SÖZLER – Onuncu Söz -3 (143-176)

143

Onuncu Sözün Mühim Bir Zeyli [ek] ve Lâhikasının Birinci Parçası

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ * يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَۤا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُۤوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَۤاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ * وَمِنْ اٰيَاتِهِۤ اَنْ تَقُومَ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَۤا أَنْتُمْ تَخْرُجُونَ * وَلَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ * وَهُوَ الَّذِي يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 1

144

İmanın bir kutbunu gösteren bu semavî âyât-ı kübranın [büyük, yüce âyetler] ve haşri ispat eden şu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] berâhin-i uzmânın [büyük deliller] bir nükte-i ekberi [en büyük nükte, ince derin mânâ] ve bir hüccet-i âzamı [en büyük delil] bu Dokuzuncu Şuâda beyan edilecek. Lâtif [berrak, şirin, hoş] bir inâyet-i Rabbâniyedir [Allah’ın inayeti, yardımı] ki, bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddimesi [başlangıç] Muhakemat namındaki eserin âhirinde,

“İkinci Maksat: Kur’ân’da haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نَخُو بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 1 deyip durmuş, daha yazamamış.

Hâlık-ı Rahîmime [herbir varlığa hususî rahmet ve merhamet tecellîsi olan yaratıcı; Allah] delâil [deliller] ve emârât-ı haşriye [haşrin belirtileri, işaretleri] adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik [başarı] ihsan [bağış] eyledi. Evet bundan dokuz on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 2

ferman-ı İlâhînin [Allah’ın emir ve buyruğu] iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri [delil] ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Sözü [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] in’âm [nimet verme] etti. Münkirleri [Allah’a inanmayan] susturdu. Hem, iman-ı haşrînin [haşre iman] hücum edilmez o iki metin [sağlam] kal’asından, [kale] dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr [adı geçen] âyât-ı ekberin [en büyük âyetler, deliller] tefsirini bu risale ile ikram etti. İşte bu Dokuzuncu Şuâ, [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] mezkûr [adı geçen] âyâtıyla işaret edilen dokuz âlî [yüce] makam ve bir ehemmiyetli mukaddimeden [başlangıç] ibarettir.3

ba

145

 Mukaddime

 Haşir akîdesinin, [inanç] pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmia[çok kapsamlı netice] ihtisarla [kısaltma] beyan ve hayat-ı insaniyeye, [insan hayatı] hususan hayat-ı içtimaiyesine [sosyal hayat] ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve bu iman-ı haşrî [haşre iman] akîdesinin [inanç] pek çok hüccetlerinden, [delil] bir tek hüccet-i külliyeyi [büyük ve kapsamlı delil] icmal [kısaca, özet olarak] ile göstermek ve o akîde-i haşriye [haşir inancı] ne derece bedîhi [açık] ve şüphesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak İki Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA

Âhiret akîdesi, [inanç] hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve şahsiye-i insaniyenin [insanın şahsiyeti] üssü’l-esası [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] ve saadetinin ve kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] esasatı [esaslar] olduğuna, yüzer delillerinden bir mikyas [ölçü] olarak yalnız dört tanesine işaret edeceğiz:

Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i mâneviye [mânevî güç] bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz [karşı konulmaz, direnilmez] mîzac-ı ruhlarında, [ruhun durumu, yaratılışı] o Cennet ile bir ümit bulup mesrurâne [mutlu] yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.”1 Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri o zayıf biçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] zîr ü zeber [alt üst] ederek gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini [güzellikler, incelikler] dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.

İkinci delil: Nev-i insanın—bir [insan türü, insanlık] cihette—nısfı olan ihtiyarlar, yalnız hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı]

146

ile yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül edebilirler. Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler. Ve çocuk hükmüne geçen seriü’t-teessür [çabuk üzülen] ruhlarında ve mizaçlarında mevt [ölüm] ve zevâlden [batış, kayboluş] çıkan elîm ve dehşetli meyusiyete [ümitsiz] karşı, ancak hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ümidiyle mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilirler. Yoksa, o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-i kalbiyeye [kalp rahatlığı] çok muhtaç o endişeli babalar ve analar öyle bir vaveylâ-i ruhî [ruhtan gelen feryat] ve bir dağdağa-i kalbî [kalp sıkıntısı] hissedeceklerdi ki, bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli [sıkıntılı, üzüntülü] bir azap olurdu.

Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin [sosyal hayat] medarı [kaynak, dayanak] olan gençler, delikanlılar, şiddet-i galeyanda [şiddetli coşkunluk, coşup taşma] olan hissiyatlarını ve ifratkâr [haddi aşan, ileri giden] bulunan nefis ve hevâlarını tecavüzattan [tecavüzler, saldırılar] ve zulümlerden ve tahribattan durduran ve hayat-ı içtimaiyenin [sosyal hayat] hüsn-ü cereyanını [güzel gidişat] temin eden, yalnız Cehennem fikridir. Yoksa, Cehennem endişesi olmazsa, “El-hükmü li’l-galib[hüküm galip ve kuvvetli olanındır] kaidesiyle, o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zayıflara, âcizlere, dünyayı cehenneme çevireceklerdi ve yüksek insaniyeti gayet süflî [alçak] bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde [dünya hayatı] en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek [hareketi sağlayan güç kaynağı] ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce [sığınak] bir tahassungâh [korunma yeri, sığınak] ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarâne [vefalı olarak] hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî [daimi, sürekli] bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, [babaya yakışır şekilde] ferzendâne, [evlada yakışır şekilde] kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akîdesiyle [inanç] olabilir. Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. [hayat arkadaşı, eş] Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı

147

ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyare [yaşlı kadın] karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele [karşılama; karşılık verme] edebilir. Yoksa, kısacık bir iki saat sûrî [görünüşte] bir refakatten sonra ebedî bir firak [ayrılık] ve müfarakate [ayrılık] uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî [görünüşte] ve muvakkat [geçici] ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye [insanın kendi cinsinden olana acıması] mânâsında ve bir mecazî merhamet ve sun’î [gerçek olmayan] bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip o dünya cennetini cehenneme çevirir.

İşte, iman-ı haşrînin [haşre iman] yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye [insanların sosyal hayatı] taallûk [ait olma, ilgilendirme] eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faidelerinden mezkûr [adı geçen] dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki, hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkuku [gerçekleşme] ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî hâceti [ihtiyaç] derecesinde kat’îdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücûdu, taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu [gerçekleşme] bildirir. Ve eğer bu hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] neticeleri insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe [leş] hükmüne sukut [alçalış, düşüş] edeceğini isbat eder.

Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatı [bir araya gelme, toplanma] ile çok alâkadar olan içtimaiyyun [sosyologlar] ve siyasiyyun [siyasetçiler] ve ahlâkiyyunun [ahlâk bilimciler] kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu neyle doldurabilirler? Ve bu derin yaraları neyle tedavi edebilirler?

İKİNCİ NOKTA

Hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] hadsiz burhanlarından, [delil] sair erkân-ı imaniyeden [iman esasları] gelen şehadetlerin hülâsasından [esas, öz] çıkan bir burhanı, [delil] gayet muhtasar [kısa] bir surette beyan eder. Şöyle ki:

Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın risaletine [elçilik, peygamberlik] delâlet eden bütün mucizeleri ve bütün delâil-i nübüvveti [peygamberlik delilleri] ve hakkaniyetinin bütün burhanları, [delil] birden hakikat-ı haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkukuna [gerçekleşme] şehadet ederek ispat ederler. Çünkü; bu zâtın bütün hayatında bütün dâvaları, vahdâniyetten [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] sonra haşirde temerküz [bir merkezde toplanma] ediyor.

148

Hem, umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mucizeleri ve hüccetleri [delil] aynı hakikate şehadet eder. Hem وَبِرُسُلِهِ 1 kelimesinden gelen şehadeti bedahet [açık, âşikar, belirgin] derecesine çıkaran وَبِكُتُبِهِ 2 şehadeti de aynı hakikate şehadet eder. Şöyle ki:

Başta Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hakkaniyetini ispat eden bütün mucizeleri, hüccetleri [delil] ve hakikatleri birden hakikat-i haşriyenin [haşir gerçeği] tahakkukuna [gerçekleşme] ve vukuuna şehadet edip ispat ederler. Çünkü, Kur’ân’ın hemen üçten birisi haşirdir. Ve ekser kısa sûrelerinin başlarında gayet kuvvetli âyât-ı haşriyedir. [haşirden bahseden âyetler] Sarîhan [açık] ve işareten binler âyâtıyla aynı hakikati haber verir, ispat eder, gösterir.

