilik] de Urduca bilen adam yoktur. Onlar Pakistan’ın gençleriyle temasta değildirler; Urduca neşriyatları da yoktur. Eğer bazıları onları davet etseler, iştirak etmiyorlar. Pres Ateşeliğinizde dine dair malûmat ve kitap da yoktur.

Geçen günlerde, Lâhor’da bir İslâmî müzakere oldu. Türkiye’den meşhur zatlar gelmedi. Ankara Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Dr. Rehber (Pakistanlıdır) İslâmiyetin aleyhinde konuştu. Bütün İslâmî dünya onu lânetlediler…

897

Lâkin avam [halk] gazetelerde okuyup onu Türk bildiler ve çok hayret ettiler. Bu adam, dini ve Türkleri tahkir [aşağılama] etti. Sebilürreşad’a yazıyorum.

Hazret-i Üstadın müstakil [bağımsız] adresi nedir? Hazret-i Üstada bir adet Kur’ân-ı Kerîm ve onun hakkında makaleler neşrolunan mecmuaları takdim etmek istiyorum. Hakkınızda çok makaleler yazdım. Onları toplayıp kitap şeklinde basacağım.

Her zaman Pakistan’ın mühim zatları Hazret-i Üstada ve sıhhatine dair malûmat sormaktadırlar. Bizler, buradaki Nur talebeleriyle, Hazret-i Üstadı buraya davet ederiz.

 Elbâki Hüve‘l-Bâki [“O”, Allah]

Kardeşiniz

 M. Sabir İhsanoğlu

ba

 Pakistan’ın en büyük mecmuası “Students’ Voice”da İslâm Kongresi Reisi “Zafer Afaq Ansar”ın “İslâmın Büyük Rönesansı” adlı makalesinde Risale-i Nur’un muhterem ve muazzez [aziz, değerli] müellifinden [telif eden, kitap yazan] şöyle bahsediyor:

Bu hareketlerin asıl merkezini, Said Nursî’nin fazla miktarda talebesi bulunan üniversite ve kültür yerleri teşkil eder. Bu talebeler, Risale-i Nur talebeleri adını alır. “Bu gençler: Biz Kur’ân’ı kendimize düstur [kâide, kural] seçtik. Bizim gayemiz, zevki Allah’ın yolunda aramak ve İslâmiyeti bütün dünyaya yaymaktır.

Siyonizm, komünizm, Allahsızlık gibi İslâmiyete zıt olan cereyanlara karşı mücadele etmektir.

İslâmiyeti, bütün Türk gençliğinin tam mânâsıyla benimsemesine çalışmaktır.

Türkiye’yi, her türlü tehlikeye karşı müdafaa etmektir.

Irkî ve kavmî ayrılıkları bertaraf ederek, İslâm birliğini meydana getirmektir.”

Hazret-i Üstad Nursî tarafından yazılan ve 130 kitap ve risaleden ibaret olan Risale-i Nur Külliyatı bu talebeler tarafından yayılmaktadır.

ba

898

 Pakistan basınında Risale-i Nur ve Üstad Said Nursî Hazretleri hakkındaki neşriyattan örnekler

31 Ocak 1958 tarihli Students’ Voice (Talebelerin Sesi) Gazetesi, Pakistan İslâm Talebe Cemiyeti tarafından 15 günde bir çıkarılan ve talebeleri istikbalin büyüklerini yüksek İslâmî esaslara göre hazırlamayı gaye edinmiş bir talebe cemiyetinin neşir organıdır. Bu gazetenin “Türk Gençliği Uyanıyor” başlıklı makalesinden:

Bütün İslâm memleketlerinde ittihad-ı İslâm için çalışan İslâmî teşkilâtlar tâdât [sayma] edilip, Türkiye’de de Nur talebeleri bu meyanda zikrediliyor ve en sonra ittihad-ı İslâm için çalışan ve Pakistan’ın en iyi dostları olan Nur talebelerini tanıdık; Nur talebelerinin üstadı seksen beş yaşında büyük bir âlim olan Üstad Said Nursî’dir. Hakikat-i İslâmiye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] için yaptığı mücadele, kendi ana vatanında—yani Türkiye’de—otuz sene işkenceli bir hayat ve sık sık hapiste yatmasına sebep oldu ve 1952’de serbest bırakıldı. Fakat bu ihtiyarın bakışları hâlâ ateşlidir. Otuz yıllık hapis ve işkenceler onu mağlûp edemedi. Bu mücadelesiyle, birbirine çok sıkı bağlı olan Nur talebeleri kitlesini meydana getirdi. Üstad Said Nursî, Risale-i Nur eserleri vasıtasıyla Türk gençliğini İslâm ideolojisinin en büyük düşmanları olan siyonist ve komünistlerin hilekâr tuzaklarına düşmekten kurtarmıştır. Türkiye Başvekili [Başbakan] Adnan Menderes Risale-i Nur Külliyatının neşrine müsaade ettiği zaman, Türkiye’nin Pakistan Elçisi sayın Selahaddin Rıfat Erbil vasıtası ile bu büyük adama takdir ve tebriklerimizi bildirmiştik ve bu vesileyle, Üstad Said Nursî ve Nur talebelerini de selâmlamıştık ve bu mektubumuz Türkiye’de binlerle basılarak dağıtılmıştı. Bizim programımız Türkçeye çevrildi. Biz de, birkaç önemli Risaleleri, Urducaya çevirdik.

