İLK DÖNEM ESERLERİ – İşârât (283-296)

283

İşârât

Bediüzzaman Said Nursî

Telif [kaleme alma] Tarihi: 1339 1

İlk Baskı: 
Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, İstanbul 
1339

284
285

 İfade

Bundan altı sene evvel, şu zelzelenin bidayetinde İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsirini yazarken, وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ 1 beyanı sadedinde, [asıl konu, esas mânâ] şu risaledeki fehmimi aynen yazmıştım. Zaman fehmimi teyid ettiğinden neşrediyorum. Zeyli [ek] perakende hakikatlerden bir âşuredir.

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ

Şu cümle-i âliyenin itnâbında bir îcâz-ı i’câzî var. Çünkü يَتَصَدَّقُونَ 2 veya يُزَكُّونَ 3 gibi kısa bir cümleye bedel bunu ihtiyar etmesinden, sadakanın şerait-i makbuliyetini fehme ihsas [hissettirme] ve nükât-ı hüsnünü ihsan [bağış] ediyor. Sadaka beş şartla tam sadaka olabilir.

Birincisi:

Sadakaya muhtaç olacak derecede tasaddukta israf etmemektir.

Şu şarta imâen, مِمَّا ‘daki min-i teb’îziyeyi menar etmiştir.

286

İkincisi:

Kendi malından vermeli; yoksa Ali’den alıp Veli’ye vermemeli. Şuna işareten, hasrı ifade eden مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ 1 ‘deki takdimi ayar etmiştir.

Üçüncüsü:

Minnet etmemektir. Buna remzen, [ince işaret] رَزَقْنَا 2 ‘deki hakiki mâlik kim olduğunu ve sadaka veren yalnız vasıta olduğunu göstermekle, şu şarta medar [kaynak, dayanak] etmiştir.

Dördüncüsü:

Tıyb-ı nefis ile, rıza-i kalb ile olmalı; havf[korku] fakr ile olmamalı. Şuna telvihan, رَزَقْنَا ‘daki nun-u azametle اَنَا الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ 3 mânâsını remzedip [ince işaret] şu şarta emâre etmiştir.

Beşincisi:

Sadakayı alan sefahatte değil, belki nafakasında ve hâcât-ı zaruriyesinde [zarurî ihtiyaçlar] sarf etmeli. Şuna telmîhan, يُنْفِقُونَ 4 ‘un maddesini alâmet etmiştir.

Altıncısı:

Şart-ı kemâldir. Mala hasredilmemeli. Zira tasadduk malda olduğu gibi, ilimde, fikirde, fiilde de olur. Şu tâmime, [genelleştirme, yayma] lâfzındaki [ifade, kelime] umum ile ima ve يُنْفِقُونَ ‘deki ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] ile işaret etmiştir. Çünkü, makam-ı hıtâbide ıtlak, [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] ta’mimdir.

287

İslâmiyetin bir rükn-ü mühimmi olan zekât, beşerin hayat-ı nev’iyesi için ehemmiyeti şudur:

Hadiste var: اَلزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسلاَمِ 1 Yani, “Zekât bir köprüdür ki, Müslüman, kardeşi olan Müslümana muavenet [yardım] için ondan geçer.” Zira me’mûrü’n-bih olan teavün, [yardımlaşma] o vasıta iledir. Ve nev-i beşerin heyet-i içtimaiyedeki [sosyal yapı] nizamın sırâtu’l-müstakîmi odur. İnsanlar içinde madde-i hayatın [hayat için lüzumlu olan madde] cereyanına rabıta [bağ] odur. Terakkiyat-ı beşerdeki zehirlere tiryak [derman, ilaç] odur.

Evet, zekâtın vücub-u kat’îsinde ve onun kabilesi olan sadakaya ve karz-ı hasene davet-i Kur’ânîde ve ribânın [faiz] vesailiyle [vesileler, sebepler] beraber hurmet-i şedidesinde azîm bir hikmet, âlî [yüce] bir maslahat, [amaç, yarar] vâsi [geniş] bir rahmet vardır.