Meselâ,

اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 3 * يَۤا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَىْءٌ عَظِيمٌ 4 * اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا 5* اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 6 * اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ 7 * عَمَّ يَتَسَۤاءَلُونَ 8 * هَلْ أَتٰيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ * 9

gibi, otuz kırk surelerin başlarında bütün kat’iyetle hakikat-ı haşriyeyi [haşir gerçeği] kâinatın en ehemmiyetli ve vâcip bir hakikati olduğunu göstermekle beraber, sair âyetler dahi o hakikatin çeşit çeşit delillerini beyan edip ikna eder.

Acaba birtek âyetin birtek işareti gözümüz önünde ulûm-u İslâmiyede [İslâm ilimleri] müteaddit [bir çok] ilmî ve kevnî [yaratılışla ilgili] hakikatleri meyve veren bir kitabın binler böyle şehadetleriyle ve dâvâları ile, güneş gibi zuhur eden iman-ı haşrî [haşre iman] hakikatsiz olması, güneşin

149

inkârı belki kâinatın ademi gibi hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] var mı? Ve yüz derece muhal [bâtıl, boş söz] ve bâtıl olmaz mı? Acaba, bir sultanın birtek işareti yalan olmamak için bazan bir ordu hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddî ve izzetli [büyüklük, yücelik] sultanın binler sözleri ve vaadleri ve tehditlerini yalan çıkarmak hiçbir cihette kabil [mümkün] midir? Ve hakikatsız olmak mümkün müdür?

Acaba, on üç asırda fasılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu mânevî Sultan-ı Zîşânın [şan ve şeref sahibi Sultan, Allah] birtek işareti böyle bir hakikati ispat etmeye kâfi [yeterli] iken, binler tasrihat [açık şekilde bildirme] ile bu hakikat-ı haşriyeyi [haşir gerçeği] gösterip ispat ettikten sonra, o hakikati tanımayan bir echel [çok cahil] ahmak için Cehennem azabı lâzım gelmez mi? Ve ayn-ı adâlet [adaletin ta kendisi] olmaz mı?

Hem, birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semavî suhuflar [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] ve mukaddes kitaplar dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur’ân’ın tafsilâtla, [ayrıntılar] izahatla, tekrarla beyan ve ispat ettiği hakikat-i haşriyeyi [haşir gerçeği] asırlarına ve zamanlarına göre o hakikatı kat’î kabul ile beraber, tafsilâtsız [ayrıntılar] ve perdeli ve muhtasar [kısa] birer surette beyan, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve ispatları, Kur’ân’ın dâvâsını binler imza ile tasdik ederler.

Bu bahsin münasebetiyle Risale-i Münâcâtın [Münâcât Risalesi (Üçüncü Şuâ)] âhirinde: İmânûn bi’l-yevmi’l-âhir [“âhiret gününe iman”] rüknüne [esas, şart] sair rükünlerin, [esas, şart] hususan rusül ve kütübün [kitaplar] şehadetini, münacat [dua, Allah’a yakarış] suretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsa[esas, öz] ve bütün evhamları izale [giderme] eden bir hüccet-i haşriye [haşrin delili] aynen buraya giriyor. Şöyle ki, münacâtta demiş:

Ey Rabb-i Rahîmim! [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah]

Resûl-i Ekreminin tâlimiyle ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] dersiyle anladım ki: Başta Kur’ân ve Resûl-i Ekremin olarak, bütün mukaddes kitaplar ve peygamberler bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celâllî ve cemâllî isimlerinin tecellileri daha parlak bir sûrette ebedü’l-âbâdda [sonsuzlar sonsuzu] devam edeceğine ve bu fâni âlemde rahîmâne [şefkatle, merhametli bir şekilde]  

150

cilveleri, nümuneleri müşahede edilen ihsanatının [bağış] daha şa’şaalı bir tarzda dar-ı saadette [mutluluk yeri] istimrarına [devam etme] ve bekàsına ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] onları zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, [arzulu, aşırı istekli] ebedde dahi refakatlerine ve beraber bulunmalarına icma’ [fikir birliği] ve ittifak ile şehadet ve delâlet ve işaret ederler.

Hem, yüzer mu’cizat-ı bâhirelerine [ap açık mu’cizeler] ve âyât-ı kàtıalarına [kesin âyetler, deliller] istinaden, başta Resûl-i Ekrem ve Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] olarak bütün nuranî ruhların sahipleri olan peygamberler ve bütün münevver [aydın] kalblerin kutupları [esas, önder, direk, eksen] olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların mâdenleri olan sıddıkînler, [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] bütün suhuf-u Semâviyede [bazı peygamberlere gelen sahifeler halindeki kitaplar] ve kütüb-ü mukaddesede [kutsal kitaplar] senin çok tekrar ile ettiğin binler vaadlerine ve tehditlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve hikmet ve celâl ve cemâl gibi âhireti iktiza [bir şeyin gereği] eden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] sıfatlarına ve şe’nlerine [belirleyici özellik] ve senin izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] ve saltanat-ı rubûbiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını [belirti] bildiren hadsiz keşfiyatlarına [keşifler] ve müşahedelerine ve ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] ve aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] derecesinde bulunan itikadlarına [inanç] ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için cehennem ve ehl-i hidâyet [doğru yolda olanlar, iman nimetine ermiş olanlar] için cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar, kuvvetli iman edip şehadet ediyorlar.

Ey Kadîr-i Hakîm! [herşeyi hikmetle yapan ve herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah] Ey Rahmân-ı Rahîm! [dünya ve âhirette yarattığı herbir varlığa ve bütün varlıklara sonsuz rahmet, şefkat ve merhametiyle davranan Allah] Ey Sâdıku’l-Vâ’dil Kerîm! [cömert, ikram sahibi] Ey izzet [büyüklük, yücelik] ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl! [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah]

151

Bu kadar sâdık dostlarını, bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfât ve şuûnâtını [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] yalancı çıkarmak, tekzib [yalanlama] etmek ve saltanat-ı rubûbiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği] kat’î muktaziyatını [gerekçe] tekzib [yalanlama] edip yapmamak ve senin sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının âhirete bakan hadsiz dualarını ve dâvâlarını reddetmek, dinlememek ve küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzib [yalanlama] etmekle, Senin azamet-i kibriyâna [Allah’ın büyüklüğünün kuşatıcı olması, devamlı ve sonsuz derece yüce olması] dokunan ve izzet-i celâline [büyüklük ve azametin izzeti] dokunduran ve ulûhiyetinin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini [herşeyi idare ve terbiye eden Allah’ın şefkati] müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] eden ehl-i dalâleti [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve âlisin. Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten senin o nihayetsiz adâletini ve nihayetsiz cemâlini ve hadsiz rahmetini hadsiz derece takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ediyoruz. Ve bütün kuvvetimizle iman ederiz ki; o yüzbinler sâdık elçilerin1 ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın [saltanatın ilâncısı] olan enbiya, [nebiler, peygamberler] asfiya [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] evliyalar hakkalyakîn, [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] aynelyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] sûretinde senin uhrevî rahmet hazinelerine, âlem-i bekàdaki [devamlı ve kalıcı âlem] ihsanatının [bağış] definelerine ve dar-ı saadette [mutluluk yeri] tamamiyle zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadetleri hak ve hakikattır. Ve işaretleri doğru ve mutabıktır. Ve beşaretleri [müjde] sâdık ve vâkidir. Ve onlar bütün hakikatlerin mercii ve güneşi ve hâmîsi [koruyan, sahip çıkan Allah] olan Hak isminin en büyük bir şuâı; bu hakikat-ı ekber-i haşriye [büyük haşir gerçeği] olduğunu iman ederek senin emrin ile senin ibâdına hak dairesinde ders veriyorlar. Ve ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] olarak tâlim ediyorlar.

