İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ – Bakara Sûresi 21-22. Ayetlerin Tefsiri (193-221)

193

﴿ يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِى خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ * اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ * ﴾ 1

Yani, “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takvâ mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semâdan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil [benzer] ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mâbud [ibadet edilen] ve hâlıkınız [her şeyi yaratan Allah] yoktur.”

 Mukaddeme

Akaidî [iman esasları] ve imanî hükümleri kavî [güçlü, kuvvetli] ve sabit kılmakla meleke [alışkanlık] haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden [yasak] sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] hâl-i hazırdaki [şimdiki zaman] vaziyeti şahittir.

Ve keza, ibadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maâde, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’î kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] vasıtadır ve Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ile abd [köle] arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır. [bağ]

194

İbadetin dünya saadetine vesile olduğunu izah eden cihetler:

Birisi: İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz [seçkin] ve müstesna olarak, acip ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir mizaç ile yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, [arzu, istek] arzular meydana gelmiştir. Meselâ, insan, en müntehap [seçilmiş] şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet [geçim] ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin [arzu, istek] iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebnâ-yı cinsiyle [aynı cins ve türden gelenler] teşrik-i mesai [birlikte çalışma] etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle [çalışmanın meyvesi, neticesi] arkadaşına mübadele [değiş tokuş] suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.

Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, [şehvet duygusu] kuvve-i gadabiye, [öfke duygusu] kuvve-i akliye [akıl duygusu] Sâni [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarîsiyle [insandaki çok az seçim gücü, irade] terakkîsini [ilerleme] temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelâtta [davranışlar] zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini [meyve] mübadele [değiş tokuş] etmekte adalete muhtaçtır.

Lâkin her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.

Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir.

Peygamber olan zâtın da, zahiren ve bâtınen [dış ve iç yapı ile ilgili olarak] halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî ve manevî bir ulviyete [yüce] ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Hâlık [her şeyi yaratan Allah] ile olan derece-i münasebet ve alâkasını göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mu’cizelerdir.

195

Sonra, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emirlerine ve nehiylerine [yasak] itaat ve inkıyadı [boyun eğme] tesis ve temin etmek için, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, ancak akaid [iman esasları] ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellîsiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf [açığa çıkma] ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd [yenileme] eden ibadetle olur.

İkincisi: İbadet, fikirleri Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] çevirttirmek içindir. Abdin Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] olan teveccühü, [ilgi] itaat ve inkıyadını [boyun eğme] intaç [netice verme] eder. İtaat ve inkıyad [boyun eğme] ise, abdi intizam-ı ekmel [çok mükemmel düzen] altına idhal [dahil etme, içine alma] eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve nizama ittibâ [tâbi olma, bağlanma] etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk [gerçekleşme] eder. Hikmet ise, kâinat sahifelerinde parlayan san’at nakışlarıyla [işleme] tebarüz eder.

Üçüncüsü: İnsan, santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki nevâmis-i İlâhiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh, insanın, o kanunlara intisap [bağlanma] ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük [sarılma] etmesi lâzımdır ki, umumî cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da, ancak o emir ve nevâhîden [yasaklar] ibaret olan ibadetle olur.

Dördüncüsü: Emirleri imtisal, [bağlanma, boyun eğme] nehiylerden [yasak] içtinap [çekinme, kaçınma] etmek sayesinde, bir fert, heyet-i içtimaiyede [sosyal yapı] çok mertebelerle nisbet peyda eder ve alâkadar olur. Bilhassa ahkâm-ı diniye [dinin hükümleri, esasları] ve mesalih-i umumiye hususunda, bir fert, bir nevi hükmüne geçer. Yani, pek çok hukuklar, haysiyetler, irşadlar, [doğru yol gösterme] tâlimler, ıslahlar gibi vazifeler, bir şahsa yüklenir. Eğer o emri imtisal, [bağlanma, boyun eğme] nevâhîden [yasaklar] içtinap [çekinme, kaçınma] eden o şahıs olmasa, o vazifeler tamamen pâyimâl olur.

Beşincisi: İnsan, İslâmiyet sayesinde, ibadet saikasıyla [sebebiyle] bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavî [güçlü, kuvvetli] bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, [kardeşlik] hakikî bir muhabbete sebep olur. Zaten heyet-i içtimaiyenin [sosyal yapı] kemâline ve terakkisine [ilerleme] ilk ve en birinci basamaklar, uhuvvet [kardeşlik] ile muhabbettir.

196

İbadetin şahsî kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sebep olduğunun izahı:

İnsan, cismen küçük, zayıf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor. Ve pek büyük bir istidada mâliktir. Ve hasredilmeyecek derecede meyilleri [arzu, istek] vardır. Ve gayr-ı mütenahi [sonsuz] emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır. Ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri vardır. Ve öyle acaip bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün envâ [tür] ve âlemlere fihriste olarak yaratılmıştır.

İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat [genişleme, yayılma] ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf [açığa çıkma] ettiren, ibadettir. Meyillerini [arzu, istek] temyiz ve tenzih [eksik ve çirkinliklerden arınmış tutma] ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk [gerçekleşme] ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale [giderme] eden, ibadettir. İnsanı, mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] olan kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] yetiştiren, ibadettir. Abd [köle] ile Mâbud [ibadet edilen] arasında en yüksek ve en lâtif [berrak, şirin, hoş] olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemâlât-ı beşeriyenin [insanlara ait mükemmellikler] en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.

İhtar: İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet [asıl sebep] gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih [tercih eden] olabilirler, illet [asıl sebep] olamazlar.

Kur’ân-ı Kerim vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا… 1 ilh. [(ilâ âhir) sonuna kadar] emriyle insanları ibadete dâvet etti; sanki lisan-ı hal [beden dili] ile “Niçin ibadet yapalım? İlleti nedir?” diye sorulan suali, Kur’ân-ı Kerim رَبَّكُمُ اَلَّذِى خَلَقَكُمْ 2 cümleleriyle cevaplandırmak üzere Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücud-u vahdetine dair burhanları [delil] zikretmeye başladı.

ba

197

 Mukaddeme

Ateşin dumana olan delâleti gibi, müessirden esere yapılan istidlâle [delil getirme, akıl yürütme]burhan-ı limmî[tümevarım; Eseri meydana getirenden esere olan delil (ateşin dumana delil olması gibi)] denildiği gibi; dumanın ateşe olan delâleti gibi eserden müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] olan istidlâle [delil getirme, akıl yürütme] de “burhan-ı innî[tümdengelim; olaylardan kanunlarına, sonuçlardan sebeblerine ve eserden müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] olan delil (dumanın ateşe delil olması gibi)] denir. Burhan-ı innî, [tümdengelim; olaylardan kanunlarına, sonuçlardan sebeblerine ve eserden müessire [Cenab-ı Hakkın sonsuz kudretiyle dilediğini yapan sıfatı] olan delil (dumanın ateşe delil olması gibi)] şüphelerden daha salimdir.

Bu âyetin, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücut ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret eden delillerinden biri de, inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâı[tür] ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, [amaç, yarar] hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, [kaynak] bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan [amaç, yarar] bahseden bütün âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellîsine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, [maslahatlar, faydalar] fevaidin [faydalar] ve menafiin mercii olan ve kâinata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nâzımın [düzenleyen] vücuduna delâlet ettiği gibi, o Nâzımın [düzenleyen] kast ve hikmetine de delâlet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder. [gönderilme, sürgün]

Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın,şu yüksek nizamı bulmaktan âciz ise ve istikrâ-i tâm [bütün cüz’î olaylardan hareket ederek küllî bir hükme varma; tam bir tümevarım] ile, yani umumî bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kàdir değilsen, insanların telâhuk-u efkâr [düşünce ve tecrübelerin birikimi] denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] (duyguları) hükmünde olan fünun [fenler, bilimler] ile kâinata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.