Eğer sahife-i âlemde [kâinat sayfası] tarihî bir nazarla dikkat ve cemiyet-i beşeriyenin [insan topluluğu] mesavisinin esasları teftiş edilse, görülecektir ki, bütün ihtilâlât [ihtilaller, karışıklıklar] ve fesadın asıl ve madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin [kötü ahlâk] mahrek [hareket edilen yol] ve menbaı, [kaynak] tek iki kelimedir. O iki kelimenin imtizacından, [bileşim, karışım] bomba gibi küre-i arz [yer küre, dünya] patladı; ve izdivacından, [evlenme] medenî insanlardan canavarlar doğdu.

Birinci kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne?”

İkinci kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.”

Merhametsiz nefisperest [nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan] olan birinci kelime-i gaddaredir ki, âlem-i insanı [insan âlemi] zelzeleye getirip, kıyameti kopmak üzeredir. Şu kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki, o da zekâttır ve zekâtın mükemmili [ikmal eden, tamamlayan, mükemmelleştiren] olan sadakattır. Ve onun mütemmimi [tamamlayan, tamamlayıcı] olan karz-ı hasendir.

288

Haris, [aç gözlü, çok hırslı] hodgâm, [bencil] zâlim olan ikinci kelimedir ki, beşerin terakkiyatını [ilerleme] öyle sarsıyor ki, hercümerc [alt üst olma] ateşine atmak üzeredir.

Şu dâhiye-i dehyânın tek bir devası var. O da hurmet-i ribâdır [faizin haram oluşu] ve faizin bütün vesailini [vesileler, sebepler] hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] ref etmektir. [kaldırmak] Hodgâm [bencil] ellerde servetin inhisarına [sınırlandırma, kayıt altına alma] vesile olan ribâ [faiz] kapları, bankaları seddir. Evet, bu kaplarla servet ve temellük [sahiplenme] kalil [az] adamlarda toplanır. Bu iki düsturla [kâide, kural] tevzi [(sahiplerine) dağıtma] edilmezse gasp edilecektir.

Evet, heyet-i içtimaiyedeki [sosyal yapı] intizamın şartı, tabakat-ı beşer [insan grupları] birbirinden uzaklaşmamak, tabaka-yı havas tabaka-ı avamdan, taife-i ağniya taife-i fukaradan ayrılmasın ki, sıla-i rahim [akraba ile bağlantı] kopmasın. Hâlbuki, ribânın [faiz] hayatı ve zekâtın mevtiyle [ölüm] geniş bir mesafe açılmış, öyle bir uzaklık olmuş ki, hayt-ı vasıl kopmuş.

Tabaka-i süflâdan, tabaka-yı ulyâya karşı ihtiram, [hürmet etme, saygı gösterme] itaat, tahabbüb [karşılıklı sevgi gösterme] yerine, yalnız ihtilâl sedası, haset sayhası, [ses, sesleniş] kin enîni, nefret velvelesi, intikam feryadı yükselip işitilir.

Tabaka-yı ulyâdan, tabaka-i süflâya merhamet, ihsan [bağış] ve taltife [güzellikle muamele etmek] bedel, yalnız zulmün ateşi, tahakkümün [baskı] sâikası, [sevk eden, sürükleyen] tahkirin [aşağılama] ra’dı [gök gürültüsü] iniyor.

İşte bu hâlet-i ruhiyedendir [insanın ruh hâli, [boş] psikolojik durumu] ki, sebeb-i tevazu ve terahhum [acıma, şefkat etme] olan havastaki meziyet, tekebbür [büyüklenme] ve gurura sebep olmuştur. Şefkate, acımaya ve yardıma sebep olan fukara aczi, avamın fakrı, esaretlerine, sefaletlerine sebep olmuştur.

Eğer şahit istersen, âlem-i medenînin fesat ve rezaletine bak; zaman çok şahitleri gösterecektir.

289

Elhasıl, [kısaca, özetle] tabakatın musalâhası, [barış yapma] birbirine yakınlaştırmasının çare-i yegânesi, [tek çare] erkân-ı İslâmiyetten [İslâmın esasları] olan zekâtı, heyet-i içtimaiyenin [sosyal yapı] tedvirine [çekip çevirme] vâsi, [geniş] âli [yüce] düstur [kâide, kural] ittihaz [edinme, kabullenme] etmektir.

İslâmiyette en büyük kebîre [büyük] olan ribâyı, [faiz] vesâiliyle [vesileler, araçlar, sebepler] ilga etmektir. Adalet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın adaleti] âlem kapısında durup, ribâya [faiz] “Yasaktır, girmeye hakkın yoktur” der.

Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumuzu, [ince işaretler] tavazzuh [açıklığa kavuşma, aydınlanma] ediyor.

Meselâ, اِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ 1 ilâ ahir.

Meselâ, تَجْرِى فِى الْبَحْرِ 2 ilâ ahir.

Meselâ, قُتِلَ أَصْحَابُ اْلاُخْدُودِ 3 ilâ ahir. Meselâ, meselâ… ilâ ahir.

···———

س: مَنْ اَنْتَ؟ أَ اَنْتَ اَنْتَ بَعْدَ مَوْتِكَ؟ وَهَلْ لِخَرَابِ الْبَدَنِ تَاْثِيرٌ فِى وَحْدَةِ الرُّوحِ؟

ج: اَنَا تَوَلَّدْتُ اْلاٰنَ مُتَلَخِّصًا مِنْ ثَمَانِينَ سَعِيدًا تَمَخَّضُوا فِى اَرْبَعِينَ سَنَةً بِقِيَامَاتٍ مُسَلْسَلَةٍ وَاسْتِنْسَاخَاتٍ مُتَسَلْسِلَةٍ فَهٰذَا السَّعِيدُ حَىٌّ نَاطِقٌ مَيِّتُونَ… لَوْ بِاْلاِنْجِمَادِ تَمَاسَكَ مَاءُ الزَّمَانِ وَتَمَثَّلَ اُولٰۤئِكَ السَّعِيدُونَ وَتَراأَوْا لَمَّا تَعَارَفُوا. تَدَحْرَجْتُ عَلَيْهِمْ فِى اْلاَطْوَارِ فَتَفَرَّقَ مِنِّى مَازَانَ وَاَخَذْتُ مِنْهُمْ مَاشَانَ فَكَمَا اَنَّ اَنَا اْلاٰنَ هُوَ اَنَا فِى هَاتِيكُ الْمَرَاحِلِ كَذٰلِكَ اَنَا اَنَا فِيمَا يَأْتِى بِمَوْتِى مِنَ الْمَنَازِلِ اِلاَّ اَنَّهُ فِى كُلِّ سَنَةٍ بِمُهَاجَرَةِ اثْنَتَيْنِ لِسَاكِنِى تِلْكَ الْبِلاَدِ يَجَدِّدُ اَنَا لِبَاسَهُ فَيَلْبَسُ السَّعِيدَ الْجَدِيدَ وَيَخْلَعُ الْعَتِيقَ

290

Türkçesi

S – Kimsin? Ölsen yine sen misin? Bedenin inhilâli [bozulma, dağılma] ruhun şahsiyetine tesir etmez mi?

C – Ben bu anda, seksen Said’den telhis [özetleme] ile tezahür etmişim. Onlar müselsel [silsile halinde, zincirleme] şahsî kıyametler ve müteselsil [zincirleme] Haşiye [dipnot] 1 istinsahlar [kopyasını çıkarma] ile çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlar.

Şu “Said” yetmiş dokuz meyyit, [ölü] bir hayy-ı nâtıkın fihristesidir. Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil [cisim şeklinde görünen] olan o Said’ler birbirlerini görseler, şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır. Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat dağıldı kaldı. Seyyiat, [günahlar] âlâm [elemler, acılar] toplandı, yüklendi. Nasıl ki şimdi o merhalelerde daima ben benim. Öyle de, mevtimle [ölüm] gelecek menzillerde de yine ben benim. Lâkin her senede şu menzilhanelerdeki zerrat, [atomlar] iki muhaceret-i umumî yaptığından, ene dahi libasını [elbise] değiştirir, yırtılmış Said’i atar, Yeni Said’i giyer.

ba

İn’ikâs [yansıma] Haşiye [dipnot] 2 ya hüviyeti veya hüviyetle hâsiyeti, [özellik] veya hüviyetle mahiyeti tutar.

Birbirinden eltaf [çok lâtif, [berrak, şirin, hoş] çok hoş ve güzel] ve eşeff, [çok parlak, çok şeffaf] kudretin çok âyineleri vardır. Camdan suya, sudan havaya, havadan esire, esirden âlem-i misâle, [bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem] hatta zamana, hatta fikre, ilâ âhir, [sonuna kadar]

291

tenevvü [çeşitlenme] ediyor. Suda kesifin [katı] aksi, aslın aynı değilse, nuranîde gayrı da değil… Havada aynıdır. Hava aynasında bir kelime milyonlar kelimat [ifadeler, sözler] olur. Kudretin şu matbaasında sırr-ı tenasülü, [çoğalma, üreme sırrı] kalem-i sun-u İlâhî acip istinsah [kopyasını çıkarma] ediyor.

فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ * 1

ba

 Misleyn telâkki [anlama, kabul etme] edilen zıddeyn

Zevkî olan sofiye vahdetü’l-vücudu, [Allah’ın birliği] Allah hesabına kâinatı inkârdır.

Fikrî olan felsefe ve zaifü’l-itikadların lisânında olan vahdetü’l-vücud [“Allah’ın varlığı o kadar mükemmeldir ki, diğer varlıklar Ona göre bir gölge gibidir ve ‘varlık’ adını almaya lâyık değiller” tarzında bir tasavvufî görüş] ise—hâşâ—kâinat hesabına Allah’ı inkârdır.

Biri vahdetü’ş-şuhud, [Allah’tan başka bir şeyin görülmemesi ve Allah’tan başka her şeyin unutkanlık perdesiyle örtülmesi] diğeri vahdetü’l-mevcudu tazammun [içerme, içine alma] eder. Eyne’s-serâ mine’s-Süreyyâ.

Nazar mesele-i zevkiyede tasarruf etse bozar. Zevkî, keşfî olan emir, nazar-ı fikir mizanıyla [ölçü] tartılmaz; ona inse katılaşır, çirkinleşir.

Meselâ, toprak altında bir çekirdek; havada ondan çiçekli bir sümbül var. Âlem-i turabda nazar, çekirdeğe dikkat etse, ince esasatı [esaslar] görür. Hava âlemindeki müzehher [çiçeklerle bezenmiş] sümbülü onlara irca [döndürme, yönlendirme] ile izah edemez. Çekirdek içine sıkıştıramaz. İşte zevk burada bakar, nazar orada… Rüyet [Allah’ın cemâlini görme] değişir.

Bîçare hakikatler, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.

292

Demişler: سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ 1

Ben de derim:

نَعَمْ وَسُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِعَدَمِ ضِدِّهِ * وَلَوْلاَ الْجَنَّةُ وَالزَّمْهَرِيرُ لَمَا عَذَّبَتْ جَهَنَّمُ وَلاَ اَحْرَقَتْ * 2

Cennet olmasa, Cehennem tâzip [azap] etmez. Zemherir [şiddetli soğuğu olan karakış dönemi; soğukluğuyla yakan ateş] olmasa, ihrak [yakma] etmez.

ba

 Nefisperestlerin nazar-ı dikkatine [dikkat içeren bakış]

HaşiyeBir [dipnot] lokma kırk paraya; bir lokma on kuruşa… Ağza girmeden, boğazdan geçtikten birdirler. Yalnız birkaç saniye, ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan zaikayı taltif [güzellikle muamele etmek] ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir. [yasak zevk ve eğlencelere aşırı düşkün]

Eskide, ekser İslâm aç değildi; tereffühe [aşırı rahatlık, bolluk ve rahatlık içinde yaşama] ihtiyar vardı. Şimdi açtır; telezzüze [lezzet alma] ihtiyar yoktur.

ba

 Lezzetperestlerin nazar-ı dikkatine [dikkat içeren bakış]

İnsan eski zamanını düşünse, ya lisânı veya kalbi, ya “Âh! Âh!” veya “Oh! Oh!” tahattur [hatıra gelme] veya telâffuz edecektir.

“Âh!” müstetir [gizli, örtülü] elemin tercümanıdır. “Oh!” ruhta muzmer [gizli, saklı] bir lezzet ve nimetin muhbiridir.

293

“Âh!”ı dedirten, lezaiz-i mâziyenin tasavvur-u zevalidir. Çünkü zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet de elemdir. Şairlerin divanları, tasavvur-u zeval-i lezzetten gelen bir elem-i fikrînin birer feryadıdır.

“Oh!” yani “Elhamdü lillâh” dedirttiren, âlâm-ı mâziyenin tasavvur-u zevali, verdiği lezzet-i ruhaniyenin [ruhen alınan lezzet] unvanıdır. Demek muvakkat [geçici] lezzetten ziyade, muvakkat [geçici] eleme tebessüm etmeli, hoşgeldin demeli.

ba

Evlenmeli

Bekârlık, bîkârların kârıdır.