Pakistan İslâmî Talebe Cemiyetinin onuncu yıldönümünde, Türkiye’deki İslâmî hareketi göstermek için, Türklerin, İslâm edebiyatı sergisi de vardı. Bu sergide İlâhiyat Fakültesi, Diyanet İşleri Yayınları, bazı Türkçeye çevrilmiş İslâmî eserler ve on beş adet Risale-i Nur Külliyatından eserler vardı. Nur talebelerinin faaliyeti bu sergide harita ve fotoğraflarla ve grafikle izah edildi.

ba

899

30 Nisan 1958 tarihli Students’ Voice gazetesi “İslâm Dünyasındaki Müsbet [isbat edilmiş, sabit] Uyanıklık” başlıklı makaleden.

Her İslâm memleketinde, İslâmiyetin hâkimiyeti için yapılan övülmeye lâyık şerefli mücadeleler anlatılıyor ve Türkiye’de yapılan mücadelelerin neticesi olarak hükûmet, din hürriyetini sıkan bağları gevşetmiştir. Mehmed Akif materyalist milliyetçiliği takbih [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] eden ve halk arasında taze bir heyecan verecek olan Safahat [zevk, keyif] isimli eseri yazdı.

Hazret-i Said Nursî yılmadan, hakikat-i İslâmiye [İslâm hakikatleri, gerçekleri] için mücadele etmektedir. Kendisi, Türkiye’de en büyük cinayet telâkki [anlama, kabul etme] edilen Atatürk aleyhtarı olmakla ittiham [suçlama] ve aleyhinde neşriyat yapılmışsa da, bu zulümler, halkı onun etrafında toplamıştır. 130 parça eserin sahibi olan Üstad hapiste iken verilmiş olan zehirlerin tesiriyle ihtiyarlığını geçirmekte olup, bu hal—seksen yaşını geçtiği halde—hakikat-i İslâmiye ve İslâmların saadeti için mücadelesine mani olamamıştır.

ba

900

Pakistan’da, Arapça ve Urduca Olarak Muhtelif Gazete ve Mecmualarda 
İntişar Eden Risale-i Nur’dan İktisat Risalesinin Essıddık 
Mecmuasındaki Arapça Tercümesi

Pakistan’da, Arapça ve Urduca Olarak Muhtelif Gazete ve Mecmualarda 
İntişar Eden Risale-i Nur’dan Hutuvat-ı [balık] Sitte Risalesinin Essıddık 
Mecmuasındaki Arapça Tercümesi

901

 Medine-i Münevvere’de bulunan ve Nur’un hakikatini tam anlayan ve İslâmiyete hizmet eden bir zâtın mektubudur.

Gönüller fâtihi, pek muhterem ve mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] Üstadımız Hazretleri,

Mübarek ellerinizden öper, bütün aziz ve sadakatli talebelerinizle beraber sıhhat ve selâmette daim olmanızı bârigâh-ı Kibriyâdan niyaz eylerim.

Müslümanlar için en büyük bir bayram diye ancak vasıflandırılabilen beraatiniz, bütün Nurcuları şâd ve handan eylediği gibi, bendenizi de dünyalar kadar memnun ve mesrur [mutlu] eylemiştir. Nasıl memnun etmesin ki, sizin eserlerinizle birlikte beraatiniz demek, ruhun maddiyata, nurun zulmete, imânın küfre, [inançsızlık, inkâr] hakkın bâtıla, tevhidin şirke ve irfanın [bilgi, anlayış] cehle galip gelmesi demektir.

Yıllardan beri önüne sıradağlar gibi engeller, korkunç uçurumlar gibi mâniler konulan “Nur çağlayanı”, en sonunda mu’cizevî bir şekilde bütün sedleri yıkmış, mânileri aşmış, nur ile bütün zulmetleri târümar [dağınık, perişan] eylemiştir.

“Mu’cizevî harikalarla doğan İlâhî [Allah tarafından olan] tecellîlerin vasfında kalemler kırılır, fikirler gürülder, ilhamlar [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] yanar, kül olur” derlerdi. Hakikaten bendeniz, şimdi bu müstesna zaferin karşısında aynı aczi bütün varlığımla hissediyorum. Zira tefekkür ve ilhamıma [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] nihayetsiz bir ufuk açılıyor. Cihan, muhteşem bir “Nur mâbedini” [ibadet edilen yer] andırıyor. Civarımdaki herşey, her yer derin vecd [coşku] ve istiğraklarla [Allah aşkıyla kendinden geçme] gaşyolmuş bir halde… Her zerrede, وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 1 sırr-ı Sübhânîsi tecelli ediyor…

Binaenaleyh bilmiyorum, bu mes’ut hadiseyi şanlı bir zafer, şahane bir fetih, İlâhî [Allah tarafından olan] bir kurtuluş, cihanşümul [dünya çapında, evrensel] bir bayram diye mi vasıflandırayım? Zira kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak]

902

dâvânın kazanmış olduğu bu İlâhî [Allah tarafından olan] zafer, bütün İslâm ve insanlık dünyasındaki mücahitlerin azimlerine kuvvet, ruhlarına can, imânlarına hız ve heyecan vermiştir.