152

Yâ Rab! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel [en mükemmel iman] ve hüsn-ü hâtime [güzel son] ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar [erişme, nail olma] eyle. Âmin.

Hem nasıl ki Kur’ân’ın, belki bütün semâvî kitapların hakkaniyetini ispat eden umum deliller ve hüccetler [delil] ve Habibullahın, [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] belki bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] nübüvvetlerini [peygamberlik] ispat eden umum mucizeler ve burhanlar, [delil] dolayısıyla, en büyük müddeâları [dava, tez; iddia edilen şey] olan âhiretin tahakkukuna [gerçekleşme] delâlet ederler. Aynen öyle de, Vâcibü’l-Vücudun [varlığı gerekli olan ve var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah] vücuduna ve vahdetine [Allah’ın birliği] şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, [delil] dolayısıyla rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] en büyük medarı [kaynak, dayanak] ve mazharı olan dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] ve âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] vücuduna, açılmasına şehadet ederler. Çünkü, gelecek makamatta beyan ve ispat edileceği gibi, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun [var olması mutlaka gerekli olan Zât, Allah] hem mevcudiyeti, hem umum sıfatları, hem ekser isimleri, hem rububiyet, [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ulûhiyet, [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] rahmet, inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] hikmet, adalet gibi vasıfları, şe’nleri, [belirleyici özellik] lüzum derecesinde âhireti iktiza [bir şeyin gereği] ve vücub [Allah’ın varlığının zorunlu oluşu] derecesinde bâki bir âlemi istilzam [gerektirme] ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücâzât [ceza] için haşri ve neşri isterler.

Evet, madem ezelî ve ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı ulûhiyetinin [bütün varlıkların tek İlâhı olan ve hiçbir ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı] sermedî [daimi, sürekli] bir medarı [kaynak, dayanak] olan âhiret vardır.

Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta [canlı] gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rubûbiyet-i mutlaka [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz rablığı] var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] haşmetini sukuttan [alçalış, düşüş] ve hikmetini abesiyetten [anlamsızlık] ve şefkatini gadirden [zulüm, acımasızlık] kurtaran ebedî bir dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] bulunacak ve girilecek.

153

Hem madem, gözle görünen bu hadsiz in’âmlar, [nimetlendirme] ihsanlar, [bağış] lütuflar, keremler, [cömertlik] inâyetler, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] rahmetler, perde-i gayb [gayb perdesi] arkasında bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîmin [kullarına karşı sınırsız rahmet sahibi olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran Zât, Allah] bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir. Elbette in’âmı [nimetlendirme] istihzadan [alay etme] ve ihsanı [bağış] aldatmaktan ve inâyeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] adâvetten [düşmanlık] ve rahmeti azaptan ve lütuf ve keremi [cömertlik] ihanetten halâs [kurtulma] eden ve ihsanı [bağış] ihsan [bağış] eden ve nimeti nimet eden bir âlem-i bâkide [devamlı ve kalıcı âlem] bir hayat-ı bâkiye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] var ve olacaktır.

Hem madem bahar faslında, zeminin dar sahifesinde hatasız yüz bin kitabı birbiri içinde yazan bir kalem-i kudret [Allah’ın kudret kalemi] gözümüz önünde yorulmadan işliyor. Ve o kalem sahibi yüz bin defa ahd [söz, vaad] ve vaad etmiş ki, “Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak, geniş bir yerde güzel ve lâyemut [ölümsüz] bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım” diye bütün fermanlarda o kitaptan bahsediyor. Elbette ve herhalde, o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] ile hâşiyeleri [dipnot] de yazılacak ve umumun defter-i a’mâlleri [amel defteri] onda kaydedilecek.

Hem madem bu arz, kesret-i mahlûkat [varlıkların çokluğu] cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüz binler çeşit çeşit envâ-ı zevi’l-hayat [hayat sahibi olan canlıların türleri] ve zevi’l-ervâhın [ruh sahipleri] meskeni, menşei, [kaynak] fabrikası, meşheri, [sergi] mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, [esas, öz] neticesi, sebeb-i hilkati [yaratılış sebebi] olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki, küçüklüğüyle beraber koca semâvâta karşı denk tutulmuş. Semavî fermanlarda [vahiyle gelmiş emir ve tebliğler] daima رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 deniliyor.

Ve madem, bu mahiyetteki arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlûkatına tasarruf eden ve ekser zîhayat [canlı] mevcudatını [var edilenler, varlıklar] teshir [boyun eğdirme] edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnuatını [san’at eseri] kendi hevesatının hendesesiyle [geometri] ve ihtiyacatının düsturlarıyla [kâide, kural] öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin [süsleme] ve çok antika nevilerini liste gibi birer

154

yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki, değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki semâvât ehlinin [göklerde yaşayan manevî varlıklar] ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini [dikkat içeren bakış] ve takdirlerini ve Kâinatın Sahibinin [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] nazar-ı istihsanını [güzel bulan ve beğenen bakış] celbetmekle [çekmek] gayet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkati [yaratılış gayesi] ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve arzın halifesi [yeryüzünde Allah’ın emirlerini yerine getirip Onun namına tasarrufta bulunan ve varlıklar üzerinde Onun adına egemen olan insan] olduğunu fenleriyle, san’atlarıyla gösteren ve dünya cihetinde Sâni-i Âlemin [bütün evreni sanatlı bir şekilde yaratan Allah] mucizeli san’atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle [inançsızlık, inkâr] beraber dünyada bırakılan ve azabı tehir edilen ve bu hizmeti için imhal [süre verilme] edilip muvaffakiyet [başarı] gören nev-i beni Âdem [Âdemoğulları, insanlar] var.

Ve madem, bu mâhiyetteki nev-i benî Âdem, [Âdemoğulları, insanlık] mizaç ve hilkat [yaratılış] itibarıyla gayet zayıf ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyacâtı ve teellümâtı [elem çekme] olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkinde [üstünde] olarak, koca küre-i arzı, [yer küre, dünya] o nev-i insana [insan türü, insanlık] lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen [depo] ve her nevi taamlara ambar ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân suretine getiren gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf [dilediği gibi idare eden] var ki, böyle nev-i insana [insan türü, insanlık] bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.

Ve madem, bu hakikatteki bir Rab; hem insanı sever, hem kendini insana sevdirir. Hem bâkidir, hem bâki âlemleri var, hem adâletle her işi görür. Ve hikmetle herşeyi yapıyor.

Hem, bu kısa hayat-ı dünyeviyede [dünya hayatı] ve bu kısacık ömr-ü beşerde [insan ömrü] ve bu muvakkat [geçici] ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelînin [Ezel Hâkimi; hakimiyeti sonsuz olan Allah] haşmet-i saltanatı [saltanatın görkemi] ve sermediyet-i hâkimiyeti [egemenliğin devamlılığı] yerleşemiyor. Ve nev-i insanda [insan türü, insanlık] vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adalet ve muvazenelerine [karşılaştırma/denge] ve hüsn-ü cemâline [güzellik] münâfi [aykırı] ve muhalif çok büyük zulümleri ve isyanları ve velinimetine ve onu şefkatle besleyene karşı ihanetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar, zâlim rahatla hayatını ve

155

biçare mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu adalet-i mutlakanın [sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] mâhiyeti ise, dirilmemek suretiyle o gaddar zâlimlerin ve meyus [ümitsiz] mazlumların vefat içindeki müsâvatlarına [eşitlik, denklik] bütün bütün zıttır, kaldırmaz, müsaade etmez.