Evet, kâinatın herbir nev’ine dair bir fen teşekkül [kendi kendine oluşma] etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delâlet eder. Zira nizamı olmayanın, külliyeti olamaz.

198

Meselâ, “Her âlimin başında beyaz bir amâme [sarık] var.” Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nev’inde intizamın bulunmasına bakar. Öyleyse, umumî bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyetiyle kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir burhan [delil] olup, mevcudatın [var edilenler, varlıklar] silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat [amaç, yarar] semerelerini [meyve] ve ahvalin [durumlar] değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetini ilân ediyorlar. Âdetâ vehim şeytanlarını tard [kovma] etmek için herbir fen, birer necm-i sâkıptır. [karanlığı delip geçen parlak yıldız] Yani, bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.

Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kâinatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun [istek] hasıl olur.

Gözle görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garip bir makine-i İlâhiyeyi hâvidir. [içeren, içine alan] O makine mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] olduğundan, vücut ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten [asıl sebep] vücuda geldiği zarurîdir. O illet [asıl sebep] ise, esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye [doğal sebepler] ise, ilimsiz, şuursuz, camid [cansız] şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden [doğal sebepler] neş’et [doğma] ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflâtun’un şuurunu, Calinos’un hikmetini itâ etmekle beraber, o zerrat [atomlar] arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad [inanç] etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaîyi [şüpheci; herşeyi, hattâ kendisini dahi inkâr eden, olumlu veya olumsuz hiçbir hükme varmayan daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir felsefi zihniyet ve tutum sahibi, septik] bile utandırıyor.

Maahaza, [bununla birlikte] esbab-ı maddiyede [maddî sebepler] esas ittihaz [edinme, kabullenme] edilen kuvve-i câzibeyle [çekim gücü] kuvve-i dâfianın [itme gücü (fizik)] inkısama [bölünme, kısımlara ayrılma] kabiliyeti olmayan bir cüz’de birlikte içtimaları [bir araya gelme, toplanma] iltizam [kabul etme, taraftarlık] edilmiştir.  

199

Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları [bir araya gelme, toplanma] caiz değildir. Fakat, câzibe ve dâfia [def eden, uzaklaştıran] kanunlarından maksat, “âdetullah[Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] ile tâbir edilen kavanin-i İlâhiye ise ve tabiatla tesmiye [isimlendirme] edilen şeriat-ı fıtriye [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] ise, câizdir. Lâkin, kanunluktan tabiata, vücud-u zihnîden [mânâ gibi zihinde bulunan varlık] vücud-u haricîye, [dış dünya, görünen varlık âlemi] umur-u itibariyeden [itibarî işler; gerçekte olmadığı halde varlığı tasavvur edilen, varsayılan şeyler] umur-u hakikiyeye, âlet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartıyla makbuldür. Aksi takdirde caiz değildir.

Ey arkadaş! Misal olarak gösterdiğim o küçük hurdebinî [gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobik] hayvancığın, yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kâinata bak. Emin ol ki, kâinatın vuzuh [açıklık] ve zuhuru nisbetinde, o yüksek nizamı, kâinatın sahifelerinde pek zahir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.

Ey arkadaş! Kâinatın sahifelerinde “delilü’l-inâye” ile anılan nizama ait âyetleri okuyamadıysan, sıfat-ı kelâmdan [Allah’ın hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın sahip olduğu konuşma sıfatı] gelen Kur’ân-ı Azimüşşanın [şanı yüce Kur’ân] âyetlerine bak ki, insanları tefekküre dâvet eden bütün âyetleri, şu delilü’l-inâyeyi tavsiye ediyorlar. Ve nimetleri ve faideleri sayan âyetler dahi, delilü’l-inâye denilen o yüksek nizamın semerelerinden [meyve] bahsediyorlar. Ezcümle, bahsinde bulunduğumuz şu âyet

اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ * 1

cümleleriyle, o nizamın faidelerini ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar.

Delil-i İhtirâî: Mezkûr [adı geçen] âyetin Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücut ve vahdetine [Allah’ın birliği] işaret eden delillerinden

200

biri de اَلَّذِى خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ 1 cümlesiyle işaret ettiği delil-i ihtirâîdir. [varetme delili] Delil-i ihtirâînin [varetme delili] hülâsa[esas, öz] şöyle izah edilebilir:

Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hususî eserlerine menşe ve kendisine lâyık kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] mehaz olmak üzere her ferde ve her nev’e has ve müstakil [bağımsız] bir vücut vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nevi yoktur. Çünkü bütün envâ, [tür] imkândan vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tagayyür [başkalaşım, değişme] ve tebeddül [başkalaşma, değişme] ile bir kısım eşyanın hudûsu, [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] yani yeni vücuda geldiği de gözle görünüyor. Bir kısmının da hudûsu, [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.

Ve keza ilmü’l-hayvanat ve ilmü’n-nebatatta ispat edildiği gibi, envâın [tür] sayısı ikiyüzbine bâliğdir. [erişen, ulaşan] Bu neviler için birer “âdem” ve birer evvel-baba lâzımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin daire-i vücubda [hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi] olmayıp ancak mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] olduklarına nazaran, behemehal [her durumda, ne olursa olsun, mutlaka] vasıtasız, kudret-i İlâhiyeden [Allah’ın güç ve iktidarı] vücuda geldikleri zarurîdir. Çünkü bu nevilerin teselsülü, [peşpeşe gelme, birbirini takip etme] yani sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nevilerin başka nevilerden husule [meydana gelme] gelmeleri tevehhümü [kuruntu] de bâtıldır. Çünkü, iki neviden doğan nevi, alelekser [çoğunlukla] ya akîmdir [neticesiz] veya nesli inkıtaa uğrar, tenasül [üreme] ile bir silsilenin başı olamaz.

Hülâsa: [esas, öz] Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei, [başlangıç] en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.

Evet, şuursuz, ihtiyarsız, [irade dışı] câmid, [cansız] basit olan esbab-ı tabiiyenin [doğal sebepler] bütün akılları hayrette bırakan o envâ [tür] silsilelerinin icadına kabiliyeti olduğu, daire-i imkândan [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] hâriçtir.

201

Ve keza, kudret mu’cizelerinden birer nakş-ı garip ve birer san’at-ı acip taşıyan o envâın [tür] ihtiva ettikleri efradın [bireyler] da, ihtirâ ve yaratılışlarını o esbaba isnad etmek, yalnız bir muhâlin değil, muhalâtın [imkânsız, olmayacak şeyler] en hurafesidir. Binaenaleyh, o silsileleri teşkil eden envâ [tür] ile efrad, [bireyler] hudûs [kâinatın sonradan meydana gelmesi, yok iken varlık kazanması] ve imkân lisanıyla, Hâlıklarının [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] kat’î bir şehadetle şehadet ediyorlar.

S – Bütün silsilelerin Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] kat’î şehadetleri gözönünde olduğu halde, bazı insanların maddeyle, maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zahip olmakla dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düştüklerinin esbabı nedendir?

C – Kasıt ve dikkatle değil, sathî [sığ, yüzeysel] ve dikkatsiz bir nazarla, muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıla, mümkün nazarıyla bakılabilir. Meselâ, bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arayanlar içinde ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilâli görmek için bütün kasıt ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih [yöneltme] edip hilâli araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadeka[gözbebeği] üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zat, derhal “Hilâli gördüm” der, “İşte bu gördüğüm aydır!” diye hükmeder.