Evet, azim ve imanları, aşk ve emelleri henüz kemale ermemiş olan birçok Müslümanlar, maalesef acıklı bir yeis [ümitsizlik] içinde idiler. Böyle bir zaferin tahakkukunu, [gerçekleşme] hayal ve muhal [bâtıl, boş söz] görüyorlardı. Fakat bütün feyiz ve nurunu insanlığı tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] için İlâhî [Allah tarafından olan] bir güneş halinde Arş-ı Âzamın [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] pürnur ufuklarından inen Kur’ân-ı Kerîmden alan Nur neşriyatı, durgun gölleri andıran gönülleri deryalar gibi coşturmuş, kasvet ve hicran yıllarının ümit ve emellere vurduğu müthiş zincirleri kırmıştır. O nur kaynağından fışkıran o serapa feyiz ve hikmetler saçan eserler, hislerin, fikirlerin ve bilhassa alevler içinde yanan ruh ve vicdanların ezelî ve ebedî ihtiyaçlarına cevap verdiği gibi, onları dalga dalga boğucu karanlıklar muhitinden, ter temiz ve pırıl pırıl nur ufuklarına çıkarmıştır.

Yıllarca devam eden uzun bir sükût, derin bir gaflet ve boğucu bir zulmetten sonra İlâhî [Allah tarafından olan] bir güneş halinde parlayan bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] zafer, nur için yol aramakta olan perişan beşeriyetin yakın bir gelecekte uyanacağını müjdelemektedir. Çünkü, din ihtiyacı sırf Müslümanların değil, bil’umum [genel olarak] insanların ezelî ve ebedî ihtiyacıdır.

Bugün bedbaht insanlık, din nimetinden mahrum olmanın sürekli hicran ve felâketlerini bağrı yanarak çekmektedir. Bu acıklı buhranın korkunç neticesidir ki, çeyrek asır zarfında iki büyük harbe girmiş ve üçüncüsünün de kapısını çalmak çılgınlığını göstermektedir.

Artık bütün insanları kardeş yaparak yemyeşil cennetlerin nurlu ufuklarından esen refah ve saadet, huzur ve âsâyiş rüzgârıyla dalgalanan âlem-şümûl bir bayrak altında toplayacak olan yegâne kuvvet, İslâmdır. Zira beşeriyetin bugünkü hali, tıpkı İslâmdan evvelki insan cemiyetlerinin acıklı halidir. Bunun için insanlığı o günkü ebedî felâketten kurtaran İslâm, bugün de kurtarabilir…

Evet, milyonların, milyarların kalbinde asırlardan beri kanamakta olan o derin yarayı saracak yegâne müşfik el, İslâmdır. Her ne kadar ufuklarda zaman zaman bazı uydurma ışıklar görülüyorsa da, müstakbel, [gelecek] bütün nur ve feyzini güneşlerden değil, bizzat Rabbü’l-Âlemînden [âlemlerin Rabbi olan Allah] alan ezelî ve ebedî yıldızındır. O yıldız,

903

dünyalar durdukça duracak ve onu söndürmek isteyenleri yerden yere vuracaktır.

Cihan-kıymet Üstadım,

Malûm-u fâzılâneleridir ki, son günlerde mukaddes dâvâya hizmet eden bazı tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] hareketleri doğmuş, fakat maalesef hiçbirisi Risale-i Nur Külliyatının gördüğü mühim işi görememiş ve ihraz [kazanma, elde etme] ettiği İlâhî [Allah tarafından olan] zaferi kazanamamıştır. Zira bu yol, peygamberlerin, velilerin, âriflerin, salihlerin ve bilhassa cânını cânana seve seve fedâ eden ve sayısı milyonlara sığmayan kahraman şehitlerin mukaddes yoludur. Artık bu çetin yolda yürümek isteyenler, her an karşılarına dikilecek olan müthiş mâniaları daima göz önünde tutmaları lâzımdır. Evet, bu yolda yürüyecek olanların, sizdeki sarsılmak bilmeyen imanla, yüksek ve İlâhî [Allah tarafından olan] irfanla [bilgi, anlayış] ve bilhassa harikulâde ihlâs ve feragatle mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olmaları gerektir. Çünkü, bu mühim vâdide Nur dâvâsının takip ettiği tebliğ, tenvir [aydınlatma] ve irşad [doğru yol gösterme] usulü bambaşka hususiyetler taşımaktadır. Artık insanın his ve fikrine, ruh ve vicdanına bambaşka ufuklar açacak olan bu derin bahsi, dua buyurun da, müstakil [bağımsız] ve mufassal [ayrıntılı] bir eserde aziz ve gönüldaşlarımıza arz etmek şerefine nâil olayım. Çünkü, bu nurlu bahis o kadar derin ve o derece mühimdir ki, böyle birkaç sahifelik mektup ve makalelerle asla ifade edilemez.

İman ve Kur’ân nuru ile ter temiz gönlünü fethettiğiniz gençlik, İlâhî [Allah tarafından olan] zaferinizin en parlak delilini teşkil eden en mühim varlık ve en kıymetli cevherdir. “Nurdan Sesler”in hemen her mısraında, asîl ve şuurlu ruhuna hitap ettiğim tertemiz gençlik, işte bu hak ve hakikatın bağrı yanık âşığı olan gençliktir.