Ve madem, nasıl ki Kâinatın Sahibi, [evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah] kâinattan zemini ve zeminden nev-i insanı [insan türü, insanlık] intihap [seçmek] edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de, nev-i insandan [insan türü, insanlık] dahi makàsıd-ı rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini terbiye edip idaresi ve egemenliği altında tutmasındaki maksat ve gayeler] tevafuk eden ve kendilerini iman ve teslim ile Ona sevdiren hakikî insanlar olan enbiya [nebiler, peygamberler] ve evliya ve asfiya[hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] intihap [seçmek] edip kendine dost ve muhatap ederek onları mucizeler ve tevfiklerle [başarı] ikram ve düşmanlarını semavî tokatlarla tazip [azap verme] ediyor. Ve bu kıymetli ve sevimli dostlarından dahi, onların imamı ve mefhari [övünme sebebi, övünç kaynağı] olan Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı intihap [seçmek] ederek, ehemmiyetli küre-i arzın [yer küre, dünya] yarısını ve ehemmiyetli nev-i insanın [insan türü, insanlık] beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir [aydınlatma] ediyor. Âdetâ bu kâinat onun için yaratılmış gibi, bütün gayeleri onunla ve Onun diniyle ve Kur’ân’ı ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kıymettar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler [Allah yolunda cihad etme] içinde, altmış üç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyeti var mı ki, o zât, bütün emsâli ve dostlarıyla beraber dirilmesin? Ve şimdi de ruhen diri ve hayy [diri, canlı] olmasın, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Evet, bütün kâinat ve hakikat-i âlem [âlemin gerçek mahiyeti, esası, içyüzü] onun dirilmesini dâvâ eder ve hayatını Sahib-i Kâinattan [evrenin ve herşeyin sahibi olan Allah] talep ediyor.

Ve madem, Yedinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] olan Âyetü’l-Kübrâ‘da [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] herbiri bir dağ kuvvetinde otuz üç adet icmâ-ı azîm [büyük fikir birliği] ispat etmişler ki, bu kâinat bir elden çıkmış ve bir tek Zâtın mülküdür. Ve kemâlât-ı İlâhiyenin [Allah’a ait mükemmellikler] medarı [kaynak, dayanak] olan vahdetini [Allah’ın birliği] ve ehadiyetini [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah]

156

bedahetle [ap açık bir şekilde] göstermişler. Ve vahdet [Allah’ın birliği] ve ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] ile, bütün kâinat o Zât-ı Vâhidin [bir ve tek olan Zât, Allah] emirber [emre hazır] neferleri [asker] ve musahhar [boyun eğdirilmiş] memurları hükmüne geçiyor. Ve âhiretin gelmesiyle, kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] sukuttan [alçalış, düşüş] ve adalet-i mutlaka[sınırsız ve her alanda uygulamaları olan adalet] müstehziyâne [alay edercesine] gadr-ı mutlaktan [tam zulüm ve merhametsizlik] ve hikmet-i âmmesi [genel gaye ve fayda; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması] sefahetkârâne [yasak zevk ve eğlenceye düşkün olarak, beyinsizce] abesiyetten [anlamsızlık] ve rahmet-i vâsia[Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] lâhiyâne [eğlenircesine, oynarcasına] tâzipten [azap] ve izzet-i kudreti [kudretin izzet ve şerefi] zelilâne [aşağılanan] aczden kurtulurlar, takaddüs [kutsal olma, yüce ve temiz olma] ederler.

Elbette ve elbette ve herhalde iman-ı billâhın [Allah’a iman] yüzer nüktesinden, [derin anlamlı söz] bu sekiz “madem”lerdeki hakikatlerin muktezasıyla [bir şeyin gereği] kıyamet kopacak, haşir ve neşir [âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması] olacak, dar-ı mücazat [ceza yeri] ve mükâfat açılacak—tâ ki arzın mezkûr [adı geçen] ehemmiyeti ve merkeziyeti ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk [gerçekleşme] edebilsin. Ve arz ve insanın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîmin [herşeyi hikmetle yapan ve dilediği gibi kullanan sonsuz tasarruf ve yetki sahibi Allah] mezkûr [adı geçen] adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur [karar bulma] edebilsin. Ve o bâki Rabbin mezkûr [adı geçen] hakiki dostları ve müştakları [arzulu, aşırı istekli] idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtulsun. Ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetlerinin mükâfatını görsün. Ve Sultan-ı Sermedînin [egemenliğinin sonu olmayan Allah] kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] naks [eksiklik, noksanlık] ve kusurdan ve kudreti aczden ve hikmeti sefahetten [ahmaklık, beyinsizlik] ve adaleti zulümden tenezzüh [ferahlama, rahatlama] ve takaddüs [kutsal olma, yüce ve temiz olma] ve teberri [uzak olma] etsin.

Elhâsıl [özetle, sonuç olarak] madem Allah var, elbette âhiret vardır.

Hem nasıl ki mezkûr [adı geçen] üç erkân-ı imaniye, [iman esasları] onları ispat eden bütün delilleriyle haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] şehadet ve delâlet ederler. Öyle de, وَبِمَلٰۤئِكَتِهِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى 1 olan iki rükn-ü imanî [imanın şartı, esası] dahi haşri

157

istilzam [gerektirme] edip kuvvetli bir surette âlem-i bekàya [devamlı ve kalıcı âlem] şehadet ve delâlet ederler. Şöyle ki:

Melâikenin [melekler] vücudunu ve vazife-i ubûdiyetlerini [kulluk görevi] ispat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler mükâlemeler, [karşılıklı konuşma] dolayısıyla âlem-i ervahın [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ve âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] ve âlem-i âhiretin [âhiret âlemi] ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin [mutluluk yeri; Cennet] ve Cennet ve Cehennemin vücutlarına delâlet ederler. Çünkü melekler bu âlemleri izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile görebilirler ve girerler. Ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlarla görüşen umum melâike-i mukarrebîn, [makam itibariyle Allah’a daha yakın olan melekler] mezkûr [adı geçen] âlemlerin vücutlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan [birleşerek] haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıtasının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî [açık, aşikâr] bildiğimiz gibi, yüz tevatür [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kuvvetinde bulunan melâike [melek] ihbaratıyla âlem-i bekànın [devamlı ve kalıcı âlem] ve dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] ve Cennet ve Cehennemin vücutlarına o kat’iyette iman etmek gerektir. Ve öyle de iman ederiz.

Hem, Yirmi Altıncı Söz olan Risale-i Kaderde [Kader Risalesi (Yirmi Altıncı Söz)] iman-ı bil-kader [kadere iman] rüknünü [esas, şart] ispat eden bütün deliller, dolayısıyla haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] ve neşr-i suhufa [haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi] ve mizan-ı ekberdeki [mahşer günü amellerin ölçüleceği büyük terazi] muvazene-i a’mâle [yapılan işlerin, amellerin tartılıp hesaplanması] delâlet ederler. Çünkü, herşeyin mukadderatını [Allah tarafından takdir olunmuş, belirlenmiş] gözümüz önünde nizam ve mizan [ölçü] levhalarında kaydetmek ve her zîhayatın [canlı] sergüzeşt-i hayatiyelerini [hayat serüveni] kuvve-i hafızalarında [bellek, hafıza duyusu] ve çekirdeklerinde ve sair elvâh-ı misâliyede [misâlî levhalar, mânevî kopyalama tabloları] yazmak ve her zîruhun, [ruh sahibi] hususan insanların defter-i a’mâllerini [amel defteri] elvâh-ı mahfuzada [her şeyin kaderinin muhafaza edildiği manevî levhalar] tesbit etmek, geçirmek, elbette öyle muhit bir kader ve hakîmâne [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] bir takdir ve müdakkikane bir kayıt ve hafîzâne bir kitabet, [yazım] ancak mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] umumî  

158

bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat [ceza] için olabilir. Yoksa, o ihata[herşeyi kuşatma] ve inceden ince olan kayıt ve muhafaza, bütün bütün mânâsız, faidesiz kalır, hikmete ve hakikate münâfi [aykırı] olur.

Hem, haşir gelmezse, kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın [kâinat kitabı] bütün muhakkak mânâları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı [mümkün olma yönü] olamaz. Ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal, [bâtıl, boş söz] belki bir hezeyan [boş söz, saçmalama] olur.

Elhâsıl, [özetle, sonuç olarak] imanın beş rüknü [esas, şart] bütün delilleriyle haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin [âhiret âlemi] vücuduna ve açılmasına delâlet edip isterler ve şehadet edip talep ederler.

İşte, hakikat-i haşriyenin [haşir gerçeği] azametine tam muvafık böyle azametli ve sarsılmaz direkleri ve burhanları [delil] bulunduğu içindir ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın [açıklamalarıyla mu’cize olan, benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] hemen hemen üçten birisi haşir ve âhireti teşkil ediyor. Ve onu, bütün hakaikine [doğru gerçekler] temel taşı ve üssü’l-esas [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] yapıyor. Ve herşeyi onun üstüne bina ediyor.

