SÖZLER – Yirmi Beşinci Söz -1 (488-555)

488

Yirmi Beşinci Söz

Mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] Risalesi

Elde Kur’ân gibi bir mu’cize-i bâki [devamlı ve kalıcı mu’cize] varken, 
Başka burhan [delil] aramak aklıma zâid [fazlalık] görünür. 
Elde Kur’ân gibi bir burhan-ı hakikat [gerçeğin delili] varken, 
Münkirleri ilzam [susturma] için gönlüme sıklet mi gelir?

İHTAR: Şu Sözün başında Beş Şuleyi [gür ışık/alev] yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şulenin [gür ışık/alev] âhirlerinde, eski hurufatla [harfler] tab [basma] etmek için gayet sür’atle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bazı gün yirmi otuz sahifeyi iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için, Üç Şuleyi [gür ışık/alev] ihtisaren, [kısaca, özetleyerek] icmâlen [özet] yazarak, İki Şuleyi [gür ışık/alev] de şimdilik terk ettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl [anlaşılması zor olma] ve hatalara nazar-ı insaf [insaf bakışı] ve müsamaha ile bakmalarını, ihvanlarımızdan [kardeş] bekleriz.

Bu Mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] Risalesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler [dinsiz] tarafından medar-ı tenkit [tenkide sebep] olmuş veya ehl-i fen [bilim adamları] tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir. İşte, bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini [derin anlamlı söz] beyan etmiş ki, ehl-i ilhad [dinsizler] ve fennin kusur zannettikleri noktalar i’câzın [mu’cize oluş] lemeâtı ve belâğat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın belâğatı] kemâlâtının [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] menşeleri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için, onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’î verilmiş.

وَالشَّمْسُ تَجْرِي * وَالْجِبَالَ اَوْتاَدًا 1 gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.

489

Hem bu Mu’cizât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın mu’cizeleri] Risalesi gerçi gayet muhtasar [kısa] ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâğat [belâğat ilmi] ve ulûm-u Arabiye [Arap dili ve edebiyatına ait ilimler] noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat [dikkat sahibi insanlar] tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş [dağınık, karışık] hâletler [durum] içinde telif [kaleme alma] edildiğinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyan etmiş.

Said Nursî

ba

490

 Mu’cizât-ı Kur’âniye Risalesi

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا * 1

Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ-yı Ahmediye [Hz. Muhammed’in en büyük mu’cizesi] (a.s.m.) olan Kur’ân-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyanın [ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan ve sayısız hikmetleri içinde bulunduran Kur’ân] hadsiz vücuh-u i’câzından [mu’cize olma yönleri] kırka yakın vücuh-u i’câziyeyi [mu’cize olma yönleri] Arabî risalelerimde ve Arabî Risale-i Nur’da ve İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] namındaki tefsirimde ve geçen şu yirmi dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi, onlardan yalnız beş vechini [cihet, yön, taraf] bir derece beyan ve sair vücuhu [vecihler, yönler] içlerinde icmâlen [özet] derc [yerleştirme] ederek ve bir mukaddime [başlangıç] ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz.

 Mukaddime

Üç cüzdür.

BİRİNCİ CÜZ: Kur’ân nedir, tarifi nasıldır?

Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi,

Kur’ân,

· şu kitab-ı kebir-i kâinatın [büyük kâinat kitabı] bir tercüme-i ezeliyesi, [ezelî tercüme]

· ve âyât-ı tekvîniyeyi [kâinatta Allah’ın varlığına ve birliğine delil olan varlıklar] okuyan mütenevvi [çeşit çeşit] dillerinin tercüman-ı ebedîsi, [ebedî tercüman]

· ve şu âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] ve şehadet kitabının müfessiri, [açıklayan, yorumlayan]

· ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin [Allah’ın isimleri] mânevî hazinelerinin keşşafı, [kâşif, keşf edici, açığa çıkarıcı, buluş yapan]

· ve sutûr-u hâdisâtın [Cenab-ı Hak tarafından kâinat kitabında satırlar gibi yazılan olaylar zinciri] altında muzmer [gizli, saklı] hakaikin [doğru gerçekler] miftahı, [anahtar]