Nurlu dâvânın kazanmış olduğu bu son zaferin verdiği bütün vecdle [coşku] dolu bir ilhamla [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] yazdığım şu manzumeyi1 [düzenli] takdim ediyorum. Kabulünü rica [ümit] ve istirham eylerim.

Tekrar tekrar ellerinizden öper, kıymetli dualarınızı beklerim, pek muhterem Üstadım Hazretleri.

Mânevi evlâtlarınızdan

 Ali Ulvi

ba

904

Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberi’nin İstanbul Mahkemesinde beraati münasebetiyle Bağdat’tan gelen tebrik telgrafı

Sebilürreşad mecmuasına,

 İstanbul

Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin beraat kararı, bizleri sonsuz bir sevinç içerisinde bıraktı. Bu sevincimize vesile olan bu âdil hükme istinaden, Türk Mahkemesine ve fahrî [gurur, övünme] avukatlarına teşekkürlerimizi, Üstad ve kardeşlerimize tebriklerimizi mecmuanız vasıtasıya bildiririz.

 Irak

Emced Zuhavi

ba

Pakistan’daki Nur talebelerinin Üstad Said Nursî’den istedikleri mesaj münasebetiyle, Irak’taki bir Nur talebesinin gönderdiğimektup

Bundan birkaç gün evvel, Pakistan’da talebeler konferansı vardı. Hazret-i Üstaddan bir mesaj istemişlerdi ve bunun tarihî bir tesiri olacaktı. Haber aldık ki, Salih, Nur talebeleri namına bir mesaj göndermiş. Sizlere de yazmışlar ki, acele Hazret-i Üstada bildirirsiniz. Konferansta, Hazret-i Üstad ve Nurlar çok methedilmiş. Komünistler tarafından itirazlar yapılmış. Fakat reis hepsini reddetmiş. Hazret-i Üstadın fotoğrafları teşhir edilmiş. Yakında Nur ve Nura ait uzun ve resimli bir yazı ile bir mecmua çıkaracaklarmış. Sonsuz selâm ve dualar.

 Ahmed Ramazan

ba

905

[Bağdat’ta çıkan “Ed-Difa gazetesi”nin muharririİsâ [yazar, gazete yazarı] Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi.]

Bağdat’ta çıkan Arabî Ed-Difa gazetesi Risale-i Nur talebelerinden bahisle diyor ki:

Türkiye’deki Nur talebelerinin İhvan-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arapta İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi müstakil [bağımsız] cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevap veriyorum ki:

Nur talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn Cemiyetinin gerçi maksatları, hakaik-i Kur’âniye [Kur’ân’ın gerçekleri] ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur talebelerinin beş altı cihetle [ön, arka, sağ, sol, üst, alt yönleri] farkları var:

Birinci fark: Nur talebeleri siyasetle iştigal [meşgul olma, uğraşma] etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar, tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini [kutsal, kusursuz ve yüce] göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcut değil.

İhvan-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde [tarafında] iştigal [meşgul olma, uğraşma] ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.

İkinci fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtima [bir araya gelme, toplanma] etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket bir dershane hükmünde, Risale-i Nur kitapları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah [kopyasını çıkarma] ederler. Muhtaçlara mukabelesiz1 [karşılama; karşılık verme] veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket bir medrese hükmünde oluyor.

İhvan-ı Müslimîn ise, umumî merkezlerinde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cemiyetin  

906

şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zatlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.

Hem umumî merkezlerinde çıkan ceride [gazete] ve mecellelerin fiyatını verip, alıp, onlardan ders alıyorlar.

Üçüncü fark: Nur talebeleri, aynen, âli [yüce] bir medresenin ve bir üniversite darülfünununun [üniversite] talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirlerini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla [bir şeyin gereği] mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme [âlemin dört bir tarafı] neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar [açığa çıkma, yayılma] etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında [açığa çıkma, yayılma] ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu[bir araya gelip toplanma] edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, [öz, iç] Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib‘de [akşam] ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.

Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek, hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden [asker] büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye [iman hakikatleri] ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ve hakaik-i imaniyeyi [iman hakikatleri] neşretmektir. Bundan başka birşeyle iştigal [meşgul olma, uğraşma] ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler dessas [hilebaz, aldatıcı] ve kıskanç muarızlar, [itiraz eden, karşı gelen] bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetten

907

başka onlarda bir maksat bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye [İslâm ilimleri] ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları] temessük [sarılma] etmek için insanları teşvik ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, [bir şeyin gereği] ziyadeleşmeye ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye [maddi fayda, çıkar] ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna [ihtiyaç duymama] ile ve hizmet-i Kur’âniyede [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] hakikî bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli [çokluk] ve şiddetli ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] karşı mağlûp olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak için ve rızâ-yı İlâhîden [Allah’ın rızası] başka o hizmet-i kudsiyeyi [kutsal hizmet] hiçbirşeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] fâidelerinden çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap [sebepler] sebebiyle, Nur talebeleri gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