 (Mukaddime nihayet buldu)

ba

159

 Zeylin İkinci Parçası

Baştaki âyetin mu’cizâne işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i haşriyeye [haşre ait deliller] dair ‘Dokuz Makam’dan ‘Birinci Makam’:

فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ * وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ * يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ * 1

olan fıkradaki [bölüm] ferman-ı haşre [haşirle ilgili ferman, buyruk] dair buradaki gösterdiği bürhan-ı bâhiri [çok açık delil] ve hüccet-i kàtıa[kesin delil] beyan ve izah edilecek inşaallah.Haşiye [Allah dilerse] [dipnot] 1

OTUZUNCU LEM’ANIN [parıltı] BEŞİNCİ NÜKTESİNİN [derin anlamlı söz] 
DÖRDÜNCÜ REMZİ [ince işaret] Haşiye [dipnot] 2

Hayatın yirmi sekizinci hassasında beyan edilmiştir ki: Hayat, imanın altı erkânına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bakıp ispat ediyor, onların tahakkukuna [gerçekleşme] işaretler ediyor.

Evet, madem bu kâinatın en mühim neticesi ve meyvesi ve hikmet-i hilkati [yaratılış gayesi] hayattır; elbette o hakikat-i âliye, [yüce gerçek] bu fâni, kısacık, noksan, elemli hayat-ı dünyeviyeye [dünya hayatı] münhasır değildir. Belki, hayatın yirmi dokuz hassasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan şecere-i hayatın [hayat ağacı] gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi, hayat-ı ebediyedir [sonsuz âhiret hayatı] ve hayat-ı uhreviyedir, [âhiret hayatı] taşıyla ve ağacıyla,

160

toprağıyla hayattar olan dâr-ı saadetteki [mutluluk yeri; Cennet] hayattır. Yoksa, bu hadsiz cihazat-ı mühimme [önemli cihazlar] ile teçhiz edilen hayat şeceresi, [ağaç] zîşuur [akıl ve şuur sahibi] hakkında, hususan insan hakkında meyvesiz, faidesiz, hakikatsiz olmak lâzım gelecek. Ve sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve bu kâinatın ve zîhayatın [canlı] en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahlûku olan insan, serçe kuşundan, saadet-i hayat [hayatın mutluluğu] cihetinde yirmi derece aşağı düşüp en bedbaht, en zelîl bir biçare olacak. Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek zamanın korkularını düşünmekle kalb-i insanı [insan kalbi] mütemadiyen incitip bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından, en musibetli bir belâ olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. Demek bu hayat-ı dünyeviye, [dünya hayatı] âhirete iman rüknünü [esas, şart] kat’î ispat ediyor ve her baharda haşrin üç yüz binden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.

Acaba senin cisminde, senin bahçende ve senin vatanında senin hayatına lâzım ve münasip bütün levazımatı [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] ve cihazatı hikmet ve inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve rahmetle ihzar [hazırlama] eden ve vaktinde yetiştiren, hattâ senin midenin bekà ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î [ferdî, küçük] olan rızık duasını bilen ve işiten ve hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve mideyi memnun eden bir Mutasarrıf-ı Kadîr, [herşeyde istediği gibi tasarruf eden ve herşeye gücü yeten Allah] hiç mümkün müdür ki, seni bilmesin ve görmesin? Ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye [sonsuz âhiret hayatı] lâzım esbabı ihzar [hazırlama] etmesin? Ve nev-i insanın [insan türü, insanlık] en büyük, en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan bekà duasını, hayat-ı uhreviyenin [âhiret hayatı] inşasıyla ve Cennetin icadıyla kabul etmesin? Ve kâinatın en mühim mahlûku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev-i insanın [insan türü, insanlık] Arş ve ferşi [yer] çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip, küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin, kemâl-i hikmetini [Allah’ın herşeyi eksiksiz bir hikmetle yapması] ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Hem hiç kabil [mümkün] midir ki, hayatın en cüz’îsinin [ferdî, küçük] pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazını çeksin ve kemâl-i itinâ [mükemmel seviyede özen gösterme] ve ihtimamla beslesin

161

ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlûkatını ona hizmetkâr yapsın; ve sonra en büyük ve kıymettar ve bâki ve nazdar [nazlı] bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin? Ve onun çok ehemmiyetli bekà duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Adeta bir neferin [asker] kemâl-i itinâ [mükemmel seviyede özen gösterme] ile teçhiz ve idaresini yapsın ve mutî [emre uyan] ve muhteşem orduya hiç bakmasın? Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin? Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ!

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki, hadsiz rahmetli, [şefkatli] muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, [sonsuz güç ve kudret sahibi ve herşeyi hikmetle yapan Zât, Allah] en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] fıtraten perestiş [aşırı derece sevme] eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî [sonsuz bir ölüm] ile idam [hiçlik, yokluk] edip, kendinden o sevgili muhibbini [Allah’ı seven] ve habibini [Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Peygamber (a.s.m.)] ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini [rahmet sırrı] ve nur-u muhabbetini [muhabbet nuru, sevgi ışığı] inkâr etsin ve ettirsin? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemâl-i mutlak [sınırsız güzellik] ve umum mahlûkatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, [sınırsız rahmet] böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan [mutlak çirkinlik] ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, [sınırsız zulüm] bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve mukaddestir.

Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimal [bir şeyi kötüye kullanma] etmeyenler, dâr-ı bekàda [daimî ve kalıcı yer] ve Cennet-i bâkiyede [devamlı ve kalıcı olan Cennet] hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] mazhar [erişme, nail olma] olacaklardır. Âmennâ. [“iman ettik”]

Ve hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak şeylerin güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkları ziyanın lem’alarıyla [parıltı] parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar gidenler gibi yine hayalî güneşçiklere âyinelik etmeleri bilbedâhe [açık bir şekilde] gösteriyor ki, o lem’alar, [parıltılar] yüksek birtek güneşin

162

cilve-i in’ikâsıdırlar [görüntünün yansıması] ve güneşin vücudunu muhtelif dillerle yad ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] Muhyî [bütün canlılara hayat veren Allah] isminin cilve-i âzamıyla [büyük yansıma, görüntü] berrin yüzünde ve bahrin içindeki zîhayatların [canlı] kudret-i İlâhiye [Allah’ın güç ve iktidarı] ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Yâ Hayy[ey gerçek hayat sahibi olan ve her canlıya hayat veren Allah] deyip perde-i gaybda [gayb perdesi] gizlenmeleri, bir hayat-ı sermediye [devamlı, sürekli hayat] sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] hayatına ve vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadetler, işaretler ettikleri gibi; umum mevcudatın [var edilenler, varlıklar] tanziminde eseri görünen ilm-i İlâhîye [Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi] şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti ispat eden bütün burhanlar [delil] ve tanzim ve idare-i kâinatta [evrenin idaresi] hükümfermâ [hüküm süren] olan irade ve meşieti [dilek, arzu] ispat eden bütün hüccetler [delil] ve kelâm-ı Rabbânî [herşeyin Rabbi olan Allah’ın kelâmı] ve vahy-i İlâhiyenin medarı [kaynak, dayanak] olan risaletleri [elçilik, peygamberlik] ispat eden bütün alâmetler, mucizeler ve hâkezâ yedi sıfât-ı İlâhiyeye [Allah’ın sıfatları] şehadet eden bütün delâil, [deliller] bil’ittifak [ittifakla, birleşerek] Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] hayatına delâlet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünkü, nasıl bir şeyde görmek varsa hayatı da vardır; işitmek varsa hayatın alâmetidir; söylemek varsa hayatın vücuduna işaret eder; ihtiyar, irade varsa hayatı gösterir. Aynen öyle de, bu kâinatta âsârıyla [eserler/asırlar] vücutları muhakkak ve bedihî [açık, aşikâr] olan kudret-i mutlaka [Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı] ve irade-i şâmile [herşeyi kuşatan irade] ve ilm-i muhit [her şeyi kuşatan ilim] gibi sıfatlar, bütün delâilleriyle, [deliller] Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun [hayatı ezelî ve ebedî olup her canlıya hayat veren ve Kendi varlığı hiçbir sebebe bağlı olmayıp her şeyi ayakta tutan Zât, Allah] hayatına ve vücub-u vücuduna [Allah’ın varlığının zorunlu olması] şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti [âhiret âlemi] zerrâtıyla [atomlar] beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine [devamlı, sürekli hayat] şehadet ederler.

