SÖZLER – On Dokuzuncu Söz (319-332)

319

On Dokuzuncu Söz

 Risalet-i Ahmediyeye dairdir

وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى وَلٰكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ * 1

Evet, şu Söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir. [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) vasıfları, özellikleri]

On Dört Reşahâtı [sızıntılar, damlalar] tazammun [içerme, içine alma] eden On Dördüncü Lem’anın [parıltı]

BİRİNCİ REŞHASI2 [sızıntı]

Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif [tanıtıcı, tarif edici] var: Birisi şu kitab-ı kâinattır [kâinat kitabı] ki, bir nebze şehadetini on üç Lem’a [parıltı] ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin [büyük bir kitabı andıran kâinat] âyet-i kübrâ[en büyük delil] olan Hâtemü’l-Enbiyâ [peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur’ân-ı Azîmüşşandır. [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] Şimdi, şu ikinci burhan-ı nâtıkı [konuşan delil] olan Hâtemü’l-Enbiyâ [peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.m.)] aleyhissalâtü vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.

Evet, o burhanın [delil] şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bak:

Sath-ı arz [yeryüzü] bir mescid, Mekke bir mihrap, [imamın cemaate namaz kıldırdığı yer] Medine bir minber; [câmide hutbe okunan yer] o burhan-ı bâhir [açık delil] olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana [Allah’a inanan] imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya [nebiler, peygamberler] reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliyadan mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] bir halka-i zikrin [zikir halkası] serzâkiri; [zikredenlerin başı] bütün enbiya [nebiler, peygamberler] hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar [tap taze] semereleri [meyve] bir şecere-i nuraniyedir [nurlu ağaç] ki, herbir dâvâsını,

320

mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya [nebiler, peygamberler] ve kerametlerine [Allah’ın bir ikramı olarak bazı kişi ve varlıklarda görülen olağanüstü hal ve özellik] itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira, o Lâ ilâhe illâllah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, [zikreden] aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ile, mânen Sadakte [“doğru söyledin”] ve bilhakkı natakte [hakkı konuştun] derler.

Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir müddeâya [dava, tez; iddia edilen şey] parmak karıştırsın?

İKİNCİ REŞHA [sızıntı]

O nuranî burhan-ı tevhid, [Cenab-ı Allah’ın birlik delili] nasıl ki iki cenâhın [kanat] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatürüyle [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi kütüb-ü semâviyeninHaşiye [vahye dayanan kutsal kitaplar] yüzler işârâtı1 [işaretler] ve irhâsâtın [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğinden evvel meydana gelen ve peygamber olacağına işaret eden harika haller, belirtiler] binler rumuzâtı2 [ince işaretler] ve hâtiflerin [gelecekten haber veren cinnî] meşhur beşârâtı [müjdeler] ve kâhinlerin mütevatir [yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından aktarılan hadis veya haber] şehâdâtı3 [şahitlikler ve tanıklıklar] ve şakk-ı kamer4 [Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi] gibi binler mu’cizâtının delâlâtı [delil olmalar, işaretler] ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesi [övgüye değer huylar] ve vazifesinde nihayet hüsnündeki [güzellik] secâyâ-yı gàliyesi [çok kıymetli ve yüksek huylar] ve kemâl-i emniyeti [güvenilirliğin mükemmelliği] ve kuvvet-i imanını [iman gücü] ve gayet itminanını [inanma, kalben tatmin olma] ve nihayet vüsukunu [doğruluk, güvenilirlik] gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyeti, [Allah’a kulluk] fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti, [gayret, kararlılık] dâvâsında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.

ÜÇÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Eğer istersen, gel, Asr-ı Saadete, [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] Ceziretü’l-Araba [yarımada] gideriz. Hayalen olsun, onu vazife başında görüp ziyaret ederiz.