491

· ve âlem-i şehadette [görünen alem] âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] lisanı,

· ve şu âlem-i şehadet [görünen alem] perdesi arkasında olan âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye [Allah’ın sonsuz rahmetiyle kullarına ebediyen lütuf ve iyilikte bulunması] ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin [kusur ve aczden yüce olan Allah’ın ezelî konuşmaları] hazinesi,

· ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin [mânevî âlem, madde ötesi âlem] güneşi, temeli, hendesesi, [geometri]

· ve avâlim-i uhreviyenin [âhiret âlemleri] mukaddes haritası,

· ve Zât ve sıfât ve esmâ [Allah’ın isimleri] ve şuûn-u İlâhiyenin [Allah’ın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] kavl-i şârihi, [açıklayıcı söz; kesin delil] tefsir-i vâzıhı, [açık tefsir] burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, [parlak, güçlü tercüman]

· ve şu âlem-i insaniyetin [insan âlemi] mürebbîsi, [eğitici, terbiye edici]

· ve insaniyet-i kübrâ [büyük insanlık; İslâmiyetin hakikatleri] olan İslâmiyetin mâ ve ziyası,

· ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, [felsefenin karşısında Kur’ân’ın koyduğu gerçek hikmet]

· ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi,

· ve insana hem bir kitab-ı şeriat, [din ve hukuk kitabı]

· hem bir kitab-ı dua, [dua kitabı]

· hem bir kitab-ı hikmet, [hikmet kitabı]

· hem bir kitab-ı ubûdiyet, [kulluk kitabı]

· hem bir kitab-ı emir ve davet, [emir ve davet kitabı]

· hem bir kitab-ı zikir, [zikir kitabı]

· hem bir kitab-ı fikir, [fikir kitabı]

· hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine [mânevî ihtiyaçlar] merci olacak çok kitapları tazammun [içerme, içine alma] eden tek, câmi’ [kapsamlı] bir kitab-ı mukaddestir. [her türlü kusur ve noksandan yüce kitap]

· Hem bütün evliya ve sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] ve urefâ [ârifler, isim ve sıfatlarıyla Allah’ı hakkıyla tanıyanlar] ve muhakkıkînin [gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri] muhtelif meşreplerine [hareket tarzı, metod] ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin [hareket tarzı, metod] mezâkına [zevk, anlayış] lâyık ve o meşrebi [hareket tarzı, metod] tenvir [aydınlatma] edecek ve herbir mesleğin mesâkına [sevk edilecek yer; hedef ve gayeye ulaştıran yollar] muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir. [İlâhî kitap]

492

İKİNCİ CÜZ VE TETİMME-İ TARİF: Kur’ân Arş-ı Âzamdan, [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] İsm-i Âzamdan, [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] her ismin mertebe-i âzamından [en büyük mertebe] geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi,

Kur’ân,

· bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;

· hem bütün mevcudatın [var edilenler, varlıklar] İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;

· hem bütün semâvât ve arzın [gökler ve yer] Hâlıkı namına bir hitaptır;

· hem rububiyet-i mutlaka [Rablık, Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması] cihetinde bir mükâlemedir; [karşılıklı konuşma]

· hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye [her türlü kusur ve noksandan yüce olan Allah’ın herşeye hükmeden, herşeyi kuşatan saltanatı, egemenliği] hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması]

· hem rahmet-i vâsia-i muhîta [Allah’ın herşeyi kuşatan geniş rahmeti] nokta-i nazarında [bakış açısı] bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; [sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın iltifatlarını içine alan defter]

· hem Ulûhiyetin [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] azamet-i haşmeti [haşmetin büyüklüğü] haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;

· hem İsm-i Âzamın [Cenâb-ı Hakkın bin bir isminden en büyük ve mânâca diğer isimleri kuşatmış olanı] muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bütün muhâtına [kapsama alanı] bakan ve teftiş eden hikmetfeşan [hikmet yayan] bir kitab-ı mukaddestir. [her türlü kusur ve noksandan yüce kitap]

Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah[Allah kelâmı] ünvanı, kemâl-i liyakatle [tam anlamıyla layık oluş] Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın [nebiler, peygamberler] kütüp [kitaplar] ve suhufları [bâzı peygamberlere gelen sahife halindeki Allah’ın emirleri] derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin [Allah’a ait kelimeler] ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î [ferdî, küçük] bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz’î [ferdî, küçük] bir isimle ve has bir rububiyetle [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. [karşılıklı konuşma] Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.