İşte, sathî [sığ, yüzeysel] ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatâlara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] bir mahiyete mâlik olan insan, kastı ve dikkatiyle daima hak ve hakikati ararken, bazan sathî [sığ, yüzeysel] ve dikkatsiz bir nazarla bâtıla bakar. O bâtıl da; ihtiyarsız, [irade dışı] talepsiz, dâvetsiz fikrine gelir. Fikri de çar-nâçâr alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar [erişme, nail olma] olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıt olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları [işleme] ve acip san’at eserlerini esbab-ı camideye [cansız tabiî sebepler] isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] düşmüşlerdir.

Hüseyin-i Cisrî’nin dediği gibi, âsâr-ı medeniyetle [medeniyetin meydana getirdiği eserler] müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve bütün ziynetlere müştemil [içine alan, kapsayan] bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden, o ziyneti, o

202

esasatı, [esaslar] tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur. Kezalik, [böylece, bunun gibi] nizam-ı âlemdeki [bütün varlıklar âlemindeki hassas düzen] bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şâmil [içine alan] bir ilme ve kâmil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathî [sığ, yüzeysel] nazarlarınca, tesir-i hakikîyi [gerçek tesir] esbab-ı camideye [cansız tabiî sebepler] vermeye mecbur kalmışlardır.

Ey arkadaş! Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] pek ince âsâr-ı san’atından [san’at eserleri] ve pek yüksek acaib-i kudretinden [Allah’ın güç, kuvvet ve iktidarının şaşırtıcı eserleri] sarf-ı nazar ederek yalnız tabiat denilen şu âsâr [eserler/asırlar] ve esbabdan en zahir olan in’ikâs [yansıma] ve irtisam [resmedilme] keyfiyetine bak. Meselâ, bir âyineyi semaya karşı tuttuğun zaman, semayı, irtifaıyla, [yükseklik] nakışlarıyla, [işleme] yıldızlarıyla celb [çekme] edip âyinede in’ikâs [yansıma] ve irtisam [resmedilme] ettiren illet-i müessirenin, âyinenin yüzündeki hâsiyet [özellik] olduğuna kanaat hasıl edebilir misin? Hâşâ! Veyahut hakikatte bir emr-i vehmîden ibaret olan câzibe-i umumîyenin, [(fizik) genel çekim kanunu] arz ile yıldızları şu boşlukta muntazam tahrik ve tedbirine illet-i müessire olarak telâkki [anlama, kabul etme] ve kabul edebilir misin? Hâşâ! Bunlar ancak şart ve sebep olabilirler, illet-i müessire olamazlar.

Hülâsa: [esas, öz] İnsan sathî [sığ, yüzeysel] ve gayr-ı kastî bir nazarla bâtıl ve muhal [bâtıl, boş söz] birşeye baktığı zaman, hakikî illetini [asıl sebep] bulamadığı takdirde, çar-nâçar sıhhatine veya inkârına kail [inanmış] olmakla kabul etmesi ihtimali vardır. Fakat, talip ve müşteri sıfatıyla kasten ve bizzat dikkatle bakacak olursa, onların hikemiyat [hikmetler] dedikleri o bâtıl meselelerden hiçbirisini de kabul etmez. Ancak, bütün siyasîlerin hikmetini ve hükemanın [âlimler, filozoflar] akıllarını zerrelerde farz etmekle eblehâne [ahmak] kabul eder.

S – Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevâmis [kanunlar] ve kuvâ [duygular, hisler] nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?

203

C – Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tâbi’ [tab eden, yapan] değildir. Tâbi’, [tab eden, yapan] ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur [bir şeyden çıkma, olma] eden ef’âl-i ihtiyariyeyi [iradeyle yapılan davranışlar, fiiller] bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır [esas, öz] veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, [kâide, kural] kanunların mecmuasıdır. Kezalik, [böylece, bunun gibi] tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin [görünen alem] uzuvlarından ve eczalarından sudur [bir şeyden çıkma, olma] eden ef’âl [fiiler, davranışlar] arasında bir nizam ve bir intizamı ika eden İlâhî [Allah tarafından olan] bir şeriat-ı fıtriyedir. [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, mâkul ve itibarî emirlerden [gerçekte olmadığı halde varsayılan iş, olgu] oldukları gibi, tabiat dahi itibarî bir emir olup, hilkatte, yani yaratılışta câri olan âdetullahtan [Allah’ın kâinatta uyguladığı kanun ve prensipler] ibarettir.

Amma tabiatın bir mevcud-u haricî [gözle görülür şekilde maddî bir yapıya sahip olan] olduğunu tevehhüm [kuruntu] etmek, bir fırka askerin, idman ve tâlim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, “Aralarındaki o nizamı idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi birşey mevcuttur” diye vahşîce ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşî olan bir adam, sathî [sığ, yüzeysel] ve tebeî [başka birşeye tabi olan ve bağlı olan] bir nazar ile devam ve istimrarını [devam etme] muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u haricî [gözle görülür şekilde maddî bir yapıya sahip olan] olduğuna ihtimal verebilir.

Hülâsa: [esas, öz] Tabiat, Allah’ın san’atı ve şeriat-ı fıtriyesidir. [Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanunlar] Nevâmis [kanunlar] ise, onun meseleleridir. Kuvâ [duygular, hisler] dahi, o meselelerin hükümleridir.

Tevhide geçiyoruz:

Kur’ân-ı Kerim, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] dair delillerden hiçbir şey terk etmemiştir. Bilhassa, “Arz ve semâda Allah’tan başka ilâhlar olmuş olsa idiler, şu görünen intizam fesada uğrardı” mânâsında olan لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 1 âyetinin tazammun [içerme, içine alma] ettiği

204

burhanü’t-temânü'” [delil] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vâhid [bir] ve müstakil [bağımsız] olduğuna kâfi [yeterli] bir delildir. Ve istiklâliyet, [bağımsızlık] ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] zatî bir hassası ve zarurî bir lâzımı olduğuna nurlu bir burhandır. [delil]

Ey arkadaş! Bahsinde bulunduğumuz âyetin evvelinde bulunan اُعْبُدُوا 1 emri, İbn-i Abbâs’ın tefsirine nazaran, insanları tevhide dâvet eden bir emirdir. Ve aynı zamanda bu âyet, heyet-i mecmuasıyla [birşeyin geneli, bütün] tevhide işaret eden pek lâtif [berrak, şirin, hoş] ve güzel bir burhanı [delil] tazammun [içerme, içine alma] etmiştir. Şöyle ki:

Nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ile sair hayvanatın medâr-ı maişetleri olan semeratın [meyve] tevlidi [doğurma] için, arz ile semâ arasındaki muavenet [yardım] ve münasebetleri ve âsâr-ı âlemin birbirine müşabehetleri [benzeme] ve etraf-ı âlemin [dünyanın her tarafı] birbiriyle kucaklaşmaları ve birbirinin elini tutup ihtiyaçlarını temin etmeleri ve yekdiğerinin [bir diğer şey] sualine cevap verip yardımına koşmaları ve tamamıyla bir nokta-i vâhideye bakmaları ve bir Nazzâm-ı Vâhidin mührü üstünde hareket etmeleri gibi halleri hâvi [içeren, içine alan] olan böyle garip bir makine, sahip ve Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir olduğunu kat’î bir şehadetle ilân etmekle, “Herbir şeyde, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] delâlet eden bir âyet ve bir alâmet vardır” mânâsında olan şu beyitle tanin-endaz oluyorlar:

وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ * 2

Ey arkadaş! Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Vâhid [bir] ve Vâcibü’l-Vücud [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] olduğu gibi, bütün sıfât-ı kemâliye [Allah’ın bütün kusur ve eksiklerden uzak olduğunu ifade eden sıfatı; mükemmellik sıfatı] ile de muttasıftır. [belirgin bir özelliğe sahip] Zira âlemde ve masnuatta [san’at eseri] bulunan kemâlât [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri]

205

tamamıyla Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kemâlinden tecellî eden gölgeden muktebestir. Öyleyse, Sânide bulunan cemâl, kemâl, hüsün, [güzellik] umum kâinatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden [güzellik] gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] derecelerle yüksektir. Zira ihsan, [bağış] in’âm [nimet verme] edenin servetinden doğar ve servetine delildir. İcad, icad edenin vücuduna delâlet eder. İcab, mûcibin vücuduna burhandır. [delil] Verilen hüsün, [güzellik] verenin hüsnüne [güzellik] delildir.