321

İşte, bak: Hüsn-ü sîret [ahlâk güzelliği] ve cemâl-i suretle [görünüş güzelliği] mümtaz [seçkin] bir zâtı görüyoruz ki, elinde mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir kitap, lisanında hakaik-âşinâ [gerçekleri bilen] bir hitap, bütün benî Âdeme, [Âdemoğlu, insan] belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı bir hutbe-i ezeliyeyi [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-i âlem [âlemin yaratılış sırrı] olan muammâ-i acibânesini [hayret verici, bilinmeyen iş] hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat [evrenin sırrı] olan tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] fetih ve keşf ederek, bütün mevcudattan [var edilenler, varlıklar] sorulan, bütün ukulü [akıllar] hayret içinde meşgul eden üç müşkül [zorluk] ve müthiş sual-i azîm [büyük soru] olan “Necisin? [pis] Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, [ikna edici] makbul cevap verir.

DÖRDÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Bak, öyle bir ziya-yı hakikat [hakikat ışığı] neşreder ki, eğer onun o nuranî daire-i hakikat-i irşadından hariç bir surette kâinata baksan, elbette kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî [genel yas evi] hükmünde ve mevcudatı [var edilenler, varlıklar] birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevilhayatı [canlılar] zevâl [batış, kayboluş] ve firakın [ayrılık] sillesiyle [tokat] ağlayan yetimler hükmünde görürsün.

Şimdi bak, onun neşrettiği nur ile, o matemhane-i umumî, [genel yas evi] şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] etti. O ecnebî, düşman mevcudat, [var edilenler, varlıklar] birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i sâmite, [suskun, ölü ve cansız varlıklar] birer mûnis [cana yakın] memur, birer musahhar [boyun eğdirilmiş] hizmetkâr vaziyetini aldı. Ve o ağlayıcı ve şekvâ [şikayet] edici, kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir [zikreden] veya vazife paydosundan şâkir [Allah’a şükreden] suretine girdi.

BEŞİNCİ REŞHA [sızıntı]

Hem o nur ile, kâinattaki harekât, tenevvüat, [çeşitlenmeler] tebeddülât, [başkalaşma, değişme] tagayyürat, [başkalaşmalar] mânâsızlıktan ve abesiyetten [anlamsızlık] ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp, birer mektubat-ı Rabbâniye, [Rabbânî mektuplar, İlâhî mesajlar] birer sahife-i âyât-ı tekvîniye, [yaratılışa ait delillerin sahifesi] birer merâyâ-yı esmâ-i İlâhiye [İlâhî isimlerin aynaları] ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedâniye [Samed olan Allah’ın hikmetli kitabı] mertebesine çıktılar.

Hem insanı bütün hayvânâtın mâdûnuna [aşağı, alt derece] düşüren hadsiz zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve aczi, fakr ve ihtiyâcâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-ı nakl-i hüzün ve elem ve gam [üzüntü, acı ve sıkıntı nakleden vasıta]

322

olan aklı o nurla nurlandığı vakit, insan bütün hayvanat, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ile, niyaz ile nazenin [ince, duyarlı] bir sultan ve fîzar [ağlayıp inleme] ile nazdar [nazlı] bir halife-i zemin [yeryüzü halifesi] olur.

Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet, elbette böyle bedî [benzersiz bir şekilde yoktan yaratan] bir kâinatta böyle bir zat lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk [felekler, âlemler] olmamalıdır.

ALTINCI REŞHA [sızıntı]

