SÖZLER – Yedinci Söz (57-61)

57

Yedinci Söz

ŞU KÂİNATIN tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] açan “Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir“1 [“Allah’a ve âhiret gününe iman ettim”] ruh-u beşer [insan ruhu] için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ [açılması ve anlaşılması zor şeyleri çözüme kavuşturan sır] olduğunu; ve sabır ile Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkından [bütün canlıların rızıklarını veren Allah] sual ve dua ne kadar nâfi [faydalı] ve tiryak [derman, ilaç] gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’ân’ı dinlemek, hükmüne inkıyad [boyun eğme] etmek, namazı kılmak, kebâiri [büyük günahlar] terk etmek ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar [göz alıcı güzellik] bir bilet, bir zâd-ı âhiret, [âhiret azığı] bir nur-u kabir [kabri mânevî olarak aydınlatan ışık] olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:

Bir zaman, bir asker, meydan-ı harp [savaş meydanı] ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:

Sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı; ve arkasında cesîm [büyük] bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu hali ile beraber uzun bir yolculuğu var; nefyediliyor. [gönderilme, sürgün]

O biçare, şu dehşet içinde meyusane [ümitsiz] düşünürken, sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur, ona der:

Meyus [ümitsiz] olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etsen, o arslan, sana musahhar [boyun eğdirilmiş] bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh [ferahlama, rahatlama] için hoş bir salıncağa döner. Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etsen, o iki müteaffin [bozulmuş, kokuşmuş, çürük] yaraların, iki güzel kokulu gül-ü Muhammedî [Muhammed gülü denilen kırmızı renkli bir gül çeşidi] (a.s.m.) denilen latîf [güzel, hoş] çiçeğe inkılâb [değişim, devrim] ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi, bir senelik

58

bir yolu bir günde kesersin. İşte, eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et; ta doğru olduğunu anlayasın.”

Hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti.

Evet, ben, yani şu biçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm.

Bundan sonra birden gördü ki, sol cihetinden şeytan gibi dessas, [hilebaz, aldatıcı] ayyaş, aldatıcı bir adam, çok ziynetler, süslü suretler, fantaziyeler, [aşırı süs ve lüks] müskirler [sarhoş edici içki] beraber olduğu halde geldi, karşısında durdu. Ona dedi: “Hey, arkadaş! Gel, gel, beraber işret [içkili eğlence] edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.”

Sual: “Ha, ha, nedir ağzında gizli okuyorsun?”

Cevap: “Bir tılsım.”

“Bırak şu anlaşılmaz işi. Hazır keyfimizi bozmayalım.”

S: “Ha, şu ellerindeki nedir?”

C: “Bir ilâç.”

“At şunu. Sağlamsın. Neyin var? Alkış zamanıdır.”

S: “Ha, şu beş nişanlı kâğıt nedir?”

C: “Bir bilet. Bir tayınat [erzak, yiyecek] senedi.”

“Yırt bunları. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım?” der. Herbir desise [hile, aldatma] ile onu iknaa çalışır. Hattâ o biçare, ona biraz meyl eder.

Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa [hilebaz, aldatıcı] aldandım.

Birden, sağ cihetinden ra’d [gök gürültüsü] gibi bir ses gelir. Der: “Sakın aldanma. Ve o dessasa [hilebaz, aldatıcı] de ki: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def edip, peşimdeki yolculuğu men edecek bir çare sende varsa, bulursan, haydi yap, göster, görelim. Sonra de, ‘Gel, keyfedelim.’ Yoksa sus, hey sersem! Ta Hızır gibi bu zât-ı semâvî [gökten gelen zat] dediğini desin.”

İşte, ey gençliğinde gülmüş, şimdi güldüğüne ağlayan nefsim! Bil: O bîçâre asker ise, sensin ve insandır. Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise ölüm ve zevâl [batış, kayboluş] ve firaktır [ayrılık] ki, gece-gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur. Ve o iki yara ise, birisi müz’iç [rahatsız eden] ve hadsiz bir acz-i beşerî, [insanın acizliği] diğeri elîm, nihayetsiz

59

bir fakr-ı insanîdir. [insanın fakirliği] Ve o nefy [gönderilme, sürgün] ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] rahm-ı mâderden, [ana rahmi] sabâvetten, [çocukluk] ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] haşirden, sırattan [Cehennem üzerine kurulu olan ve Cennete gitmek için geçilmesi gereken köprü] geçer bir uzun sefer-i imtihandır. [imtihan yolculuğu] Ve o iki tılsım ise, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] iman ve âhirete imandır.

Evet, şu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tılsım ile ölüm, insan-ı mü’mini [Allah’a inanan insan] zindan-ı dünyadan [âhirete göre bir zindanı andıran dünya] bostan-ı cinâna, [Cennet bahçeleri] huzur-u Rahmân‘a [Allah’ın huzuru] götüren bir musahhar [boyun eğdirilmiş] at ve burâk suretini alır. Onun içindir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler.1 Hem zevâl [batış, kayboluş] ve firak, [ayrılık] memat [ölüm] ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, [zaman aşımı, zamanın geçmesi] o iman tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] taze taze, renk renk, çeşit çeşit mucizât-ı nakşını, [sanatla işlenmiş nakış [işleme] mucizeleri] havârık-ı kudretini, [kudret harikaları] tecelliyât-ı rahmetini [rahmet yansımaları] kemâl-i lezzetle [tam bir lezzet alarak] seyir ve temâşâya vasıta suretini alır.

Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül [başkalaşma, değişme] edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder.

Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür; Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kudretine istinad, hikmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ‘a mâlik bir Sultan-ı Cihana [dünyanın sultanı Allah] acz tezkeresiyle istinad eden bir adamın ne perva[korku] olabilir? Zira en müthiş bir musibet karşısında اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّۤا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ 3 deyip itminân-ı kalble [kalben tam kanaatle inanma] Rabb-i Rahîmine [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] itimad eder. Evet, ârif-i billâh [Allah’ı tanıyan] aczden, mehâfetullahtan [Allah’tan korkma] telezzüz [lezzet alma] eder. Evet, havfta [korku] lezzet

60

vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse, “En leziz ve en tatlı haletin [hal, durum] nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, zaafımı [zayıflık, güçsüzlük] anlayıp validemin tatlı tokatından korkarak yine validemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.” [hal, durum] Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecellî-i rahmettir.1 [Allah’ın şefkat ve merhametinin parıltısı] Onun içindir ki, kâmil insanlar, aczde ve havfullahta [korku] öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl [güç] ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî [temize çıkarmak, aklamak] edip Allah’a acz ile sığınmışlar; aczi ve havfı [korku] kendilerine şefaatçi yapmışlar.

Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîmin [herşeyin rızkını veren, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah] rahmetine itimaddır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet [nimet sofrası] eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin [çok cömert, ihsanı [bağış] ve ikramı bol olan Allah] misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha [arzu, istek] suretini alır; iştiha [arzu, istek] gibi, fakrın tezyidine [artırma, çoğaltma] çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. [gurur, övünme] Sakın yanlış anlama, Allah’a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir.

Ve o bilet, senet ise, başta namaz olarak, edâ-i ferâiz [farzları yapmak] ve terk-i kebâirdir. [büyük günahları terketmek] Öyle mi? Evet, bütün ehl-i ihtisas [sahasında uzman olan kimseler] ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin [iman hakikatleri kendilerine açılan ve bu hakikatlerin zevkine erişen kimseler] ittifakıyla, o uzun ve karanlıklı ebedü’l-âbâd [sonsuzlar sonsuzu] yolunda zad ve zahîre [azık] , [azık, yolda yenilecek ve içilecek şeyler] ışık ve burâk, ancak Kur’ân’ın evâmirini [emirler] imtisal [bağlanma, boyun eğme] ve nevâhîsinden [yasaklar] içtinab [kaçınma] ile elde edilebilir. Yoksa, fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır.2

İşte, ey tembel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebâiri [büyük günahlar] terk etmek, ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi, meyvesi, faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu, aklın varsa, bozulmamışsa anlarsın. Ve fısk [günah] ve sefahete [ahmaklık, beyinsizlik] seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp zevâli [batış, kayboluş] dünyadan

61

izale [giderme] etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus! Kâinat mescid-i kebirinde [büyük mescid] Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban [sürekli okunan zikir] edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Haktan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.

اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ اَللّٰهُمَّ اَغْنِنَا بِاْلاِفْتِقَارِ اِلَيْكَ وَلاَتَفْقُرْنَا بِاْلاِسْتِغْنَۤاءِ عَنْكَ تَبَرَّاْنَا اِلَيْكَ مِنْ حَوْلِنَا وَقُوَّتِنَا وَالْتَجَئْنَا اِلٰى حَوْلِكَ وَقُوَّتِكَ فَاجْعَلْنَا مِنَ الْمُتَوَكِّلِينَ عَلَيْكَ وَلاَ تَكِلْنَا اِلٰى اَنْفُسِنَا وَاحْفَظْنَا بِحِفْظِكَ وَارْحَمْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَنَبِيِّكَ وَصَفِيِّكَ وَخَلِيلِكَ وَجَمَالِ مُلْكِكَ وَمَلِيكِ صُنْعِكَ وَعَيْنِ عِنَايَتِكَ وَشَمْسِ هِدَايَتِكَ وَلِسَانِ حُجَّتِكَ وَمِثَالِ رَحْمَتِكَ وَنُورِ خَلْقِكَ وَشَرَفِ مَوْجُودَاتِكَ وَسِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَكَاشِفِ طِلْسِمِ كَۤائِنَاتِكَ وَدَلاَّلِ سَلْطَنَةِ رُبُوبِيَّتِكَ وَمُبَلِّغِ مَرْضِيَّاتِكَ وَمُعَرِّفِ كُنُوزِ اَسْمَۤائِكَ وَمُعَلِّمِ عِبَادِكَ وَتَرْجُمَانِ اٰيَاتِكَ وَمِرْاٰةِ جَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَمَدَارِ شُهُودِكَ وَاِشْهَادِكَ وَحَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ الَّذِۤي اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَعَلٰۤى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ وَعَلٰى مَلٰۤئِكَتِكَ الْمُقَرَّبِينَ وَعَلٰى عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ اٰمِينَ * 1