İsâ Abdülkadir

ba

 Bağdat’ta çıkan, ehemmiyetli, siyasî bir ceride [gazete] olan Ed-Difa gazetesinin muharriri [yazar, gazete yazarı] İsâ Abdülkadir diyor ki:

Nur talebelerinin mürşidi olan Bediüzzaman Said Nursî hakkında Ed-Difa gazetesini okuyanlar benden soruyorlar. “Türkiye’deki Nur talebelerinden ve Üstadları olan Said Nursî’den bize malûmat ver” diyorlar. Ben de bunlar hakkında kısa bir cevap vereceğim. Çünkü, Üstadın, Nurun ve Nur talebelerinin Araplarda hakkı olduğu için, Araplar onlardan ciddî bahsetsinler. Zira, İslâmiyetin

908

madde-i esasiyesi [temel madde] olan Araplar Risale-i Nur’dan ziyadesiyle fâide görmeye başlamışlar.

Bu Nur talebeleri, Risale-i Nur’la hem Türkiye’de, hem bilâd-ı Arabda komünistliğe karşı muhkem [değiştirilemez] bir sed te’sis ediyorlar.

….

Bu yazı Demokratlar çıkmadan evvelki zamana bakar; onun için, Nur Talebelerinin adedi hakkında müddeiumuminin [savcı] dediği gibi, yalnız beş yüz bin değil, belki şimdi Türkiye’de milyonları aşmış bulunuyor ve her gün de ziyadeleşiyor…

Risale-i Nur ise, öyle geniş bir mikyasla [ölçü] intişar [açığa çıkma, yayılma] ediyor ki, değil yalnız Türkiye’de ve bilâd-ı İslâmiyede, hattâ ecnebîlerde de iştiyakla [arzu, istek] istenilir oluyor. Ve Nurun talebelerinin şevklerini hiçbir şey kıramıyor.

İşte, Nur talebeleriyle Nur risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve onların bu büyük hizmet-i Kur’âniyeleri [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâmdaki [İslâm âlemi] hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyeyi takdir ve tahsinle [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] karşılıyor. Bütün Irak ahali-i Müslimesi ki, Arap, Türk, Kürt, İran, bu İslâmî hizmeti ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] mücahedeyi [Allah yolunda cihad etme] kemâl-i ferahla [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] karşılıyorlar. Ve Türkiye’deki Türk kardeşlerimiz, Garbın [batı] yanlış tesiratlarına karşı bunlarla mukavemet gösteriyorlar kanaatindedirler.

İsâ Abdülkadir

ba

909

 Gençlik Rehberi’nin beraati münasebetiyle Câmiü’l-Ezher [Mısır’da yer alan Ezher Üniversitesi] Üniversitesi Türk talebelerinin tebrik mektubu

Mektup: Kahire’den [üstün] 13.4.1952

Muhterem Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine,

Kalblerdeki imanı nurlandıran ve umumî nizamın direği, âhiret yolunun hakiki pusulası olan ve ilhamını [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] Kur’ân-ı Kerîmden alan eserlerinizden Gençlik Rehberi adlı risaleniz suç teşkil ettiği iddiasıyla devam eden mahkemenizin beraat kararını ölçülmez sevinçlerimizle öğrendik. Siz mübarek Üstadımızı ve Demokrat Türk adliyesinin âdil hâkimlerini candan tebrik ediyoruz.

Hayatını İslâmiyetin sıhhati için vakfeden, Türk milletine hizmet etmeyi şeref addeden, asrımızda eşine tesadüf edilmeyen bir din mücahidi bulunan Üstadımız! Size, âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve insaniyet müteşekkirdir. [şükreden] Bizler, ufak bir zerresini ifade için, hürmetlerimizi, teşekkürlerimizi bildiriyor, mübarek dualarınızı talep ediyoruz. Allah sizden ve sizi sevenlerden razı olsun.

 Câmiü’l-Ezher (Üniversitesi) Türk talebeleri namına

 Hacı Ali Kılıncalp

ba

910

 İran’lı bir Nur talebesinin Üstad Bediüzzaman Hazretlerine bir mektubu

“Türkiye Cumhuriyetine tâbi Isparta’nın Barla nahiyesinde mukim [ikamet eden, oturan] pek muhterem, faziletmeab [çok faziletli] Bediüzzaman Hazretlerine takdim olunur.”

Pek muhterem, faziletmeap, Üstad-ı muhterem [Muhterem, Saygıdeğer Üstad] Bediüzzaman Hazretlerine,

Herşeyden evvel selâm ve hürmet-i mahsusumu takdim, sıhhat ve afiyette devamınızı Cenab-ı Kadîr-i Mutlak Hazretlerinden temenni ve niyaz eylerim. Lütfen ahvâl-i âcizânem istifsar buyurulursa, lehülhamd velminne, vücud-u fânim, [geçici, ölümlü varlık] baki İran’da, Rizaiye vilâyetine tâbi Mergivar mahallinde Dize karyesinde [köy] imrar-ı hayat etmekte olduğumu arz eylerim.