Hem hayat, melâikeye [melekler] iman rüknüne [esas, şart] dahi bakar, remzen [ince işaret] ispat eder. Çünkü, madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar [açığa çıkma, yayılma] eden ve kıymettarlığı için nüshaları teksir [çoğalma] edilen ve zemin misafirhanesini gelip geçen kafilelerle

163

şenlendiren zîhayatlardır. [canlı] Ve madem küre-i arz [yer küre, dünya] bu kadar zîhayatın [canlı] envâıyla [tür] dolmuş ve mütemadiyen zîhayat [canlı] envâlarını tecdit [yenileme] ve teksir [çoğalma] etmek hikmetiyle, her vakit dolar boşalır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle [çokluk] zîhayatlar [canlı] halk edilerek bir mahşer-i huveynat [küçük canlıların toplanma yeri] oluyor. Ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülâsa[esas, öz] olan şuur ve akıl ve en lâtif [berrak, şirin, hoş] ve sabit cevheri olan ruh, bu küre-i arzda [yer küre, dünya] gayet kesretli [çokluk] bir surette halk olunuyorlar; adeta küre-i arz, [yer küre, dünya] hayat ve akıl ve şuur ve ervah [ruhlar] ile ihyâ [diriltme, hayat verme] olup öyle şenlendirilmiş. Elbette küre-i arzdan [yer küre, dünya] daha lâtif, [berrak, şirin, hoş] daha nuranî, daha büyük, daha ehemmiyetli olan ecrâm-ı semâviye, [gök cisimleri] ölü, câmid, [cansız] hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir. Demek gökleri, güneşleri, yıldızları şenlendirecek ve hayattar vaziyetini verecek ve netice-i hilkat-i semâvâtı [göklerin yaratılış neticesi] gösterecek ve hitâbât-ı Sübhâniyeye [her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Allah’ın kendine has hitap ve konuşmaları] mazhar [erişme, nail olma] olacak olan zîşuur, [akıl ve şuur sahibi] zîhayat [canlı] ve semâvâta münasip sekeneler, [bir yerde ikâmet edenler, sakinler] herhalde sırr-ı hayatla [hayat sırrı] bulunuyorlar ki, onlar da melâikelerdir. [melekler]

Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, [bir şeyin özündeki sır, gizem] peygamberlere iman rüknüne [esas, şart] bakıp remzen [ince işaret] ispat eder. Evet, madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-ı Kayyûm-u Ezelînin [varlığının ve diriliğinin başlangıcı olmayıp her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah] bir cilve-i âzamıdır, [büyük yansıma, görüntü] bir nakş-ı ekmelidir, [en mükemmel nakış] bir san’at-ı ecmelidir. [en güzel san’at] Madem hayat-ı sermediye, [devamlı, sürekli hayat] resullerin [Allah’ın elçisi] gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle kendini gösterir. (Evet, eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o hayat-ı ezeliye [başlangıcı olmayan devamlı hayat] bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip [yasak] hitap eden bir Zâtın kelimâtını, [kelimeler] hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve nâzil olan kitaplardır.) Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelînin [başlangıcı olmaksızın devamlı hayat sahibi olan Allah] vücûb-u vücud [Allah’ın varlığının zorunlu olması] una kat’î şehadet ettiği gibi; o hayat-ı Ezeliyenin [başlangıcı olmayan devamlı hayat] şuââtı, [ışınlar, parıltılar] celevâtı, [cilveler, yansımalar] münâsebâtı olan “irsâl-i rusül[peygamberlerin gönderilmesi] ve “inzâl-i kütüb[kitapların indirilmesi] rükünlerine [esas, şart] bakar,

164

remzen [ince işaret] ispat eder. Ve bilhassa risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) ve vahy-i Kur’ânî [vahiyle gelen Kur’ân] hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. [esas, öz] Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. [esas, öz] Ve akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. [esas, öz] Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil [bağımsız] zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in hayatı] (a.s.m.) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan [evrenin ruhu] süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır [esas, öz] ve risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) dahi, kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. [esas, öz] Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye [Hz. Muhammed’in hayatı] (a.s.m.) dahi âsârının [eserler/asırlar] şehadetiyle, hayat-ı kâinatın [kâinatın hayatı] hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.), şuur-u kâinatın [evrenin şuuru, bilinci] şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân [vahiyle gelen Kur’ân-ı Kerim] dahi, hayattar hakaikinin [doğru gerçekler] şehadetiyle, hayat-ı kâinatın [kâinatın hayatı] ruhudur ve şuur-u kâinatın [evrenin şuuru, bilinci] aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse,1 kâinat divâne olacak ve küre-i arz [yer küre, dünya] kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye [gezegen] çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, iman-ı bilkader [kadere iman] rüknüne [esas, şart] bakıyor, remzen [ince işaret] ispat eder. Çünkü madem hayat âlem-i şehadetin [görünen alem] ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] en câmi’ [kapsamlı] âyinesidir; ve faaliyet-i Rabbâniyenin [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın faaliyeti] en mükemmel enmuzeci [nümune, örnek] ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, [gayb âlemi, görünmeyen âlem] yani mazi, [geçmiş] müstakbel, [gelecek] yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyeleri [maddî olmayan hayat] hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlûmiyet ve meşhudiyet [şahit olunma hali] ve taayyün [belirleme] ve evâmir-i tekvîniyeyi [Allah’ın kâinata koyduğu yaratılışa ait emirler, kanunlar] imtisale [bağlanma, boyun eğme] müheyyâ [hazır] bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat [hayat sırrı] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor.

165

Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi [asıl çekirdek, tohum] ve kökü ve müntehâsında [bir şeyin en uç noktası] ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi, aynen ağaç gibi, bir nevi hayata mazhardırlar, belki ağacın kavânin-i hayatiyesinden [hayat kanunları] daha ince kavânin-i hayatı [hayat kanunları] taşıyorlar. Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı [hayat görüntüsü, yansıması] taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye [hayat kanunları] tâbidirler. Aynen öyle de, şecere-i kâinatın [kainat ağacı] bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli [gelecek] var; geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil [meydana gelen] bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlâhiyede [Allah’ın herşeyi kuşatan sınırsız ilmi] muhtelif tavırlarla müteaddit [bir çok] vücutları bir silsile-i vücud-u ilmî [ilim halinde olan varlıklar zinciri] teşkil eder. Ve vücud-u hâricî [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] gibi, o vücud-u ilmî [ilim halinde olan varlık] dahi, hayat-ı umumiyenin [kâinatın tümünün canlı olduğunu bildiren ve her tarafta geçerli olan hayat] mânevî bir cilvesine mazhardır ki, mukadderât-ı hayatiye, [hayat boyu başa gelmesi takdir edilmiş olaylar] o mânidar ve canlı elvâh-ı kaderiyeden [kader çizgilerini içeren levhalar] alınır.

Evet, âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] bir nev’i olan âlem-i ervah, [ruhânî varlıkların bulunduğu âlem] ayn-ı hayat [hayatın kendisi] ve madde-i hayat [hayat için lüzumlu olan madde] ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah [ruhlar] ile dolu olması, elbette mazi [geçmiş] ve müstakbel [gelecek] denilen âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata [hayat görüntüsü, yansıması] mazhariyetini ister ve istilzam [gerektirme] eder. Hem bir şeyin vücud-u ilmîsindeki [ilim halinde olan varlık] intizam-ı ekmeli [çok mükemmel düzen] ve mânidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı mâneviyeye [maddî olmayan hayat] mazhariyetini gösterir. Evet, hayat-ı ezeliye [başlangıcı olmayan devamlı hayat] güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, [hayat görüntüsü, yansıması] elbette yalnız bu âlem-i şehadete [görünen alem] ve bu zaman-ı hazıra [şimdiki zaman] ve bu vücud-u hâricîye [dış âleme çıkmış varlık, maddî varlık] münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre, o ziyanın cilvesine mazhardır. Ve kâinat, bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyadardır. [ışıklı] Yoksa, nazar-ı dalâletin [hak yoldan sapmış, inançsızlık bakışı] gördüğü gibi muvakkat [geçici] ve zâhirî bir hayat altında herbir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.