Ve keza, Sâni-i Zülcelâl, [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bütün nevakıstan pâk ve münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Çünkü noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın [kabiliyet] kılletinden [azlık] ileri gelir. Halbuki Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] maddiyattan değildir.

Ve keza, Sâni-i Kadîm-i [ezelden beri var olan ve varlıkları sa’natlı bir şekilde yaratan Cenâb-ı Allah] Ezelî, kâinatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, [maddî özellik taşıma] cihetiyet, tagayyür, [başkalaşım, değişme] temekkün [mekân tutma, yerleşme] gibi istilzam [gerektirme] ettikleri levazım [ayrılmayan unsurlar, beraber bulunmasına ihtiyaç olunan şeyler] ve evsaftan [vasıflar, nitelikler] berî ve münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Kur’ân-ı Kerim, şu iki hakikate “Allah’a misil [benzer] yapmayın” mânâsına olan فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْداَدًا 1 âyetiyle işaret etmiştir.

Delil-i imkânî: Bu âyetin, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna işaret eden delillerden birisi de delil-i imkânîdir ki, 2 وَاللهُ الْغَنِّىُ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَۤاءُ âyetiyle işaret edilmiştir.

Bu delilin hülâsası: [esas, öz] Kâinatın ihtivâ ettiği zerrelerden herbirisinin gerek zâtında, gerek sıfâtında, gerek ahvâlinde [haller] ve gerek vücudunda gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] imkânlar, ihtimaller, müşkilâtlar, [zor] yollar, kanunlar varken, birden bire o zerre, gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] yollardan muayyen bir yola sülûk [mânevî yol alma] eder. Ve gayr-ı mahdud hallerden,

206

bir vaziyete girer. Ve gayr-ı mâdud sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır. Ve doğru bir kanun üzerine mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] bir maksada harekete başlar. Ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı [amaç, yarar] derhal intaç [netice verme] eder ki, o hikmet ve o maslahatın [amaç, yarar] husule [meydana gelme] gelmesi, ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin macerası, lisan-ı haliyle, [beden dili] Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] kast ve hikmetine delâlet etmez mi?

İşte herbir zerre, müstakillen, [bağımsız] kendi başıyla Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna delâlet ettiği gibi, küçük-büyük herhangi bir teşekküle [kendi kendine oluşma] girerse veya hangi bir mürekkebe [yazı için kullanılan sıvı] cüz olursa, girdiği ve cüz olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Sâniine [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] olan delâletini muhafaza eder.

Bu âyetin mâkabliyle [önceki, öncesi] cihet-i irtibatına [bağlantı yönü] gelince:

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki Kur’ân-ı Kerim, birincisi müttakî [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] mü’minler, ikincisi inatlı kâfirler, üçüncüsü ikiyüzlü münafıklar olmak üzere insanları üç kısma ayırdı ve aralarında taksimat ve teşkilât yaptı ve herbir kısmın sıfatını ve âkıbetini beyan etti. Sonra يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا 1 âyetiyle her üç kısma tevcih-i [yöneltme] hitap ederek onları ibadete emir ve dâvet etti. Demek, bu âyetin evvelki âyetlere terettübü [lâzım gelme, gerekme] ve onları takip etmesi, hâne ve binanın, mühendisin krokisine; amelin ilme; kazanın kadere terettübü [lâzım gelme, gerekme] ve birbirini takip etmeleri gibidir. Evet, evvelki âyetlerde yapılan teşkilât ve taksimat, kroki ve plândan sonra bu âyette ibadet binasının yapılmasına emredilmiştir ve o âyetlerde verilen bilgi ve malûmattan sonra, bu âyette, amel ve ibadete emredilmiştir. Ve onlarda yazılan sıfat ve istihkaklara [hak edilen pay] göre, burada, emir ve nehiylerle [yasak] hükümler verilmiştir. Ve keza, evvelki âyetlerde insanların taksimatı, ahvâl [haller] ve sıfâtı zikredildikten sonra, makamın iktizasıyla, [bir şeyin gereği] bu âyet onları takip etmiştir.

Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki Kur’ân-ı Kerim, insanların her üç fırkasından bahsetti ve herbir

207

fırkanın sıfatını ve âkıbetini söyledi; sâmiin [dinleyen, işiten] arzusu ve makamın iktiza[bir şeyin gereği] üzerine, Kur’ân-ı Kerim gaybdan hitaba intikal ederek onlara karşı şu hitapta bulundu. Evet, bazı adamlar hakkında gaibane konuşanların bilâhare konuşmalarını hitaba çevirmelerinde şöylece bir nükte-i umumiye vardır:

Meselâ, bir şahsın iyiliğinden veya fenalığından bahsedilirken, gerek konuşanda, gerek dinleyende, ya tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] veya tel’in [lânetleme] için bir meyil [arzu, istek] uyanır. Sonra git gide o meyil [arzu, istek] öyle kesb-i şiddet eder ki, sahibini o şahısla görüştürüp şifahen konuşmaya kuvvetli bir arzu uyandırır. Burada sâmilerin [dinleyen, işiten] o meyillerini [arzu, istek] tatmin etmekle makamın iktiza[bir şeyin gereği] üzerine Kur’ân-ı Kerim, onları sâmilerin [dinleyen, işiten] huzuruna götürüp kendilerine hitap ile tevcih-i [yöneltme] kelâm etmiştir.

Bu âyette, gaybdan, hitaba edilen iltifat ve intikalde hususî bir nükte [derin anlamlı söz] de vardır ki, ibadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlâhiyeden [Cenâb-ı Hakkın olan hitabı] neş’et [doğma] eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez.

Ve keza hitap suretiyle ibadeti teklif etmek, abd [köle] ile Hâlık [her şeyi yaratan Allah] arasında vasıta olmadığına işarettir.

Ey arkadaş! Bu âyetin cümlelerini birbiriyle nazmeden [diziliş, tertip] münasebetler ise:

﴾ يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا 1 ﴿ cümlesinde emir ve hitap, geçen her üç fırkayı teşkil eden mü’min, kâfir ve münafıkların mâzi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını [bireyler] ihtiva eden tabakalara hitaptır. Binaenaleyh اُعْبُدُوا 2 vav’ının merciinde dahil olan kâmil mü’minlere göre اُعْبُدُوا ibadete devam ve

208

sebat [kalıcı olma, sabit kalma] etmeye emirdir. Orta derecedeki mü’minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlâsa emirdir. Binaenaleyh, اُعْبُدُوا 1 ‘nun ifade ettiği ibadet kelimesi mükellefîne [mükellef olanlar, yükümlüler] göre müşterek-i mânevî hükmündedir.

﴾ رَبَّكُمْ ﴿ Yani: “Sizi terbiye eden ve büyüten Odur. Ve sizin mürebbîniz [eğitici, terbiye edici] Odur. Öyleyse, siz de Ona ibadet etmekle abd [köle] olunuz!”