493

ÜÇÜNCÜ CÜZ:

Kur’ân,

· asırları muhtelif bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] kütüplerini [kitaplar] ve meşrepleri [hareket tarzı, metod] muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın [hem âlim hem velî olan büyük zâtlar] eserlerini icmâlen [özet] tazammun [içerme, içine alma] eden,

· ve cihât-ı sittesi [altı yön] parlak ve evham ve şübehâtın [şüpheler, tereddütler] zulümâtından musaffâ, [arınmış, safileşmiş]

· ve nokta-i istinadı, [dayanak noktası] bilyakîn, [kesinlikle] vahy-i semâvî [Allah tarafından peygambere gelen vahiy] ve kelâm-ı ezelî, [Allah’ın ezelî olan Kelâm sıfatı]

· ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede, [görerek ve gözlemleyerek] saadet-i ebediye, [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı]

· içi, bilbedâhe, [açık bir şekilde] hâlis hidayet,

· üstü, bizzarure, [ister istemez, zorunlu olarak] envâr-ı iman, [iman nurları]

· altı, biilmilyakîn, [ilmî delillerle elde edilen kesinlikte] delil ve burhan, [delil]

· sağı, bittecrübe, [deneme yoluyla] teslim-i kalb ve vicdan, [kalbin ve vicdanın teslim oluşu]

· solu, biaynilyakîn, [gözle görerek kesin bilgi edinme] teshir-i akıl ve iz’an, [kesin şekilde inanma]

· meyvesi, bihakkılyakîn, [yaşamış gibi bir kesinlikte] rahmet-i Rahmân [rahmeti sınırsız olan Allah’ın şefkat ve merhameti] ve dâr-ı cinân, [cennet yurdu]

· makamı ve revacı, [kıymet, değer] bilhads-i sâdık, [doğru bir sezgiyle] makbul-ü melek ve ins ü cân [cinler] bir kitab-ı semâvîdir. [İlâhî kitap]

Kur’ân’ın tarifine dair üç cüz’ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde kat’î ispat edilmiş veya ispat edilecektir. Dâvâmız mücerret [soyut] değil, herbirisi burhan-ı kat’î [kesin delil] ile müberhendir. [delillerle ispatlanmış]

ba

494

Birinci Şule [gür ışık/alev]

Bu Şulenin [gür ışık/alev] Üç Şuası var.

BİRİNCİ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Derece-i i’cazda [mu’cizelik derecesi] belâğat-i Kur’âniyedir. [Kur’ân’ın belâğatı] O belâğat ise, nazmın [diziliş, tertip] cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden [metanetin ve sağlamlığın güzelliği] ve üslûplarının bedâatinden, [benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik] garip ve müstahsenliğinden [güzel görülen, beğenilen] ve beyanının beraatinden, fâik [üstün] ve safvetinden [arılık, berraklık] ve maânîsinin [mânâlar] kuvvet ve hakkaniyetinden ve lâfzının [ifade, kelime] fesahatinden, [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] selâsetinden [akıcılık, sözün akıcı olması] tevellüd [doğma] eden bir belâğat-i harikulâdedir [olağanüstü söyleyiş güzelliği] ki, benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] en dâhi ediplerini, en harika hatiplerini, en mütebahhir [çok bilgili] ulemasını muârazaya [sözle karşı koyma, muhalefet] davet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya [sözle karşı koyma, muhalefet] davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semâvâta vuran o dâhiler, ona muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] için ağız açamayıp, kemâl-i zilletle [tam bir aşağılık] boyun eğdiler.