İşte, kadere ve kazâya [olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması] iman rüknünün [esas, şart] dahi, geniş bir vecihte [yön] sırr-ı hayatla [hayat sırrı]

166

anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani, nasıl ki âlem-i şehadet [görünen alem] ve mevcut hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor; öyle de, âlem-i gaybdan [gayb âlemi, görünmeyen âlem] sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi mânen hayattar bir vücud-u mânevîleri [mânevî varlık] ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri [bir şeyin ilmen var olması, ilim dünyasında varlığının sabit olması] vardır ki, Levh-i Kazâ ve Kader [Allah tarafından olacak bütün olayların belirlendiği ve yazıldığı Kazâ ve Kader Levhası] vasıtasıyla o mânevî hayatın eseri, mukadderat [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] namıyla görünür, tezahür eder.

ba

167

 Zeylin Üçüncü Parçası1

Haşir münasebetiyle bir suâl:

Kur’ân’da mükerreren [defalarca] اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً 2 hem وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ 3 fermanları gösteriyor ki, haşr-i âzam [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] bir anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece harika ve emsalsiz olan meseleyi iz’an [kesin şekilde inanma] ile kabul etmesine medar [kaynak, dayanak] olacak meşhud [görünen] bir misal ister.

Elcevap: Haşirde ruhların cesetlere gelmesi var; hem cesetlerin ihya[diriltme] var; hem cesetlerin inşası var. Üç meseledir.

BİRİNCİ MESELE

Ruhların cesetlerine gelmesine misâl ise, gayet muntazam bir ordunun efradı [bireyler] istirahat için her tarafa dağılmışken, yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır.

Evet, İsrafil’in borusu olan sûru,4 ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler âleminde iken, ezel cânibinden [taraf, yön] gelen, اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ 5 hitabını işiten ve قَالُوا بَلٰى 6 ile cevap veren ervahlar, [ruhlar] elbette ordunun neferatından [asker] binler derece daha musahhar [boyun eğdirilmiş] ve muntazam ve mutîdirler. [emre uyan] Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi bir ordu-yu Sübhânî [eksik ve kusurlardan uzak olan Allah’ın ordusu] ve emirber [emre hazır] neferleri [asker] olduğunu kat’î burhanlarla [delil] Otuzuncu Söz ispat etmiş.

168

İKİNCİ MESELE

Cesedlerin ihyasına [diriltme] misâl ise, çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden yüz bin elektrik lâmbaları âdeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün küre-i arz [yer küre, dünya] yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lâmbalara nur vermek mümkündür. Madem Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] elektrik gibi bir mahlûku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkârı ve bir mumdarı, [ışık veren] Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah] aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar [erişme, nail olma] oluyor. Elbette, elektrik gibi, binler nuranî hizmetkârlarının temsil ettikleri hikmet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] muntazam kanunları dairesinde, haşr-i âzam [en büyük haşir; öldükten sonra âhirette yeniden diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma] tarfetü’l-aynda [bir göz açıp kapayıncaya kadar olan an] vücuda gelebilir.

ÜÇÜNCÜ MESELE

Ecsâdın [cesetler] def’aten [âni, birden bire] inşasının misâli ise:

Bahar mevsiminde, birkaç gün zarfında, nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların, bütün yaprakları, evvelki baharın aynı gibi, birden mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulâtı gibi, berk [şimşek] gibi bir sür’atle icadları…

Hem o baharın mebde‘leri [başlangıç] olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin birden, beraber intibahları [uyanış] ve inkişafları [açığa çıkma] ve ihyaları, [diriltme] hem kemiklerden ibaret olarak, ayakta duran emvât [ölüler] gibi bütün ağaçların cenazeleri, bir emirle def’aten [âni, birden bire]ba’sü bâde’l-mevt“e [öldükten sonra tekrar diriltilme] mazhariyetleri ve neşirleri, hem küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efratlarının [fertler] gayet derecede san’atlı bir surette ihyaları, [diriltme] hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafeti [temizlik] ihtar eden ve yüzümüzü okşayan, göz önündeki kabilenin bir senede neşr olan efradı, [bireyler] benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] Âdem zamanından beri gelen umum efradından [bireyler] fazla olduğu halde, her baharda sair kabilelerle beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, [diriltme] haşirleri, elbette kıyamette ecsâd-ı insaniyenin [insan cesetleri] inşasına bir misâl değil belki binler misâldirler.

169

Evet, dünya dârü’l-hikmet [hikmet yeri; işlerin bir sebebe ve zamana bağlı olarak yapıldığı yer olan dünya] ve âhiret dârü’l-kudret [kudret yeri; herbir şeyin maddeye, zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakılmadan, birden yaratıldığı âhiret yurdu] olduğundan, dünyada Hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] Mürettib, [herşeyi tertip ve düzene sokan Allah] Müdebbir, [idare eden, çekip çeviren] Mürebbî [eğitici, terbiye edici] gibi çok isimlerin iktizasıyla, [bir şeyin gereği] dünyada icad-ı eşya [eşyaya vücut vermek] bir derece tedrici [yavaş yavaş, derece derece] ve zamanla olması, hikmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın her şeyi bir fayda ve gayeye yönelik olarak, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] mukteza[bir şeyin gereği] olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için, maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, bir lemhada [bir göz atış] inşasına işareten, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan [açıklamalarıyla akılları benzerini yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim] وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ 1 ferman eder.

Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kat’î bir sûrette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söze [Risale-i Nur içinde bulunan Sözler adlı eserde yer almaktadır] dikkatle bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok!

DÖRDÜNCÜ MES’ELE olan mevt-i dünya [dünyanın ölümü] ve kıyamet kopması ise:

Bir anda bir seyyare [gezegen] veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir sarayın bir dakikada harap olması gibi.

ba

170

 Zeylin Dördüncü Parçası

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ * قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَاَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ * 1

Yâni, insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim, onları bidayeten [ilk önce] inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edip hayat vermiş ise o diriltecek.”

Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatının Üçüncü Temsilinde tasvir edildiği gibi: Bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zât, efradı [bireyler] istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar; tabur nizamı altına getirebilir.” Sen ey insan, desen: “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçlikten, yeniden ordumisal [ordu gibi] bütün hayvânat ve sâir zîhayatın, [canlı] taburmisal [tabur gibi] cesedlerini kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] ve mîzan-i [denge, ölçü] hikmetle o bedenlerin zerratını [atomlar] ve letâifini [duygular] emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hatta her baharda rûy-i zeminde [yeryüzü] yüz binler ordu-misâl zevi’l-hayatın [hayat sahipleri, canlılar] envâlarını ve tâifelerini îcad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, [herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen zât, Allah] tabur-misal [tabur gibi] bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esasiye [asıl parçalar] ve eczâ-yı asliyeyi [esas parçalar] bir sayha [ses, sesleniş] ile sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad [akıldan uzak görme] sûretinde denilir mi? Denilse, eblehcesine [ahmak] bir divâneliktir.

3Hem, Kur’ân, kâh [bazan] oluyor ki, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] âhiretteki harika ef’âllerini [fiiler, davranışlar] kal-be kabul ettirmek için ihzariye [hazırlama] hükmünde ve zihni tasdike müheyyâ [hazır] etmek için

171

bir idadiye [hazırlama] suretinde, dünyadaki acaib ef’âlini [fiiler, davranışlar] zikreder. Veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’âl-i acîbe-i İlâhiyeyi [Cenab-ı Allah’ın şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı harika fiilleri] öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz [görünen] olan çok nazireleriyle [benzer] onlara kanaatimiz gelir. Meselâ, اَوَلَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّاخَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَخَصِيمٌ مُبِينٌ 1 tâ sûrenin âhirine kadar… İşte, şu bahiste, haşir meselesinde, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] haşri ispat için yedi sekiz surette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.