İşte, o zat, bir saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin [sonsuz rahmet] kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı Rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] mehâsininin [güzellikler] dellâlı, [davetçi, ilan edici] seyircisi ve künûz-u esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimlerinin hazineleri] keşşâfı, [keşfeden, açan (Kur’ân’ın belâgat sırlarının perdesini aralayan ve mu’cizeliğini ispat eden Zemahşerî’nin belâgat ilmine dair “Keşşâf” isimli eserine telmih [ana fikri ispata veya güçlendirmeye yönelik herkes tarafından bilinen bir şeyle, bir hakikatle işarette bulunma] vardır)] göstericisi olduğundan, böyle baksan-yani ubûdiyeti [Allah’a kulluk] cihetiyle-onu bir misal-i muhabbet, [sevgi misali] bir timsal-i rahmet, [rahmet örneği] bir şeref-i insaniyet, [insanlığın şerefi] en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat [yaratılış ağacının meyvesi] göreceksin. Şöyle baksan—yani risaleti [elçilik, peygamberlik] cihetiyle—bir burhan-ı hak, [hakdelili] bir sirac-ı hakikat, [hakikat lambası] bir şems-i hidayet, [hak ve doğru yol güneşi] bir vesile-i saadet [mutluluk vesilesi] görürsün.

İşte, bak: Nasıl berk-i hâtıf [göz kamaştıran şimşek] gibi, onun nuru şarktan garbı [batı] tuttu. Ve nısf-ı arz [yeryüzünün yarısı] ve hums-u beşer, [insanlığın beşte biri] onun hediye-i hidayetini [hak ve doğru yol hediyesi] kabul edip hırz-ı can [bağrına basıp canı gibi korumak] etti. Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki, böyle bir zâtın bütün dâvâlarının esası olan Lâ ilâhe illâllah’ı, bütün meratibiyle [mertebeler] beraber kabul etmesin?

YEDİNCİ REŞHA [sızıntı]

İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada [geniş yarımada] vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, [kavimler] ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini [ilkel ve kötü ahlâk] def’aten [âni, birden bire] kal’ ve ref’ [kaldırma] ederek, bütün ahlâk-ı hasene [güzel ahlâk] ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme [milletler] üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, [hükmetme, musallat olma] belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir [boyun eğdirme] ediyor. Mahbub-u kulûb, [kalplerin sevgilisi] muallim-i ukul, [akılların öğretmeni] mürebbi-i nüfus, [nefislerin terbiyecisi] sultan-ı ervah [ruhların sultanı] oldu.

323

SEKİZİNCİ REŞHA [sızıntı]

Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, [insan topluluğu] büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, [ciddi gayret] ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, [insan topluluğu] zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, [ciddi gayret] az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki [yüksek ve güzel huylar, yüksek karakter] dem [an, vakit] ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı [yarımada] gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

DOKUZUNCU REŞHA [sızıntı]

Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı [tartışmalı] bir dâvâda, hicapsız, [utanmadan] pervâsız, [korkusuz] küçük fakat hacâlet-âver [utanç verici] bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür [üzülme, etkilenme] ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, [korkmadan] bilâtereddüt, [tereddütsüz] bilâhicap, [utanmaksızın] telâşsız, samimî bir safvetle, [arılık, berraklık] büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, [çok şiddetli] ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilâf [aykırı ve zıt olan] bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür? Kellâ!

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى 1 Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn [doğru görüşlü] aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnîdir, [çok uzak ve arınmış] Hakikatbînin [doğru görüşlü] gözüne hayalin ne haddi var ki hakikat görünsün, aldatsın?

ONUNCU REŞHA [sızıntı]

İşte, bak: Ne kadar merak-âver, [merak verici] ne kadar cazibedar, ne kadar lüzumlu, ne kadar dehşetli hakaikı [doğru gerçekler] gösterir ve mesâili [meseleler] ispat eder. Bilirsin ki, en ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ, eğer sana denilse, “Yarı ömrünü, yarı malını versen, Kamerden [ay] ve Müşteriden biri gelir, Kamerde [ay] ve Müşteride ne var, ne yok,

324

ahvâlini [haller] sana haber verecek. Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek”; merakın varsa, vereceksin.

Halbuki, şu zat öyle bir Sultanın ahbârını [haberler] söylüyor ki, memleketinde Kamer, [ay] bir sinek gibi, bir pervane [korku] etrafında döner. O Arz olan o pervane [korku] ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultanın binler menzillerinden bir misafirhanesinde, binler misbahlar [lamba] içinde bir lâmbasıdır.