Ey arkadaş! Vakta [bir zamanlar, ne vakit ki] ki Kur’ân-ı Kerim ibadeti emretti. İbadet ise üç şeyden sonra olabilir.

Birincisi: Mâbudun [ibadet edilen] mevcut olmasıdır.

İkincisi: Mâbudun [ibadet edilen] vâhid [bir] olmasıdır.

Üçüncüsü: Mâbudun [ibadet edilen] ibadete istihkakı [hak edilen pay] bulunmasıdır.

Kur’ân-ı Kerim, o üç mukadder [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] suale işaret etmekle beraber, şartlarının delillerini de zikrederken, Mâbudun [ibadet edilen] vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır.

Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna “âfâkî[dış dünyaya ait] denilir.

İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan burhanlardır. [delil] Buna, “enfüsî” [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] tesmiye [isimlendirme] edilir. Enfüsî [insanın kendi iç dünyasına ait şeyler] olan kısmını da, biri nefsî, diğeri usulî olmak üzere iki kısma taksim etmiştir.

Demek, Mâbudun [ibadet edilen] vücuduna üç türlü delil vardır: âfakî, nefsî, usulî.

Evvelâ, en zahir ve en yakın olan nefsî delile ﴾ اَلَّذِى خَلَقَكُمْ 2 ﴿ cümlesiyle, usulî delile de ﴾ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ 3 ﴿ cümlesiyle işaret etmiştir. Sonra, ibadet insanların hilkat [yaratılış] ve yaratılışına tâlik [sonraya bırakma] edilmiştir.

209

İbadetin hilkat-ı beşere terettübü [lâzım gelme, gerekme] iki şeyden ileri geliyor: Ya insanlar ilk yaratılışında ibadete istidat[beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Ve o istidadı [kabiliyet] ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takvâ vazifelerini göreceklerini kaviyyen [kuvvetle] ümit eder. Veyahut, insanların hilkatinden [yaratılış] ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh [ilgi] ettikleri kemalden maksat, ibadetin kemâli olan takvâdır.

﴾ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ 1 ﴿ Şu cümle, her iki noktaya da tatbik edilebilir. Yani, “İstidad ve kabiliyetinizde ekilen veya vazife ve hilkatinizden [yaratılış] kastedilen takvânın kuvveden fiile çıkarılması lâzımdır.”

Sonra, Kur’ân-ı Kerimde Mâbudun [ibadet edilen] vücuduna ait âfâkî [dış dünyaya ait] delillerin en karibine [yakın]

﴾ جَعَلَ لَكُمْ اْلاَرْضَ فِراَشًا 2 ﴿ cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve bu işaretten arzın bu şekle getirilmesiyle nev-i beşere ve sâir hayvanata kabil-i süknâ [oturmaya elverişli, oturulabilir] olarak hazır bulundurulması, ancak Allah’ın ca’liyle (yapmasıyla) olup tabiatın ve esbabın tesiriyle olmadığına bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır. Çünkü tesir-i hakikînin [gerçek tesir] esbaba verilmesi bir nevi şirktir.

﴾ وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً 3 ﴿ cümlesiyle, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna olan âfâkî [dış dünyaya ait] delillerden en basit ve en yükseğine işaret edilmiştir.

Sonra, mürekkebat [bir bütünü oluşturan parçalar] ve mevâlidin [doğumla çoğalanlar] vücud-u Sânie [herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah’ın varlığı] veçh-i delâletlerine

﴾ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً 4 ﴿ ilâ âhir [sonuna kadar] cümlesiyle işaret edilmiştir.

Sonra, geçen delillerin herbirisi alel’infirad, yani birer birer Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vücuduna delâlet ettiği gibi, heyet-i mecmua[birşeyin geneli, bütün] da Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] vahdetine [Allah’ın birliği] işarettir.

210

Sonra, nimetlerin menşei [kaynak] ve menbaı [kaynak] olan âlemin nizamına işaret eden o cümlelerin suret-i tertibi ﴾ رِزْقًا لَكُمْ ﴿ ‘ün delâletiyle beraber, Mâbudun [ibadet edilen] ibadete müstehak olduğuna delâlet eder. Çünkü ibadet, şükürdür. Şükür, Mün’ime [gerçek nimet verici olan Allah] edilir; yani nimetleri veren Zâta şükretmek vaciptir.

Sonra رِزْقًا لَكُمْ 1 cümlesinden, arz ve arzdan çıkan mevalid, yani arzın semereleri [meyve] insanlara hâdim [hizmetçi] oldukları gibi, insanlar da onların Saniine hâdim [hizmetçi] olmaları lâzım olduğuna bir remiz [gizli bir mânâyı ince bir işaretle gösterme] vardır.

﴾ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا 2 ﴿ cümlesi ise, geçen cümlelerin herbirisiyle alâkadardır. Yani, Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz, ancak Allah’tır. Sizi, nev’inizle beraber halk eden Odur. Ve Arzı size mesken olarak hazırlayan Odur. Semâyı sizin binanıza dam olarak yaratan Odur. Ve sizin rızık maişetinizi [geçim] tedarik için suları gönderen Odur. Hülâsa, [esas, öz] bütün nimetler Onundur; öyle ise bütün şükürler ve ibadetler de ancak Onadır.

Arkadaş! Bu âyetin tazammun [içerme, içine alma] ettiği cümlelerin keyfiyet ve nüktelerine [derin anlamlı söz] gelelim.

Evvelâ: Kur’ân-ı Kerimde kesretle [çokluk] zikredilen ﴾ يَۤا اَيُّهَا ﴿ ile edilen hitap ve nida, üç vecihle [yön] ve üç edatla tekit [pekiştirme] edilmiştir. Birisi, ikazı ifade eden ve ikaz için kullanılan يَا harfidir. İkincisi, alâmetleri aramakla birşeyi bulmak için kullanılan اَىُّ kelimesidir ki, Türkçede “hangi” kelimesiyle tercüme edilir. Üçüncüsü, gafletten ayıltmak için kullanılan هَا harfidir. Bu tekitlerden [pekiştirme] anlaşılır ki, burada şu tarzla yapılan nida ve hitap, çok faidelere ve nüktelere [derin anlamlı söz] işarettir. Ezcümle:

211

Birincisi: İnsanlara ibadetlerin teklifinden hâsıl olan meşakkatin, hitab-ı İlâhiye [Cenâb-ı Hakkın olan hitabı] mazhariyetten neş’et [doğma] eden zevk ve lezzetle tahfif [hafifletme] edilmesidir.

İkincisi: İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çıkması ancak ibadet vasıtasıyla olduğuna işarettir.

Üçüncüsü: Muhatabın üç cihetten ibadete mükellef olduğuna işarettir. Kalbiyle teslim ve inkıyada, [boyun eğme] aklıyla iman ve tevhide, kalıbıyla amel ve ibadete mükelleftir.

Dördüncüsü: Muhatabın mü’min, kâfir, münafık olmak üzere üç kısma ayrılmış olduğuna işarettir.

Beşincisi: İnsanların yüksek, orta, avam [halk] tabakalarına hitaben şâmil [içine alan] olduğuna işarettir.

Altıncısı: İnsanlar arasında yapılan nidâ ve hitaplarda âdet edinmiş olan şeylere işarettir ki, insan, evvelâ gördüğü adamı çağırır ve durdurur, sonra kim olduğunu anlamak için alâmetlerine dikkat eder, sonra maksadını anlatır.

Hülâsa: [esas, öz] Mezkûr [adı geçen] hitap, geçen üç cihetten tekit [pekiştirme] edilmiş şu nüktelere [derin anlamlı söz] işarettir.