Evvelâ neş’e-i ûlâ[insanın ilk yaratılışı] nazara verir, der ki: Nutfeden [memelilerin yaratıldığı su] alâkaya, alâkadan mudgaya, [et parçası] mudgadan [et parçası]hilkat-i insaniyeye [insanın yaratılışı] kadar olan neş’etinizi [doğma] görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neş’e-i uhrâ[âhirette ikinci kez diriltilme] inkâr ediyorsunuz? O onun misli, [benzer] belki daha ehvenidir.

Hem Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] insana karşı ettiği ihsânât-ı azîmeyi [çok büyük ihsanlar, ikramlar] اَلَّذِي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا 2 kelimesiyle işaret edip der: Size böyle nimet eden bir Zât sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.

Hem remzen [ince işaret] der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istib’âd [akıldan uzak görme] ediyorsunuz.

Hem semâvât ve arzı [gökler ve yer] halk eden, semâvât ve arzın [gökler ve yer] meyvesi olan insanın hayat ve memâtından [ölümler] âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat [yaratılış] şeceresini [ağaç] abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?

Der: Haşirde sizi ihyâ [diriltme, hayat verme] edecek Zât öyle bir zâttır ki, bütün kâinat Ona emirber [emre hazır] nefer [asker] hükmündedir; emr-i كُنْ فَيَكُونُ 3’a karşı kemâl-i inkıyadla [tam itaat] serfurû [boyun eğme] eder.

172

Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona ehven [kolay] gelir. Bütün hayvânâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ 1 deyip kudretine karşı tâcizle [âcizlikle ithem etme, “yapamazsın” deme] meydan okunmaz.

Sonra, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ 2 tabiriyle, herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitabın sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir. [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah]

Madem böyledir. Bütün delâilin [deliller] neticesi olarak وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 3 yani, kabirden sizi ihyâ [diriltme, hayat verme] edip, haşre [insanların öldükten sonra âhirette diriltilip muhakeme için Allah‘ın huzurunda toplanması] getirip huzur-u kibriyâsında [sonsuz büyüklük sahibi Allah’ın huzuru] hesabınızı görecektir.

İşte, şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ [hazır] etti, kalbi de hazır etti. Çünkü nezâirini [benzerler, örnekler] dünyevî ef’âl [fiiler, davranışlar] ile de gösterdi.

Hem kâh [bazan] oluyor ki, ef’âl-i uhreviyesini [âhirete ait işler] öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nezâirlerini [benzerler, örnekler] ihsas [hissettirme] etsin, tâ istib’âd [akıldan uzak görme] ve inkâra meydan kalmasın.

Meselâ اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 4 ilâ ahir, ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ 5 ilâ ahir, ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ 6 ilâ ahir.

İşte, şu sûrelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi [çok büyük değişimler] ve tasarrufât-ı rububiyeti [Allah’ın her şeyi dilediği gibi kullanması ve yönetmesi] öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini [benzer] dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı [değişim, devrim] kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine [kısaca açıklama] işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.

173

Meselâ اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ 1 kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a’mâli [ameller, işler] bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde [bahar mevsiminde bitkilerin ve hayvanların dirilişi] başka noktaların naziresi [benzer] olduğu gibi, şu neşr-i suhuf [haşir zamanı amel defterlerinin meydana çıkarılıp herkesin hesabının görülmesi] naziresi [benzer] pek zâhirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi [Allah’ın isimleri] ne şekilde göstererek tesbihat etmişse ubûdiyetleri [Allah’a kulluk] var. İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla [hayat boyu yaşanan olaylar; özgeçmiş] beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih [güzel, açık ve düzgün] bir surette, analarının ve asıllarının a’mâlini [ameller, işler] zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a’mâlini [iş ve davranışların yazıldığı sahife] neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne, [bir maksat ve gayeye yönelik bir şekilde] hafîzâne, müdebbirâne, [herşeyi idare ederek] mürebbiyâne, [eğiterek] lâtifâne [çok hoş ve güzel bir şekilde] şu işi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ

Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat [bir söz veya bir işten gizli bir mânâ ve hüküm çıkarma] et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 2 şu kelâm, tekvir [sarmak, toplamak] lâfzıyla, [ifade, kelime] yani “sarmak ve toplamak” mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini [benzer] dahi ima eder.

Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından adem [hiçlik, yokluk] ve esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal [pırlanta gibi] bir lâmbayı, hazine-i rahmetinden [Allah’ın rahmet hazinesi] çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.

İkinci: Veya, ziya metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten [nöbetleşerek] sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura

174

metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh [bazan] olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kâh [bazan] olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker; metâını ve muamelât [davranışlar] defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal [görevinden ayrılma] edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl [memurluktan çıkarılma sebebi] bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî [Allah’ın izni] ile sardığı ziyayı emr-i Rabbânî [Allah’ın emri] ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, “Haydi, yerde işin kalmadı,” der. “Cehenneme git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u musahharı [emre itaat eden memur] sadakatsizlikle tahkir [aşağılama] edenleri yak” der, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ 1 fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.

ba

175

 Zeylin Beşinci Parçası1

Evet, nass-ı hadisle, [hadis hükmü] nev-i beşerin en mümtaz [seçkin] şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın2 [nebiler, peygamberler] icmâ [bir mesele hakkında görüş birliğine varılması] ve tevatürle, [çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber] kısmen şuhuda [görme] ve kısmen hakkalyakîne [bizzat yaşamak suretiyle, kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kesin bilme] istinaden, müttefikan [birleşerek] âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinat Hâlıkının [her şeyi yaratan Allah] kat’î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi; onların verdikleri haberi keşif ve şuhud [görme] ile, ilmelyakîn [ilim yoluyla kesin bilgi sahibi olma] suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekà[devamlı ve kalıcı âlem] bilbedâhe [açık bir şekilde] iktiza [bir şeyin gereği] ettiklerinden, yine âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene, baharda, rû-yi zeminde [yeryüzü] ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i كُنْ فَيَكُونُ 3 ile ihyâ [diriltme, hayat verme] edip ba’sü ba’delmevt‘e [öldükten sonra diriltilmek] mazhar [erişme, nail olma] eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat [bitkiler] taifelerinden ve hayvânat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye [Allah’ın ezelden beri var olan sonsuz kudreti] ve hesapsız ve israfsız [boş yere harcamadan yapılan] bir hikmet-i ebediye [Allah’ın sonsuz hikmeti, Allah’ın sonsuza dek herşeyi bir fayda ve gayeye yönelik, anlamlı ve yerli yerinde yaratması] ve rızka muhtaç bütün zîruhları [ruh sahibi] kemâl-i şefkatle [tam bir şefkat] gayet harika bir tarzda iâşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez envâ-ı ziynet ve mehâsin [güzellikler] i [süs ve güzelliklerin çeşitleri] gösteren bir rahmet-i bâkiye [devamlı olan şefkat ve merhamet]

176

ve bir inâyet-i daime [daimî yardım, iyilik ve bağış] bilbedâhe [açık bir şekilde] âhiretin vücudunu istilzam [gerektirme] ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] en sevdiği masnuu [san’at eseri] ve kâinatın mevcudatıyla [var edilenler, varlıklar] en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, [çok şiddetli] sarsılmaz, daimi olan aşk-ı bekà [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] ve şevk-i ebediyet [sonsuzluğa şiddetli istek] ve âmâl-i sermediyet, [daimî emeller ve arzular] bilbedâhe [açık bir şekilde] işaret ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden [gelip geçici dünya] sonra bir âlem-i bâki [devamlı ve kalıcı âlem] ve bir dâr-ı âhiret [âhiret âlemi] ve bir dâr-ı saadet [mutluluk yeri; Cennet] bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe [açık bir şekilde] âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam [gerektirme] ederler.Haşiye [dipnot]

Madem Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bil’âhirettir; [“âhiret gününe iman”] ve o iman da bu derece kuvvetlidir; ve o imanda öyle bir rica [ümit] ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdü lillâhi alâ kemâli’l-îmân[mükemmel imandan dolayı Allah’a hamdolsun] deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.