Hem öyle acaip bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve öyle bir inkılâptan [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] haber veriyor ki, binler küre-i arz [yer küre, dünya] bomba olsa, patlasalar, o kadar acip olmaz. Bak, onun lisanında اَلْقَارِعَةُ * اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ * اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 1 gibi sûreleri işit. Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki, şu dünyevî istikbal ona nisbeten bir katre [damla] serap hükmündedir.

Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki, bütün saadet-i dünyeviye [dünya hayatındaki mutluluk] ona nisbeten bir berk-i zâilin [bir an parlayıp yok olan şimşek] bir şems-i sermede [devamlı ve sürekli güneş] nisbeti gibidir.

ON BİRİNCİ REŞHA [sızıntı]

Böyle acip ve muammâ-âlûd [anlaşılması zor ve karışık] şu kâinatın perde-i zahiriyesi [görünürdeki perde] altında, elbette ve elbette böyle acaip bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle harika ve fevkalâde mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] bir zat lâzımdır.

Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki, o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor.

Hem bizi nimetleriyle perverde [beslenmiş, eğitilmiş] eden şu semâvât ve arzın [gökler ve yer] İlâhı bizden ne istiyor, marziyâtı [Allah’ın razı olduğu davranışlar] nedir; pek sağlam olarak bize ders veriyor.

Hem bunlar gibi daha pek çok merak-âver, [merak verici] lüzumlu hakaikı [doğru gerçekler] ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken, ekser insanlara ne olmuş ki, sağır olup kör olmuşlar, belki divane olmuşlar ki bu hakkı görmüyorlar, bu hakikati işitmiyorlar, anlamıyorlar?

ON İKİNCİ REŞHA [sızıntı]

İşte, şu zat, şu mevcudat [var edilenler, varlıklar] Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] vahdâniyetinin [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] hakkaniyeti derecesinde hak bir burhan-ı nâtık, [konuşan delil] bir delil-i sadık [doğru delil] olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] dahi bir burhan-ı katıı, [sağlam delil] bir delil-i sâtııdır. [parlak delil] Belki, nasıl ki o zat, hidayetiyle

325

saadet-i ebediyenin [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] sebeb-i husulü [meydana gelme sebebi] ve vesile-i vusulüdür; [kavuşma vesilesi] öyle de, duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu [varlık sebebi] ve vesile-i icadıdır. [var ediliş vesilesi] Haşir meselesinde geçen1 şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz.

İşte, bak: O zat öyle bir salât-ı kübrâda [büyük namaz] dua ediyor ki, güya şu cezire, [yarımada] belki arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.

Bak, hem öyle bir cemaat-i uzmâda [büyük cemaat] niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] zaman-ı Âdemden [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı] asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî, kâmil insanlar, ona ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile iktidâ [tabi olma, uyma] edip duasına âmin diyorlar.

Hem bak, öyle bir hâcet-i âmme [genel ihtiyaç] için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, [yer ehli, dünyalılar] belki ehl-i semâvât, [gök ehli, melekler ve ruhanîler] belki bütün mevcudat, [var edilenler, varlıklar] niyazına, “Evet, yâ Rabbenâ, [ey Rabbimiz] ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.

Hem öyle fakirâne, [muhtaç bir şekilde] öyle hazinâne, [hüzünlü bir şekilde] öyle mahbubâne, öyle müştakâne, [arzulu, aşırı istekli] öyle tazarrukârâne [yalvarıp yakararak] niyaz ediyor ki, bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.

Bak, hem öyle bir maksat, öyle bir gaye için dua ediyor ki, insanı ve âlemi, belki bütün mahlûkatı esfel-i sâfilînden, [aşağıların aşağısı] sukuttan, [alçalış, düşüş] kıymetsizlikten, faidesizlikten, âlâ-yı illiyyîne, [yücelerin en yücesi] yani kıymete, bekàya, ulvî vazifeye çıkarıyor.