Bu geçen kırk yıl zarfındaki inkılâb-ı zaman dolayısıyla müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] olarak uzaklara düşmüş bulunmaklığım hasebiyle, sıhhat ve afiyetinizden bîhaber kalmış, daima vücud-u muhtereminizi soruşturmak, birinci emel ve arzularımdan idi. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] Hazretlerine çok şükür, bugünlerde muhterem kardeşimiz Subay Tayyip İranlı vasıtasıyla sıhhat haberlerinizi aldığımdan son derece memnun ve mütehassis oldum. Kadîr-i Zülcelâl [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] din-i Mübin-i İslâmın [hakikatleri açıkça ortaya koyan İslâm dini] hizmet ve saadeti için sizi pek çok zaman lütuf ve himayesinde masun ve mahfuz [korunmuş] buyursun. Âmin.

Kıymettar telifatınızdan [kaleme alma] Nur’un İlk Kapısı, Asâ-yı Mûsâ, [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] Rehberü’ş-Şebab ve diğer kitaplarınızın birçoğu, muhterem kardeşimiz vasıtasıyla elime geçti ve son derece memnun oldum. İnşaallah, bunlardan behreyab oluruz. Bu ilk mektubum

911

olmak dolayısıyla fazla tasdî‘den [rahatsız etme, baş ağrıtma] içtinapla [çekinme, kaçınma] hatime verir, sıhhat ve afiyetinize mübeşşer, sıhhat ve vücud-u muhtereminizin devamını Hâlık-ı Mutlaktan niyaz eylerim.

Lütufnamenizi alacağıma ümitvar, hazretlerinden temenni ve niyaz eylerim efendim.

Merhum Seyyid Abdülkadirzâde, muhibbiniz [Allah’ı seven]

Seyyid Abdullah

ba

 Suriyeli küçük bir Nur talebesinin Üstad Bediüzzaman Hazretlerine gönderdiği mektup

22 Şevval 1373

Fahrü’l-İslâm [gurur, övünme] Üstad-ı Âzam Bediüzzaman Hazretlerine,

Kemal-i ihtiramla hâk-i pâ-yi zât-ı âlilerinize yüzümü ve gözümü sürerek öperim. Altı yaşındayım, Ramazan-ı Şerifin yirmi altıncı gününde Kur’ân-ı Kerîmi hatmettim. Suriye’de en küçük bir Nur talebesiyim. Arkadaşlarımdan on bir talebe daha Kur’ân-ı Kerîmi hatmettiler. Hepimiz namaz kılıyoruz. Bu mektupla fotoğrafımı Urfa Nur talebeleri vasıtasıyla zât-ı maâl-i sıfat-ı âlilerinize gönderiyorum. Çok rica [ümit] ederim, mübarek hatt-ı şerîfinizle fotoğrafın arka tarafına bana bir-iki cümle dua yazınız, tekrar fotoğrafımı iade buyurmanızı rica [ümit] ederim. Pederim Abdülhâdi, hak-i pâ-yi âlilerinizden öper, dualarınızı talep eder.

 Suriye Derbasiye nahiyesine tâbi
Âliye köyünde Nur talebelerinden

Hüseyin Abdülhadi

ba

912

Risale-i Nur âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] olduğu gibi, Avrupa’da da hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhar [erişme, nail olma] olmuştur. Risale-i Nur’un hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhariyetine nümune olarak Finlandiya’daki “Tampereen İslâmilaisen Sevrakume [Allah’ın yeryüzünü taşıyıcı olarak belirlediği meleklerden birinin ismi, öküz] İmamı Habiburrahman [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Şakir”in iki mektubunu derc [yerleştirme] ediyoruz.

İmam Habibur [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Rahman Shakir

(Tampereen İslamilaisen seurakunnan imaami)

Adres: Tampere – Finland

Vellamonkatu 21

الامام حبيب الرحمن شاكر،

امام المحلة الاسلامية في تامبري،

القائم بتبليغ الدعوة الاسلامية بفيلانده.

Pek muhterem kardeşim,

وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحَمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتَهُ

Hediye olarak gönderdiğiniz pek kıymetli eser, yani el-Mesneviyyü’l-Arabî min Risaleti’n-Nur [elçilik, peygamberlik] isimli kitabı aldım. Bu münasebetle, cenabınıza teşekkürlerimi bildiriyorum. Allah-ı Kerîm, her dileğinizi atâ eylesin diye dua ediyorum.

Benim için bu kıymetli hediyeniz çok müfid olacak ve benim tebliğ işlerimde daha yardım edecektir, inşaallah. [Allah dilerse] Size de daima ecir ve sevabı erişip duracağında, sadaka-i câriye kabilinden [gibisinden, türünden] olacağında elbette şüphe yoktur.

Kitabın müellifi Said Nursî Hazretlerini de bize tanıtmanızı rica [ümit] ederim. Hürmet ve selâmlarımla.

Habiburrahman [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Şakir

ba

913

Risale-i Nur’un Avrupa’daki intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve hüsn-ü kabule [güzel kabul görmek] mazhariyetine nümune olarak Finlandiya’daki Nur talebesi Habiburrahman [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Şakir’den gelen diğer bir mektup.

Vellamonkatu 21 12/2/1958

Çok muhterem kardeşlerim,

وَعَلَيْكُمُ السَّلاَمُ وَرَحَمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتَهُ

Göndermiş olduğunuz inayetnamenizi [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve dört tane risale İhlâs, Zeylü’l-Hubab, [ek] “Risale-i Nur hakkında Müellifine [telif eden, kitap yazan] gönderilen bir mektup”, “Risale-i Nur Hakkında Verilen Konferans”ları aldım. Teşekkürlerimi takdim ederim efendim.