يَا ile nida edilen insanlar gafil, gaip, hazır, cahil, meşgul, dost, düşman gibi çok muhtelif tabakalara şâmildir. [içine alan] Bu muhtelif tabakalara göre يَا ‘nın ifadesi değişir.

Meselâ, gafile karşı tenbihi ifade eder; gaibe ihzarı, [hazırlama] cahile târifi, dosta teşviki, düşmana tevbih [azarlama] ve takri’i gibi her tabakaya münasip bir ifadesi vardır.

Sonra, makam-ı kurbu iktiza [bir şeyin gereği] ettiği halde, uzaklara mahsus olan يَا edatının kullanılması birkaç nükteye [derin anlamlı söz] işarettir.

1. Teklif edilen emanet ve ibadetin pek büyük bir yük olduğuna,

2. Derece-i ubudiyetin mertebe-i ulûhiyetten pek uzak olduğuna,

212

3. Mükelleflerin, zaman ve mekânca [içinde bulunulan yer ve zaman] hitabın vakit ve mahallinden ırak bulunduğuna,

4. İnsanların derece-i gafletlerine işarettir.

Muzafun ileyhsiz zikredildiğinden, umumî bir tevessü[genişleme, yayılma] ifade eden اَىُّ kelimesi, hitabın umum kâinata şâmil [içine alan] olup, yalnız farz-ı kifaye suretiyle haml-i emanete ve ibadete insanların tahsis edilmiş olduklarına işarettir. Öyle ise ibadette insanların kusurları umum kâinata tecavüzdür.

Sonra, اَىُّ kelimesinde bir icmal [kısaca, özet olarak] ve bir ipham [gizleme] vardır; çünkü izafesiz zikredilmiştir. Onun o ipham [gizleme] ve icmâli, [özet] نَاسْ 1 kelimesiyle izale [giderme] ve tafsil edildiğinden, aralarında bir icmal [kısaca, özet olarak] ve tafsil cezaleti meydana gelmiştir.

هَا: اَىُّ ‘nün muzafun ileyhine ıvaz olmakla beraber, يَا edatiyle çağrılanları tenbih içindir.

﴾ نَاسْ ﴿ aslında nisyandan [unutkanlık] alınmış bir ism-i fâildir; [gr. bir iş, oluş veya durumu yüklenen şahsı bildiren kelimedir, meselâ; kâtip] vasfiyet-i asliyesi mülâhazasıyla [düşünme, akla getirme] insanlara bir itâba işarettir. Yani, “Ey insanlar! Niçin misak-ı ezelîyi unuttunuz?”

Fakat bir cihetten de insanlara bir mâzeret yolunu gösteriyor. Yani, “Sizin o misâkı terk etmeniz, amden [kasden; bizzat isteyerek, maksatlı olarak] değil; belki sehiv [hata, yanılgı] ve nisyandan [unutkanlık] ileri gelmiştir.”

﴾ اُعْبُدُوا 2 ﴿ nidaya cevaptır. Mü’min, kâfir, münafık olan geçen tabakalar

213

nida ile çağırıldıklarından, اُعْبُدُوا 1 emri devam, itaat, ihlâs, tevhid gibi, her tabakaya münasip bir mânâyı ifade eder.

﴾ رَبَّكُمْ 2 ﴿ Rab ünvanı اُعْبُدُوا ile teklif edilen ibadete bir illet [asıl sebep] ve bir sebebe işarettir. Yani, “Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima Ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lâzım olan bütün levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] veren Odur. Onun, o nimetlerine şükür lâzımdır. Şükür ise ancak ibadettir.”

﴾ اَلَّذِى خَلَقَكُمْ 3 ﴿ esmâ-i müphemeden olduğu için, merci ve medlûlü [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] ancak sıla denilen dahil olduğu cümle ile malûm olur. Meselâ; اَلَّذِى جَۤائَكَ 4 denildiği zaman, gelen adamın yalnız sana gelmekle malûmiyeti var, başka cihetten malûmiyeti yoktur. Binaenaleyh, burada رَبِّ kelimesinin اَلَّذِى ile vasıflandırılması Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] marifeti, [Allah’ı bilme ve tanıma] hakikatiyle olmayıp ancak ef’âl [fiiler, davranışlar] ve âsârıyla [eserler/asırlar] olduğuna işarettir.

İcad, inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] veya başka bir kelimeye tercihan yaratılışın güzel şeklini ifade eden خَلَقَ 5 tâbiri, insanlardaki istidadın [kabiliyet] sedad [sapmadan ilerleme] ve istikametçe [doğru] ibadete elverişli olduğuna işarettir. Ve keza ibadet, yaratılışın ücreti ve neticesidir. Bu itibarla sevap, ibadetin ücreti olmayıp, ancak Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] kereminden [cömertlik] olduğuna işarettir.

﴾ وَاَلَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ 6 ﴿ Merci ve medlûlünün [mânâ, anlam, işaret edilmiş olan] adem-i malûmiyetine delâlet

214

eden اَلَّذِينَ evvelki insanların ölümle mahvolup gittiklerine ve onların ahvâlini [haller] bildirecek bir bilgi olmadığına ve yalnız sizin gibi bir kısım mahlûklar [varlıklar] onların yerlerine gelmekle, o mahvolan insanların tarifleri mümkün olduğuna işarettir.

﴾ لَعَلَّ 1 : ﴿ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ 2 kelimesi, ümit ve reca[ümit] ifade ediyor. Fakat bu mânâ, hakikatiyle Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilemez. Binaenaleyh, ya mecazen istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilecektir veya muhataplara veyahut sâmi [dinleyen, işiten] ve müşahitlere isnad edilecektir.

Mânâ-yı mecazıyla Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hakkında isnad edilmesi şöyle tasvir edilir:

Nasıl ki bir insan, bir iş için bir adamı teçhiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Kezalik—bilâ-teşbih—Cenâb-ı [böylece, bunun gibi] Hak, insanlara, kemal [fazilet, olgunluk] için bir istidat, [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla, Cenâb-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar [bekleme] etmektedir denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] hilkat-i beşerdeki hikmetin takvâ olduğuna ve ibadetin de neticesi takvâ olduğuna ve takvânın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.

Reca [ümit] mânâsının muhataplara atfedilmesi şöyle izah edilir:

Ey muhatap olan insanlar! Havf [korku] ve reca [ümit] ortasında bulunmakla, takvâyı reca [ümit] ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır.

Reca [ümit] mânâsı, sâmi [dinleyen, işiten] ve müşahitlere göre olursa şöyle tevil edilecektir:

Ey müşahitler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktiza[bir şeyin gereği] olan parçalamayı arslandan ümit ve reca [ümit] ettiği gibi, siz de, insanları ibadet teçhizatıyla mücehhez [cihazlanmış, donanmış] olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvâyı reca [ümit] ve intizar [bekleme] edebilirsiniz. Ve keza, ibadetin fıtrî [Allah’ın yaratılışa ait koyduğu kanunlar] bir iktiza [bir şeyin gereği] neticesi olduğuna işarettir.

215

تَتَّقُونَ 1 Takvâ, tabakat-ı mezkûrenin ibadetlerine terettüp [birbiriyle bağlantılı ve intizamlı olarak ortaya çıkma] ettiğinden, takvânın bütün kısımlarına, mertebelerine de şâmildir. [içine alan] Meselâ, şirkten takvâ; kebairden, mâsivaullahtan kalbini hıfzetmekle takvâ; ikabdan [ağır ceza] içtinap [çekinme, kaçınma] etmekle takvâ; gazabtan tahaffuz [korunmak, kendini muhafaza etmek] etmekle takvâ. Demek تَتَّقُونَ kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun [içerme, içine alma] eder.