Bak, hem öyle yüksek bir fizâr-ı istimdatkârâne [yardım isteyerek inleyip ağlamak] ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne [rahmet dilercesine dua] ile istiyor, yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata [var edilenler, varlıklar] ve semâvâta ve Arşa işittirip, vecde [coşku] getirip, duasına “Âmin Allahümme âmin[ey Allahım, kabul eyle] dedirtiyor.

Bak, hem öyle Semî, [her şeyi işiten Allah] Kerîm [cömert, ikram sahibi] bir Kadîrden, öyle Basîr, [gören] Rahîm bir Alîmden hâcetini [ihtiyaç] istiyor ki, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] en hafî [gizli] bir zîhayatın [canlı] en hafî [gizli] bir hâcetini, [ihtiyaç] bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünkü istediğini—velev lisan-ı hâl [hal dili] ile olsun—verir. Ve öyle bir suret-i hakîmâne, [hikmetli bir şekilde] basîrâne, [görerek] rahîmânede [şefkatle, merhametli bir şekilde] verir ki, şüphe bırakmaz, bu terbiye ve tedbir öyle bir Semî [her şeyi işiten Allah] ve Basîr ve öyle bir Kerîm [cömert, ikram sahibi] ve Rahîme hastır.

326

ON ÜÇÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Acaba bütün efâzıl-ı benî Âdemi [insanlığın en faziletlileri] arkasına alıp, arz üstünde durup, Arş-ı Âzama [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] müteveccihen [yönelen] el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan [insanlığın şerefi] ve ferîd-i kevn ü zaman [zaman ve varlığın bir tanesi] ve bihakkın [gerçek anlamıyla] fahr-i kâinat [bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m.)] ne istiyor?

Bak, dinle: Saadet-i ebediye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] istiyor. Bekà istiyor. Lika [Allah’a kavuşma] istiyor. Cennet istiyor. Hem, merâyâ-yı mevcudatta [Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olan varlıklar] ahkâmını [hükümler] ve cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye [Allah’ın her türlü kusur ve eksiklikten yüce isimleri] ile beraber istiyor. Hattâ, eğer rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hikmet, adalet gibi hesapsız o matlubun [istek] esbab-ı mucibesi [bir şeyi gerektirici sebepler] olmasaydı, şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına sebebiyet verecekti.

Evet, nasıl ki onun risaleti [elçilik, peygamberlik] şu dâr-ı imtihanın [imtihan yeri] açılmasına sebebiyet verdi. Öyle de, onun ubûdiyeti [Allah’a kulluk] dahi öteki dârın açılmasına sebeptir. Acaba ehl-i akıl [akıl sahibi kimseler] ve tahkike [araştırma, inceleme] لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ 1 dedirten şu meşhud [görünen] intizam-ı fâik, [üstün düzenlilik] şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at [güzel san’at] ve misilsiz [benzer] cemâl-i Rububiyet, [Allah’ın bütün mahlukâtı terbiye ediciliğinin güzelliği] hiç böyle bir çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki, en cüz’î, [ferdî, küçük] en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin; en ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ!. [asla] Yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.

Yahu, ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa, yüz sene şu zamanda, şu cezirede [yarımada] kalsak, yine o zâtın garaib-i icraatını [icraatın gariplikleri] ve acaib-i vezâifini, [vazifelerin şaşırtıcılıkları] yüzden birisine tamamen ihata [herşeyi kuşatma] edip temâşâsında doyamayız. Şimdi, gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o şems-i hidayetten [hak ve doğru yol güneşi] aldıkları feyizle çiçek açmışlar; Ebû Hanife, Şâfiî, Ebû Bayezid-i Bistâmî,

327

Şah-ı Geylânî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi milyonlar münevver [aydın] meyveler veriyor.

Meşhudâtımızın [görünen] tafsilâtını [ayrıntılar] başka vakte tâlik [sonraya bırakma] edip, o mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] ve hidayet-edâya, [hidayet verici] bir kısım kat’î mu’cizâtına işaret eden bir salâvat [namazlar, dualar] getirmeliyiz.

عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ * مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَاَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ * عَلٰى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرٰيةُ وَاْلاِنْجِيلُ وَالزَّبُورُ * وَبَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَهَوَاتِفُ الْجِنِّ وَاَوْلِيَۤاءُ اْلاِنْسِ وَكَوَاهِنُ الْبَشَرِ * وَانْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ * سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ * عَلٰى مَنْ جَۤائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ، وَنَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَۤائِهِ الْمَطَرُ، وَاَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ * وَشَبِعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِاٰۤتٌ مِنَ الْبَشَرِ، وَنَبَعَ الْمَۤاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ، وَاَنْطَقَ اللهُ لَهُ الضَّبَّ وَالظَّبْىَ وَالْجِذْعَ وَالزِّرَاعَ وَالْجَمَلَ وَالْجَبَلَ وَالْحَجَرَ وَالْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَمَا زَاغَ الْبَصَرُ * سَيِّدِنَا وَشَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَسَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمٰنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَۤاءِ عِنْدَ قِرَاءَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْاٰنِ مِنْ كُلِّ قَارِئٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلٰۤى اٰخِرِ الزَّمَانِ * وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا يَۤا اِلٰهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا.. اٰمِينَ * 1

328

 Şuâât-ı Mârifetü’n-Nebî namındaki Türkçe bir risalede ve On Dokuzuncu Mektupta ve şu Sözde icmâlen [özet] işaret ettiğimiz delâil-i nübüvvet-i [peygamberlik delilleri] Ahmediyeyi (a.s.m.) beyan etmişim. Hem onda Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] vücuh-u i’câzı [mu’cize olma yönleri] icmâlen [özet] zikredilmiş. Yine Lemeât [Lem’alar isimli eser] namında Türkçe bir risalede ve Yirmi Beşinci Sözde Kur’ân’ın kırk vech [cihet, yön, taraf] ile mu’cize olduğunu icmâlen [özet] beyan ve kırk vücuh-u i’câzına [mu’cize olma yönleri] işaret etmişim. O kırk vecihte, [yön] yalnız nazımda [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] olan belâğati, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki bir tefsir-i Arabîde, kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.

ON DÖRDÜNCÜ REŞHA [sızıntı]

Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ [büyük mu’cize] olan Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] nübüvvet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bir ve tek olması] o derece kat’î ispat ediyor ki, başka burhana [delil] hâcet [ihtiyaç] bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkit [tenkide sebep] olmuş bir iki lem’a-i i’câzına [mu’cizelik parıltısı] işaret ederiz.

İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân]

· şu kitab-ı kebir-i kâinatın [büyük kâinat kitabı] bir tercüme-i ezeliyesi, [ezelî tercüme]

· şu sahâif-i arz ve semâda müstetir [gizli, örtülü] künûz-u esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimlerinin hazineleri] keşşafı, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan]

· şu sutûr-u hâdisâtın [Cenab-ı Hak tarafından kâinat kitabında satırlar gibi yazılan olaylar zinciri] altında muzmer [gizli, saklı] hakaikın [doğru gerçekler] miftâhı,

· şu âlem-i şehadet [görünen alem] perdesi arkasındaki âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,

· şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, [geometri]

· âvâlim-i uhreviyenin haritası,

· Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin [Allah’ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] kavl-i şârihi, [açıklayıcı söz; kesin delil] tefsir-i vâzıhı, [açık tefsir] burhan-ı nâtıkı, [konuşan delil] tercüman-ı sâtıı, [parlak, güçlü tercüman]

· şu âlem-i insaniyetin [insan âlemi] mürebbîsi, [eğitici, terbiye edici] hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi,

329

· hem bir kitab-ı hikmet [hikmet kitabı] ve şeriat,

· hem bir kitab-ı dua [dua kitabı] ve ubûdiyet, [Allah’a kulluk]

· hem bir kitab-ı emir ve davet, [emir ve davet kitabı]

· hem bir kitab-ı zikir [zikir kitabı] ve marifet [Allah’ı bilme ve tanıma] gibi,

· bütün hâcât-ı mâneviyesine [mânevî ihtiyaçlar] karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib [mânevî usül, tarz ve yol sahipleri] olan evliya ve sıddıkînin, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] ve muhakkikînin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] herbirinin meşreplerine [hareket tarzı, metod] lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.