Bâkire, iki sülüs [(mirasta) üçte bir] [üçte iki] kadın, bir sülüs [(mirasta) üçte bir] erkektir. Bekâr iki sülüs [(mirasta) üçte bir] [üçte iki] erkek, bir sülüs [(mirasta) üçte bir] çocuktur. İzdivaç, tasfiye, tehzip eder.

ba

S – Hangi cemiyettensin? Neden muhalefeti şiddetle tenkit ediyorsun?

C – Şüheda [şehitler] cemiyetindenim. Tek bir velîyi inkâr veya istihfaf [hafife alma] etmek, meş’umdur. [kötü] Öyleyse, iki milyon evliyaullah olan şüheda[şehitler] inkâr etmek ve kanlarını heder [boş yere, faydasız] saymak, meş’umların [kötü] en meş’umudur. [kötü]

Zira muhalefet der: “Haksız olarak harbe girildi; hasmımız haklı idiler. Cihad değildi.” İşte şu hüküm, iki milyon şühedanın [şehitler] şehadetini inkârdır.

Bence en çok duamız bu olmalı:

اَللّٰهُمَّ لاَ تَجْعَلْ بَاْسَنَا بَيْنَنَا * 1

294

Bir hakikat var ki, en bedevî ve hatta vahşi insanlar dahi, o hakikate karşı serfüru [baş eğme] bürde-i itaat ve ihtiramdırlar. [hürmet etme, saygı gösterme] Bir aşiretten mütehasım iki kabile, hariç bir hasım zuhur etse, sevk-i tabiî [içgüdü] ile dâhilî husumet tâtil [Allah’ı inkâr etme] edilir. Şâyân-ı istiğrabdır ki, medenî, münevver [aydın] telâkki [anlama, kabul etme] edilenler, o vahşilerden çok aşağıdırlar. Husumet-i hariciyenin zuhuruyla, dahilî husumeti teşdit ederler. Eğer medeniyet ve fen böyle ise, insanın saadeti vahşet-i cehalettedir.

ba

Âlim-i mürşid [irşâd eden âlim] koyun olmalı, kuş olmamalı. Şu kuzusuna süt, bu yavrusuna kay verir.

Bâtıl şeyleri tasvir, sâfi zihinleri idlâldir [hak yoldan çıkarma, saptırma] ve cerhdir. [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] Ba’dehu cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] ve red ile tedavi, ya olur, ya olmaz.

Bîçare İstanbul, mütebayin, [ayrı ayrı] dâhiyâne prensiplerin telkinat[telkinler] musırraneleriyle kabiliyet-i telkîhasını kaybetmiştir. Zihni âlûfte olmuştur.

ba

Nisyan [unutkanlık] bir nimettir, yalnız her günün âlâmını [elemler, acılar] çektirir, müterakimi [birikmiş] unutturur.

ba

Derecat[dereceler] hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet [nimet derecesi] vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti [nimet derecesi] görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa isti’zam ile üflense şişer, merak edilse ikileşir. Kalbdeki misâli, hakikate inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eder.

ba

295

 Zulmet-i münevvere

Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti cehl-i mürekkebe [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] kalb eden en mühim sebep, meçhul birşeye parlak bir isim takmakla, anladım zannetmek ve meçhul şeyler ona irca [döndürme, yönlendirme] ile izah ettim zannetmektir. Hâlbuki tarif ya had, ya resim ile olur. Yoksa vâzıı câhil ve müsemmâya [adlandırılan, isimlendirilen, bir isme konu olan] mümas olan veçhi muzlim [karanlık] ve göze çarpan veçhi, şeffaf bir ism-i camid ile olmaz: manyetizma, [telkin ve hipnoz yolu ile birini tesir altına alma] telepati, kuvve-i mıknatısiye gibi.

ba

İhyâ-yı din, [dinin diriltilmesi] ihyâ-yı millettir. [milletin diriltilmesi, uyanışı]

Hayat-ı din, nur-u hayattır. [hayat ışığı]

ba

Ümmet şeriata temessükü [sarılma] nisbetinde terakki, [ilerleme] tesahülü nisbetinde tedennîsi [alçalma, gerileme] hakaik-i tarihiyedendir. [tarihî gerçekler; tarih ilminin ulaştığı sonuçlar]

ba

296