Ve keza, ibadetin ancak ihlâs ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat [asıl gaye] olduğuna ve ibadetin sevap ve ikab [ağır ceza] için yapılmaması lüzumuna işarettir.

﴾ اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً 2 ﴿ Kur’ân-ı Kerim, bu cümle ile beyan ettiği kudret-i İlâhiyenin [Allah’ın güç ve iktidarı] azametiyle insanları ibadete teşvik edip heyecana getiriyor. Şöyle ki:

Ey insanlar! Arz ve semayı sizlere muti [itaat eden, emre uyan] ve hizmetkâr yapan Zât, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstehaktır; ibadetini ediniz!

Ve keza, insanların faziletine ve yüksek bir kıymete mâlik olduğuna ve indallah mükerrem [ikram edilen, ikrama mazhar olan] bulunduğuna bir imadır. Sanki beşere emrediyor:

Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı [büyük cisimler] sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar îzaz ve ikramlarda bulunan Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ibadet ediniz ve sizlere yaptığı keramete [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] karşı liyakatinizi izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediniz!

Ve keza esbap [sebepler] ve tabiata tesirin verilmesini reddediyor. Şöyle ki:

Ey insan! Şu gördüğünüz yerler, gökler, sıfatlarıyla beraber, bir Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] halkıyla, kastıyla, tahsisiyle ve bir Nâzımın [düzenleyen] nazmıyla [diziliş, tertip] husule [meydana gelme] gelip bu intizamı

216

bulmuşlardır. Kör tabiatın bu kadar büyük şeylerde yeri olmadığı gibi en küçük şeylerde de yeri yoktur.

Ve keza, sıfatlar da mümkinattan [olması imkan dahilinde olan mahlûklar, kâinattaki varlıklar] oldukları cihetle, Sânie [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] delâlet ettiklerine işarettir. Zira cisimleri teşkil eden zerreler, büyüklük-küçüklük, çirkinlik-güzellik gibi gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] ahval [durumlar] ve keyfiyetleri kabul etmekte müsavidirler. [eşit] Yani bir zerrenin, bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır ve bir hâlet, [durum] binlerce zerrelere hal olabilir. Binaenaleyh, güzellik gibi bir sıfat, binlerce zerrelere ve dolayısıyla cisimlere sıfat olabildiği halde, o kadar imkânat ve ihtimaller içinde muayyen bir cisme tayin edildiği zaman, herhalde bir kast ile, bir hikmet altında, bir zâtın irade ve tahsisiyle, binlerce cisimler arasında o cisim, o sıfata mevsuf [bir sıfatla nitelenen] kılınmıştır.

لَكُمْ 1 Bu ل ihtisas için değildir, ancak sebebiyeti ifade ediyor. Yani arzın tefrişine [döşeme] sebep, yani vesile, insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet onun namına verildi. Fakat istifade, insanlara mahsus ve münhasır değildir. Öyleyse insanların ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes denilemez.

فِرَاشًا 2 Bu tâbir, garip bir nükte-i belâgate işarettir. Çünkü, arzın sıkletinden dolayı suya batıp kaybolması tabiatının icabatından olduğu halde, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] merhametiyle bir kısmını dışarıda bırakarak, insanlar için bir mesken ve nimetlerine bir mâide, [Kur’ân-ı Kerimin 5. sûresi] yani bir sofra olmak üzere tefriş [döşeme] etmiştir.

Ve keza فِرَاشًا tâbirinden anlaşılıyor ki, arz, bir hanenin tabanı gibi insan ve hayvanlara ferş [yer] ve bast edilmiştir. Öyleyse arzdaki nebatat [bitkiler] ve hayvanat, hanedeki efrad-ı aile ile erzak vesaire gibi levazım-ı beytiye hükmündedir.

Ve keza فِرَاشًا tâbirinden anlaşılıyor ki, arz, taş gibi katı ve sert değildir ki

217

kabil-i süknâ [oturmaya elverişli, oturulabilir] olmasın; ve su gibi mâyi [sıvı] de değildir ki, ziraat ve istifadeye kàbil [gibi] olmasın. Belki orta bir vaziyette yapılmıştır ki, hem mesken, hem mezraa [tarla] olsun. Bu iki faidenin taht-ı temine alınması, elbette ve elbette bir maksat, bir hikmet ve bir nizam ile olabilir.

وَالسَّمَۤاءَ بِنَاءً 1 Semanın, insanlara bir sakf, [çatı, tavan] bir dam gibi yapılması, yıldızların o damda asılı kandiller gibi olmalarını istilzam [gerektirme] eder ki, teşbih tamam olsun. Öyleyse gayr-ı mütenâhi [sınırsız, sonsuz] şu boşlukta dağınık bir şekilde yıldızların bulunması, akılları hayrette bırakan nizam ve intizamlı vaziyetleri kör tesadüfe isnad edilemez.

S – İnsan, arza nisbeten bir zerredir. Arz da kâinata nazaran bir zerredir. Ve keza, insanın bir ferdi, nev’ine nisbeten bir zerredir; nev’i de, sâir ortakları bulunan envâ [tür] içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye [Allah’ın ezelî hikmeti, herşeyi yerli yerinde ve bir gaye ve faydaya yönelik olarak yaratma sıfatı] ve ilm-i İlâhîdeki [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh, böyle bir âlemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez.

C – Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] nazaran bu âlem-i şehadet [görünen alem] dardır, istiab [içine alma, kaplama] edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidatların [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] meyillerini [arzu, istek] tatmin ve temin edecek âlem-i âhirettir. [âhiret âlemi]

Ve keza, istifade hususunda müzahame, [zahmet verme, itişip kakışma] mümanaa ve tecezzî [bölünme, parçalanma] yoktur; bir küll [bütün] ile cüz’iyatı gibidir. Nasıl ki bir küllî, bütün cüz’iyatında mevcut olduğu halde, ne o küllîde tecezzî [bölünme, parçalanma] ve inkısam [bölünme, kısımlara ayrılma] olur ve ne de cüz’iyatında müzahame [zahmet verme, itişip kakışma] ve müdafaa olur. Küre-i arzdan [yer küre, dünya] da binlerce müstefid [faydalanan, yararlanan] olsa, ne aralarında bir müzahame [zahmet verme, itişip kakışma] olur ve ne küre-i arzda [yer küre, dünya] bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah

218

kerameti [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] olduğu için, âlem-i şehadetin [görünen alem] yaratılışında insan, ille-i gaiye [asıl hedef, gerçek sebep] menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin faideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek değildir.

﴾ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ 1 ﴿ İnzâlin Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] olan isnadından anlaşılıyor ki, yağmurun katreleri [damla] başıboş değildir; ancak bir hikmet altında ve bir mizan-ı kastî ile inerler. Çünkü, o mesafe-i baîdeden gelmekle beraber, rüzgâr ve hava da müsademelerine [çarpışma] yardımcı olduğu halde, katrelerin [damla] aralarında müsademe [çarpışma] olmuyor. Öyleyse o katreler [damla] başıboş olmayıp, gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir.

مِنَ السَّمَۤاءِ 2 Sema kelimesinin zikri geçtiğine nazaran, makam, zamirin yeri olduğu halde ism-i zahir ile zikredilmesi, yağmurların sema cirminden [büyük cisim] değil. Sema cihetinden geldiğine işarettir. Çünkü, sebkat eden sema kelimesinden maksat, cirm [büyük cisim] değil, cihettir.