Evet, büyük Üstad Said Nursî Hazretleri, zamanımızın büyük dâhilerinden ve Allah’ın en büyük sevgili bendelerinden olduğunda asla şüphemiz yoktur. Belki, bu zata 14. asrın müceddidlerinden [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] deyip itikad [inanç] etsek bile mübalâğa etmiş olmayacağız. Hamdler olsun Allah Hazretlerine ki, Türk Milleti hazinelerinden zuhur etmiş bu cevheri, inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] dolaganlarında gark [boğma] olup zayi olmasından zamanımıza kadar sakladı; asrımızı, bu zatın vücudu ile ziynetledi. Mûsâ Peygamberi Firavunun eteğinde beslediği gibi, bu zat-ı mübareki de dinsiz zalimler meyanında [bir şeyle bağlantılı olarak, arasında] cefalar içinde besledi. Geleceklerde de selâmetlikle uzun seneler yaşamasını bir Allah’tan temenni ederiz. Üstad Bediüzzaman hakkında bizim akidemiz [inanç] budur.

Mümkün olursa, bizim tarafımızdan huzurlarına arz-ı ihlâsımızı, gaibane muhabbetimizi bildirseniz ve özünden bizim için hayır dualarını vekâleten rica [ümit] etseniz diye ricada [ümit] kalıyoruz. Hürmet ve selâmlarla.

 Muhlis dinî, millî kardeşiniz

Habiburrahman [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] Şakir

ba

914

Sorbon Üniversitesi İslâm ve Roma Mukayeseli Hukuk Kürsüsü Profesörü ve Paris İslâm Kültür Merkezi Fahrî [gurur, övünme] Başkanının Üstad Bediüzzaman Hazretlerine Yazdığı Mektup

21 Cemaziyelahir 1377

 İslâmbol

Allah Yolunda Mücahid Muhterem Hazret-i Üstad,

Allah size uzun ömür ihsan [bağış] eylesin. Göndermiş olduğunuz kıymetli hediyeniz olan kitabınızı ve selâmınızı alarak teşekkür ettim. Allah size selâmet [huzur] versin. Kıymetli yüksek eserlerinizden istifadeye muvaffak kılsın.

Eskiden beri sizin yüksek vasıflarınızı ve büyük mücahedenizi [Allah yolunda cihad etme] işitirdim ve daima da işitmekteyim. Allah, birbirinden uzak olanları kavuşturucudur. Bizleri, sevgi ve rızasını kazanmakta muvaffak kılsın. Bu fakir ve zelil [aşağılanan] kul, yüksek ve aziz olan siz Kur’ân hâdimine teşekkürlerini arz eder.

Dr. Muhammed Hamidullah

ba

 Washington’daki İslâm Cemiyetinin ve İslâm Kültür Merkezinin Genel Sekreteri Dr. Muhammed Habilullah’tan, Irak’taki Nur talebesi Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ramazan’a gelen mektup.

Washington İslâm Kültür Merkezine hediye etmek lûtfunda bulunduğunuz Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbetü’ş-Şamiye [balık] ve Risale-i Nur Mizanları [ölçü] adlı kitaplara mukabil halis teşekkürlerimin kabulünü rica [ümit] ederim.

Tekrar tekrar teşekkürlerimi arz eder, iyi ve saadetli günler dilerim.

İslâm Kültür Merkezi Genel Sekreteri el-Muhlis

Dr. Muhammed Habilullah

ba

915

 Yunanistan’da Risale-i Nur’un neşriyatını yapan ve yüzlerce Nur talebesi yetiştiren bir zatın Türkiye’deki Nurcu kardeşlerine yazdığı mektup.

Din ve imana hâdim [hizmetçi] (hizmet edici), şirk ve küfrü [inançsızlık, inkâr] hâdim [hizmetçi] (yıkıcı) pek aziz kardeşlerim Abdullah, Hüsnü, [güzellik] Abdülkadir, Mehmed ve Süleyman Nurdaşlarım,

Evvelâ: Pek samimî ve hâlisane yazılan mektubunuzu alarak derecesiz memnun oldum. Muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] beyanlarınız ve derunî [içyüz] tebrikleriniz, hep coşkun dinî aşkınızdan ve has nura müstağrak [dalmış, kendinden geçmiş] ruhunuzdan doğma olduğundan, o Nurun elektrizasyonuyla münevver [aydın] kalbleri tehyic [heyecanlandırma] ve temevvüce [dalgalanma] düşürmemek mümkün değildir. Onun için, selâm ve muhabbetlerinize mukabil selâm ve meveddetlerimiz [sevgi] bîpâyan olduğu gibi, bu rabıta [bağ] ve iştiyakla [arzu, istek] da sizleri kucaklar ve İslâmî hasret ve saffetle gözlerinizden öperim.