İşte, belâğatindeki [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] vech-i i’câzı [mu’cizelik yönü] iki suretle işaret ederiz.

BİRİNCİ SURET: İ’câzı vardır ve mevcuttur. Çünkü, Ceziretü’l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] itibarıyla ümmî idi. Ümmîlikleri için, mefahirlerini [övünülecek şeyler] ve vukuat-ı tarihiyelerini [tarihî olaylar] ve mehâsin-i ahlâka [ahlak güzelliği] yardım edecek durub-u emsallerini, [ata sözleri] kitabet [yazım] yerine şiir ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] cazibesiyle eslâftan [selefler, geçmiştekiler] ahlâfa [halefler, sonradan gelenler] hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte, şu ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde [ticaret çarşısı] en ziyade revaç [değer, kıymet] bulan, fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] ve belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] metâı idi. Hattâ bir kabilenin beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] bir edibi, [edebiyatçı] en büyük bir kahraman-ı millîsi [millî kahraman] gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zeki kavim, [insan topluluğu] şu en revaçlı [daha çok değer verilen] ve medar-ı iftiharları [övünç kaynağı] ve ona şiddet-i ihtiyaçla [ihtiyacın şiddeti] muhtaç olan belâğatte [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme]

495

akvâm-ı âlemden [dünyadaki kavimler, [insan topluluğu] milletler] en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] o kadar kıymettardı ki, bir edibin [edebiyatçı] bir sözü için iki kavim [insan topluluğu] büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalâha [barış yapma] ediyorlardı. Hattâ, onların içinde, “Muallâkat-ı Seb’a[yedi askı, Kur’ân nâzil olmadan önce, meşhur Arap şâirlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâbe’nin duvarına asılmış olanları] namıyla, yedi edibin [edebiyatçı] yedi kasidesini [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.

İşte böyle bir zamanda, belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] en revaçlı [daha çok değer verilen] olduğu bir anda, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] nüzul etti. Nasıl ki zaman-ı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın zamanı] aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı İsâ [Hz. İsâ’nın zamanı] aleyhisselâmda tıp revaçta [değer, kıymet] idi; mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte, o vakit, bülega-yı Arabı, [Arap belâğatçıları, edebiyatçıları] en kısa bir sûresine mukabeleye [karşılama; karşılık verme] davet etti

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ * 1

fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz, Cehenneme gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf [hafife alma] ediyor. Onları bidayeten [ilk önce] idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ve sonra da Cehennemde idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile beraber dünyevî idamla da mahkûm ediyor. Der: “Ya muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.” [mahvolma]

İşte, eğer muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün müydü ki, bir iki satırla muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tariki ihtiyar edilsin? Evet, o zeki kavim, [insan topluluğu] o siyasî millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil [mümkün] midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla [harfler] muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] edebilseydi, Kur’ân dâvâsından vazgeçerdi, onlar da maddî ve mânevî helâketten [mahvolma] kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek muâraza-i bilhuruf [harflerle mücadele, yazılı ve sözlü mücadele] mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa [kılıçlarla savaşma, silahlı mücadele] mecbur oldular.

Hem Kur’ân’ı tanzir [benzerini yapma] etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep vardı.  

496

Birisi düşmanın hırs-ı muârazası, [karşı koymak için aşırı istek] diğeri dostlarının şevk-i taklididir [benzerini yapma arzusu ve isteği] ki, şu iki sâik-i şedid [şiddetli sevk edici gerekçe] altında milyonlar Arabî kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmi [basit, sıradan] olsun, her kim ona ve onlara baksa, kat’iyen [kesinlikle] diyecek ki, “Kur’ân bunlara benzemez; hiçbirisi onu tanzir [benzerini yapma] edemez.” Şu halde, ya Kur’ân bütününün altındadır—bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, [bâtıl, boş, hükümsüz] muhaldir—veya Kur’ân, o yazılan umum kitapların fevkindedir. [üstünde]

Eğer desen: “Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya [sözle karşı koyma, muhalefet] teşebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı faide etmedi?”