مَۤاءً Semadan gelen karlar, dolular, sular olduğu halde yalnız suların zikredilmesi, en büyük istifadeyi temin eden, su olduğuna işarettir. مَاءً kelimesinde tenkiri [belirsiz kılma] ifade eden tenvin [Arapça gramerde bir kelimenin sonunu nun gibi okutmak üzere konulan işaret; kelimenin sonuna iki üstün (en), iki esre (in), iki ötre (ün) gelmesi hâli] ise, yağmur suyunun acip bir su olup, nizamı garip, imtizâcât-ı kimyeviyesi [kimyasal bileşimler, kimyasal karışımlar] size meçhul olduğuna işarettir.

فَاَخْرَجَ 3 ‘deki ف müddet ve mühlet olmaksızın takibini ifade eder. Buna binaen, semeratın [meyve] ihracı, yağmurun inzali [indirme] akabinde bir müddet ara vermeden husule [meydana gelme] gelmesi lâzımdır. Halbuki ihraç ile inzal [indirme] arasında hayli bir zaman vardır.

219

Öyleyse اَنْزَلَ 2 ,اَخْرَجَ 1’ye atıf değildir. Ancak, inzali [indirme] takip eden fiillerin silsilesi ortadan kaldırılarak o fiillerin neticesi hükmünde olan اَخْرَجَ, اَنْزَلَ ‘ye atfedilmiştir. Takdir-i kelâm şöyle olsa gerekir:

وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاهْتَزَّتِ اْلاَرْضُ وَرَبَتْ وَاَخْضَرَتْ وَ اَنْبَتَتْ فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ * 3

Bu itibarla, inzali [indirme] takip eden اِهْتَزَّتْ 4 fiilidir. ف ‘nin de asıl mevkii, اِهْتَزَّتْ dir.

بِهِ ‘deki ب harfi, sebebiyetle karışık ilsak mânâsınadır. Yani, su, semeratın [meyve] husulüne [meydana gelme] sebep olduğu gibi, semerata [meyve] mülsak, karışık, yapışık olduğundan da, semeratın [meyve] taravet [tazelik] ve tazeliğini muhafazaya vesiledir.

مِنَ الثَّمَرَاتِ 5 ‘deki مِنْ beyan ile karışık ibtidayı ifade eder. Bu itibarla اَخْرَجَ 6 ‘ye mef’ul [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] olamaz, ancak sâmi‘in [dinleyen, işiten] fehmine göre tayin edilen mef’ul[gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] mukadderdir. [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] مِنَ الثَّمَرَاتِ ise, o mef’ule [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] beyandır.

Takdir-i kelâm 7 فَاَخْرَجَ بِهِ ﴿ اَنْوَاعًا ﴾ مِنَ الثَّمَرَاتِ şeklindedir.

Nekre [gr. başına “el” takısı almamış, mânâsı kapalı, belirsiz isim] olarak رِزْقًا 8 ‘nın zikredilmesi, bu rızkın nereden ve neyle husule [meydana gelme] geldiği size meçhul olduğuna işarettir.

220

لَكُمْ 1 ‘deki ل ecliyet ve sebebiyet içindir. Yani, “Siz, rızkın gelmesine sebepsiniz, amma istifadesi size mahsus ve münhasır değildir ve başkalar da tebean istifadeye şeriktirler.”

Ve keza, Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] sizlere nimetlerini tahsis ettiği gibi, sizin de şükrünüzü Ona tahsis etmeniz lâzım geldiğine işarettir.

﴾ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْداَدًا 2 ﴿ Başta bulunan ف geçen dört fıkraya [bölüm] bakıyor. Yani: “Odur Mâbud, [ibadet edilen] şerik yapmayınız. Odur Kadîr-i Mutlak, [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] şerikini itikad [inanç] etmeyiniz. Odur Mün’im, [gerçek nimet verici olan Allah] şükründe şerik yapmayınız. Odur Hâlık, [her şeyi yaratan Allah] başka bir hâlık [her şeyi yaratan Allah] tahayyül [hayal etme] etmeyiniz.”

تَجْعَلُوا 3 Bu tabirin, تَعْتَقِدُوا 4 tabirine tercihi, onların, Allah’a isnad ettikleri şeriklerin ve misillerin [benzer] aslı ve hakikati olmadığı için o uydurma şeriklerin itikad [inanç] edilecek şeyler olmadığına, ancak uydurma, ca’lî şeyler olduklarına işarettir.

  لِلّٰهِ Lâfza-i Celâlin [“Allah” kelimesi] اَنْدَادًا 5 üzerine takdimi, Allah’ın daima hâzır olduğunu düşünmek lüzumuna ve nehyin [yasak] menşei, [kaynak] şerikin Allah için yapılışı olduğuna işarettir.

اَنْدَادًا Endad, نِدٌّ ‘ün cem’idir. [bir araya gelme] نِدٌّ ise, “misil[benzer] mânâsınadır. Halbuki, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] yapılan misil, [benzer] onun zıddı olur. Birşey, hem zıt, hem misil [benzer] olamaz; ve birşeyin zıddı, ona misil [benzer] olamaz. Öyleyse mislin [benzer] bulunması, mislin [benzer] muhaliyetini [imkansızlık] istilzam [gerektirme] eder.

اَنْدَادًا ‘in sîga-i cem ile zikri, müşriklerin cehaletine işarettir. Yani: “Hiçbir

221

cihetten bir benzeri olmayan Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] nasıl bir sürü misil [benzer] ve zıt yapıyorsunuz?”

Ve keza, bütün enva-ı şirkin reddine işarettir. Yani, “Ne zâtında ve ne sıfâtında ve ne ef’âlinde [fiiler, davranışlar] şeriki, şebihi [benzer] yoktur.”

Ve keza, vesenî, sâbiî, ehl-i teslis, ehl-i tabiat [her şeyin tabiatın tesiriyle (yaratmasıyla) meydana geldiğine inananlar] gibi firak-ı dâllenin [hak yoldan sapmış, inançsız gruplar] tevehhüm [kuruntu] ettikleri şeriklerin tabakalarına işarettir.

İhtar: Vesenî mezhebinin menşei, [kaynak] yıldızları ilâh itikad [inanç] etmek, hulûlü [içine girme, sirayet [bulaşma] etme (Allah’ın kâinattın içine girmesi)] tahayyül [hayal etme] etmek, cismiyeti [maddî özellik taşıma] tevehhüm [kuruntu] etmek gibi gülünç şeylerdir.

﴾ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ 1 ﴿ Bu cümle ile âyetlerin sonunda zikredilen emsalî cümleler, İslâmiyetin menşei [kaynak] ilim, esası, akıl olduğuna işaret eder. Binaenaleyh, İslâmiyetin, hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek, şânındandır.

تَعْلَمُونَ 2 ‘ye bir mef’ulün [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] terki, çok mef’ullerin [gr. nesne, tümleç; kendisine yapılanı bildiren isim, fiile yöneltilen ne, neyi, kimi sorularına cevap olarak alınan kelime] takdirine sebep olmuştur. Demek, îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ve ihtisarı [kısaltma] yapmakla itnab [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] ve uzatmaktan kaçarken, daha ziyade itnaba, [sözü uzatma; yeni bir fayda için, maksadı alışılmamış bir tarzda uzun bir söz ile ifade etme] tatvîle sebep olmuştur. Yani, Allah’tan başka mâbudunuz [ibadet edilen] olmadığını, halıkınızın [her şeyi yaratan Allah] bulunmadığını başka bir kadîr-i mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] olmadığını ve mün’iminizin [gerçek nimet verici olan Allah] bulunmadığını bilirsiniz. Keza bilirsiniz ki, onların uydurdukları âlihe ve esnâm, [vakit, zaman] bir şeye kàdir olmayıp, onlar da mahlûk ve mec’ûl şeylerdir.