Saniyen: [ikinci olarak] Gönderilmesine lûtfettiğiniz Hutbe-i Şamiye, Şekvâ [şikayet] ve sair mahkeme kararı ile mektuplar melfufatını alarak fevkalhad memnun oldum. Bunun cevabını vermek üzere iken, Kerkük’ten Ahmed [çokça medhedilen, övülen] Ramazan kardeşimizden gönderilen Sözler mecmuasını aldım. Onun içinde bînihaye tahassüslerle meşhun-u [dolu, doldurulmuş] mesâr oldum. Ona da şimdi sizinle beraber teşekkür babında mektup yazıyorum. Bu memnuniyet ve teşekkürlere dahi cemaatimizin bütün efradı [bireyler] iştirak ederek hepinizi selâmlar ve aziz Nurdaşlarıyla kardaşlanırlar…

Gerek ben ve gerekse bütün ihvanımız [kardeş] Üstad Hazretlerine bağlılığı şöyle telâkki [anlama, kabul etme] ediyoruz: Âfak ve enfüsten [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] müstedlel âyât-ı bînihâyeyi en iyi tefsir edecek bir insan-ı kâmile [insanın Allah’ın fiilleri, isimleri ve sıfatlarının en parlak aynası olma seviyesine ulaşması] her asır muhtaçtır. Asrımızda şark ve garpta [batı] fâzıl [faziletli, değerli] ve muktedir çok ulema yok değildir; fakat fâni menfaatlerden mütecerrid, sırf nur-u Bâkî ile

916

mütenevvir [çeşit çeşit] ve mütelezziz [lezzet alan] gavs-ı ferid makamında en ziyade bir mutemede [güvenilir] ihtiyaç vardır. Bu evsaf-ı mebhuse ile Üstad-ı Kebir muttasıf [belirgin bir özelliğe sahip] olduğundan zamanımızın kutbu mesabesindedir. [derece] Ona tebaiyet, [tabi olma, uyma] tam uyulmaya lâyık bir muktedâbihe [kendisine uyulan, imam] iktida [uyma] mânâsındadır. Zamanın müceddidi [yenileyici; hadîs-i sahih ile her yüz senede bir geleceği bildirilen, dinin hakikatlerini asrın ihtiyacına göre ders veren Peygamber vârisi [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olan âlim zât] imam-ı kübrâsı fetrete [Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasında geçen peygambersiz devir] uğradığına göre, böyle bir mürşid-i âzama merbutiyet [bağlı] vâcip derecesine varmıştır. İşte bu sâika, [insanı belli bir yöne sevk eden duyu] bizi ve onları düşünmeye bile sevk etmeden Üstad-ı Kebire raptediyor. [bağlama] Bunu yapan, onlardaki iman bağının, kedisinde mevcut bulunan nur-u aslînin, nur kaynağının merkez sıkletindeki cazibe kuvvetine incizap [bir şeyin çekiciliğine kapılma] ve incilâbıdır. Bunlar, bu eserleri şimdi mütalâa ve müzakere etmekle, tahsilleri az zamanda bazısının derhal husuliye [meydana gelme] münkalib olmaktadır. Yani, derhal Nur mevzuunu idrak kabiliyetiyle mütefeyyiz oluyorlar.

هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى 1* هٰذَا رَحْمَةٌ مِنْ رَبِّى * 2

Onun için, fazl [cömertlik, fazladan nimet verme] ve rahmetine karşı ne kadar hamd ü senâ edilse azdır…

Bu hizmette muvaffak olmak için, sizin bin bir müşkülâtla ikazkâr ve irşadkâr [irşad eden, doğru yolu gösteren] hareketleriniz gibi yıkılmaz ve sarsılmaz azim ve metanetler [gayret, kararlılık] lâzımdır. İnşaallah, her ufukta, her kuturda böyle çalışması İslâmiyetin halâs[kurtulma] umumisini mucip [gerektirici] ve müntic [netice veren, ortaya çıkaran] olacaktır.

 Hafız Ali

ba

917

Risale-i Nur Türkiye’de Olduğu Gibi Avrupa’da ve Amerika’da da Yayılmış Ve 
Birçok Okuyucu Kitlesi Bulmuştur. 
(Türkiye’de Neşrolan Risale-i Nur Külliyatından İstifade Ederek Kur’ân Nuru İle Nurlanan 
Avrupa’daki Nur Talebelerinden Hocalarıyla Birlikte Bir Grup)

918

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَا اَللهُ * يَا رَحْمٰنُ * يَا رَحِيمُ * يَا فَرْدُ * يَا حَىُّ * يَا قَيُّومُ * يَا حَكَمُ * يَا عَدْلُ * يَا قُدُّوسُ

İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] hakkına ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hürmetine ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur Talebelerini Cennetü’l-Firdevste [Firdevs Cenneti; Cennetin en yüksek derecesi] saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] mazhar [erişme, nail olma] eyle. Âmin. Ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyede daima muvaffak eyle. Âmin. Ve defter-i hasenatlarına, [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] bu mecmuanın herbir harfine mukabil, bin hasene yazdır. Âmin. Ve nurların neşrinde sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devam ve ihlâs ihsan [bağış] eyle. Âmin.

Yâ Erhamerrâhimîn! [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] Umum Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] iki cihanda mes’ut eyle. Âmin. İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmin. Ve bu âciz ve biçare Said’in kusuratını [kusurlar] affeyle. Âmin!..

 Umum Nur şakirtleri [öğrenci] namına Said Nursî