Sebeb-i kusur [kusur sebebi] tevehhüm [kuruntu] edilen tekraratındaki [tekrarlar] lem’a-i i’câza [mu’cizelik parıltısı] bak ki: Kur’ân hem bir kitab-ı zikir, [zikir kitabı] hem bir kitab-ı dua, [dua kitabı] hem bir kitab-ı davet [davet kitabı] olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, [güzel görülen, beğenilen] belki elzemdir ve eblâğdır. Ehl-i kusurun [kusur arayanlar] zannı gibi değil. Zira, zikrin şe’ni, [belirleyici özellik] tekrar ile tenvirdir. [aydınlatma] Duanın şe’ni, [belirleyici özellik] terdad [tekrar] ile takrirdir. [yerleştirme] Emir ve davetin şe’ni, [belirleyici özellik] tekrar ile te’kittir.

Hem herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben [çoğunlukla] muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın maksatları] ekser uzun sûrelerde derc [yerleştirme] edilerek, herbir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşirve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ… Demek, tekrar-ı âyet, [âyetin tekrarı] tekerrür-ü ihtiyaçtan [ihtiyacın tekrarlanması] ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı [arzu, istek] ve iştiha[arzu, istek] tahrik etmek için tekrar eder.

Hem Kur’ân müessistir, [tesis eden, kuran] bir din-i mübînin [hak ve hakikatı açıklayan din, İslâm] esasatıdır [esaslar] ve şu âlem-i İslâmiyetin [İslâm âlemi] temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi [insanların sosyal hayatı] değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer  

330

suallerine cevaptır. Müessise, [tesis eden, kuran] tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid [kuvvetlendirme] için terdad [tekrar] lâzımdır. Te’yid için takrir, [yerleştirme] tahkik, [araştırma, inceleme] tekrir [tekrarlama] lâzımdır.

Hem öyle mesâil-i azîme [büyük meseleler] ve hakaik-ı dakikadan [ince hakikatler] bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır.

Bununla beraber, sureten [görünüş itibarıyla] tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh [vecihler, yönler] ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor.

Hem Kur’ân’ın, mesâil-i kevniyenin [yaratılışla ilgili meseleler] bazısında ipham [gizleme] ve icmâli [özet] ise, irşadî [doğru yolu göstermekle ilgili] bir lem’a-i i’cazdır. [mu’cizelik parıltısı] Ehl-i ilhâdın [inkarcılar, dinsizler] tevehhüm [kuruntu] ettikleri gibi medar-ı tenkit [tenkide sebep] olamaz ve sebeb-i kusur [kusur sebebi] değildir.

Eğer desen: “Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] felsefenin mevcudattan [var edilenler, varlıklar] bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili [meseleler] mücmel [kısa, kısaca] bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi [genelin bakışı] okşayacak, hiss-i âmmeyi [genelin duygusu] rencide etmeyecek, fikr-i avâmı [avâmın, halkın düşüncesi] tâciz [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede [görünüşteki basit şekil] söylüyor.”

Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için… Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] maânîsini [mânâlar] anlattırıp, tâ Hâlıkını [her şeyi yaratan Allah] tanıttırsın. Demek, mevcudata [var edilenler, varlıklar] kendileri için değil, belki Mûcidleri [icad eden, yoktan var eden, Allah] için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata [var edilenler, varlıklar] mevcudat [var edilenler, varlıklar] için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne [bilim adamları] hitap ediyor. Öyle ise, madem ki Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mevcudatı [var edilenler, varlıklar] delil yapıyor, burhan [delil] yapıyor; delil zahirî olmak, nazar-ı umuma [genelin bakışı] çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur’ân-ı Mürşid [doğru yolu gösterici Kur’ân] bütün tabakat-ı beşere [insan grupları] hitap eder. Kesretli [çokluk] tabaka ise tabaka-i avamdır. [halk tabakası] Elbette, irşad [doğru yol gösterme] ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham [gizleme] ile icmal [kısaca, özet olarak] etsin; ve dakik [derin ve ince] şeyleri temsil ile takrib [yaklaştırma] etsin; ve muğâlatalara [demagoji, aldatma] düşürmemek için, zahirî nazarlarında bedihî [açık, aşikâr] olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir [değiştirme] etmemektir.

331

Meselâ güneşe der, “Döner bir siracdır, [kandil, lamba] bir lâmbadır.” Zira, güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] âyine-i marifeti [Allah’ı tanıma ve bilme aynası] olduğundan bahsediyor.

Evet, der: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِراَجاً 1 “Güneş döner.” Bu “döner” tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti [Allah’ın kudretiyle dilediği gibi icraat ve faaliyetlerde bulunması] ihtar ile azamet-i Sânii [her şeyi san’atlı olarak yaratan Allah’ın büyüklüğü] ifham [(he ile) anlatma] eder. İşte, bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud [görünen] olan intizama tesir etmez.

Hem der: 2 وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Şu “sirac[kandil, lamba] tabiriyle, âlemi bir kasır [köşk, saray] suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata [canlı] ihzar [hazırlama] edilmiş müzeyyenat [süslemeler] ve mat’ûmat [yiyecekler] ve levazımat [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] olduğunu ve güneş dahi musahhar [boyun eğdirilmiş] bir mumdar [ışık veren] olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı [Yaratıcının ihsanı, bağışı] ifham [(he ile) anlatma] eder.

Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. [sıvı haldeki büyük ateş kütlesi] Ondan fırlamış olan seyyârâtı [gezegenler] etrafında döndürüp, cesâmeti [büyüklük] bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir…” Mûhiş [korkutucu, dehşet verici] bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî [ilmî mükemmellik] vermiyor. Bahs-i Kur’ân [Kur’ân’ın bahsi] gibi etmiyor.

Buna kıyasen, bâtınen kof, [boş] zâhiren mutantan [tantanalı, gösterişli] felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine [görünüşteki parlaklık ve gösteriş] aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ [mu’cize gösteren] beyanına karşı hürmetsizlik etme.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ شِفَۤاءً لَنَا وَلِكَاتِبِهِ وَاَمْثاَلِهِ مِنْ كُلِّ دَۤاءٍ، وَمُونِسًا لَنَا وَلَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَبَعْدَ مَمَاتِنَا، وَفِى الدُّنْيَا قَرِينًا، وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا، وَفِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا، وَعَلَى الصِّرَاطِ نُورًا، وَمِنَ النَّارِ سِتْرًا وَحِجَابًا، وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا، وَاِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهاَ دَلِيلاً وَاِمَامًا، بِفَضْلِكَ

332

وَجُودِكَ وَكَرَمِكَ وَرَحْمَتِكَ يَۤا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، اٰمِينَ * اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقاَنُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ، اٰمِينَ، اٰمِينَ * 1

İHTAR: Arabî Risaletü’n-Nur’da [Risale-i Nur] On Dördüncü Reşhanın [sızıntı] Altı Katresi, [damla] bahusus [hususan, özellikle] Dördüncü Katrenin [damla] Altı Nüktesi, [derin anlamlı söz] Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] kırk kadar envâ-ı i’câzından [mu’cizelik çeşitleri] on beşini beyan eder. Ona iktifâen [yeterli görerek] burada ihtisar [kısaltma] ettik. İstersen ona müracaat et; bir hazine-i mu’cizat [mu’cizeler hazinesi] bulursun.