Elcevap: Eğer muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] mümkün olsaydı, alâküllihal [her durumda] kat’î teşebbüs edilecekti. Çünkü izzet [büyüklük, yücelik] ve namus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihal, [her durumda] kat’î taraftar pek çok bulunacaktı. Çünkü hakka muarız [itiraz eden, karşı gelen] ve muannit [inatçı] daima kesretli [çokluk] idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihal [her durumda] iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını [garip ve hayretli bakış] celb [çekme] edip destanlarda [hikâye, kıssa; kahramanlık hikâyeleri, şiirler] iştihar eder. Şöyle acip bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî [çirkin] şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki, muârazaya [sözle karşı koyma, muhalefet] dair, Müseylime-i Kezzab’ın bir iki fıkrasından [bölüm] başka nakledilmemiş. O Müseylime’de çendan [gerçi] belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle [güzellik] mâlik olan beyan-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın açıklaması] nisbet edildiği için, onun sözleri hezeyan [boş söz, saçmalama] suretinde tarihlere geçmiştir. İşte, Kur’ân’ın belâğatindeki [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] i’câz, [mu’cize oluş] kat’iyen, [kesinlikle] iki kere iki dört eder gibi mevcuttur ki, iş böyle oluyor.

İKİNCİ SURET: Belâğatindeki [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] i’câz-ı Kur’ânînin [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] hikmetini Beş Noktada beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NOKTA: Kur’ân’ın nazmında [diziliş, tertip] bir cezalet-i harika [hayranlık verici güçlü ifade] var. O nazımdaki [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] cezalet ve metaneti, [gayret, kararlılık] İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi [Kur’ân’ın dizilişindeki güzellik ve akıcılık] beyan eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil [mükemmelleştirme, geliştirme] eden ne ise, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] herbir cümledeki, hey’âtındaki [kısımlar, parçalar] nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebâtındaki intizamı öyle bir tarzda İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] âhirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir

497

ve bu nazımdaki [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] cezalet-i harika[hayranlık verici güçlü ifade] bu surette görebilir. Yalnız bir iki misal, bir cümlenin hey’âtındaki [kısımlar, parçalar] nazmı göstermek için zikredeceğiz.

Meselâ وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ 1 bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli [az gösterme, azaltma] ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle [az gösterme, azaltma] bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lâfzı, teşkiktir. [şüphede bırakma] Şek [şüphe] kıllete [azlık] bakar. مَسَّ lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti [azlık] ifade eder. نَفْحَةٌ lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti [azlık] ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre [fiilin bir defa yapıldığını belirten masdar] tabir-i sarfiyesinde [gramerle ilgili ifade] “biricik” demektir, kılleti [azlık] ifade eder. نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkirî, [kelimenin belirsizliğini gösteren tenvin işareti; harf-i tarifsiz (“el” takısız) olduğu için tenvinli olan ve nekra denen kelime] taklîli [az gösterme, azaltma] içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. مِنْ lâfzı, teb’îz [bütünü parçalamak, bölmek, kısımlara ayırmak; bütünden bir parça, bir kısım] içindir, “bir parça” demektir; kılleti [azlık] ifade eder. عَذَابِ lâfzı, nekâl, [şiddetli azap] ikab‘a [ağır ceza] nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete [azlık] işaret eder. رَبِّكَ lâfzı, Kahhâr, Cebbar, [zorba] Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas [hissettirme] etmekle

kılleti [azlık] işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki [azlık] bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, [bütünündeki maksat] herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafız ve maksada bakar.

İkinci misal: وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ 2 Şu cümlenin hey’âtı, [kısımlar, parçalar] sadakanın şerâit-i kabulünün [kabul şartları] beşine işaret eder.

Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lâfzındaki [ifade, kelime] مِنْ i teb’îz [bütünü parçalamak, bölmek, kısımlara ayırmak; bütünden bir parça, bir kısım] ile o şartı ifade eder.

498

İkinci şart: Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lâfzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir.

Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lâfzı işaret eder. Yani, “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.”

Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete [ahmaklık, beyinsizlik] sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lâfzı işaret ediyor.

Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani, “Mal Benimdir; Benim namımla vermelisiniz.”

Şu şartlarla beraber, tevsî [genişletme] de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl [söz] ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma مِمَّا lâfzındaki [ifade, kelime] مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzat işaret ediyor; çünkü mutlaktır, umumu ifade eder.

İşte, sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şartla beraber geniş bir dairesini akla ihsan [bağış] ediyor, heyetiyle ihsas [hissettirme] ediyor.

İşte, heyette böyle pek çok nazımlar [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] var. Kelimâtın [kelimeler] dahi, birbirine karşı aynen, geniş, böyle bir daire-i nazmiyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ

قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ 1 ‘de altı cümle var: üçü müsbet, [isbat edilmiş, sabit] üçü menfi. Altı mertebe-i tevhidi [Allah’ın bir olduğunu gösteren mertebe] ispat etmekle beraber, şirkin altı envâı[tür] reddeder. Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünkü herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek, Sûre-i İhlâsta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkep [belli şartların ve unsurların birleşmesinden oluşan] sûreler vardır. Meselâ,

قُلْ هُوَ اللهُ: ِلاَنَّهُ اَحَدٌ * ِلاَنَّهُ صَمَدٌ * ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ * ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ * ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ * 2

499

hem

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ: ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ * ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ * ِلاَنَّهُ صَمَدٌ * ِلاَنَّهُ اَحَدٌ * ِلاَنَّهُ هُوَ اللهُ * 1

hem

هُوَ اللهُ فَهُوَ اَحَدٌ * فَهُوَ صَمَدٌ * فَاِذًا لَمْ يَلِدْ * فَاِذًا لَمْ يُولَدْ * فَاِذًا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ * 2

Daha sen buna göre kıyas et. Meselâ,

الۤمۤ * ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ * 3

Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir; diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i’câzî [bir mu’cize olan tertip ve dizilişindeki örgü] hasıl olur. İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i’câzî [bir mu’cize olan tertip ve dizilişindeki örgü] teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyan edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi, ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münasebâtın hutut-u mâneviyesini [manevi hatlar, çizgiler] uzatıyor, birer nakş-ı i’câzî [mu’cizelik nakşı] nescediyor. [dokuma] İşte, İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi [Kur’ân’ın dizilişindeki güzellik ve akıcılık] şerh etmiştir.

İKİNCİ NOKTA: Mânâsındaki belâğat-i harikadır. [hayranlık verici belâğat] On Üçüncü Sözde beyan olunan şu misale bak. Meselâ,

سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 4

âyetindeki belâğat-i mâneviyeyi [mânevî belâğat] zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur’ân‘dan [Kur’ân nuru] evvel asr-ı cahiliyette, [cahiliye asrı] sahrâ-yı bedeviyette [bedeviliğin hüküm sürdüğü yer, çöl] farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet [cehalet ve duyarsızlık karanlığı]

500

altında, perde-i cumûd-u tabiata [tabiatın donuk, cansız perdesi] sarılmış olduğu bir anda, Kur’ân’ın lisan-ı semâvîsinden [semavî lisan] سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ 1 veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ 2 gibi âyetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem, [âlemdeki varlıklar] سَبَّحَ , تُسَبِّحُ sadâsıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar [uyanık] oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer câmid [cansız] ateşpare [ateş parçası] olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat, تُسَبِّحُ sayhasıyla [ses, sesleniş] ve nuruyla, işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ [hikmet gösteren kelime] ve birer nur-u hakikat-edâ; [hakikat nuru] ve küre-i arz [yer küre, dünya] bir baş ve berr [kara] ve bahr [deniz] birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar [bitki] birer kelime-i tesbihfeşan [Allah’ı çok çok tesbih eden kelime] suretinde arz-ı didar [kendini gösterme] eder.

Meselâ, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misale bak:

يَامَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ * فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ * يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ * فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ 3* وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ * 4

âyetlerini dinle, bak ki ne diyor?

Diyor ki: “Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid [inatçı] ve zaaf [zayıflık, güçsüzlük] ve fakrı içinde serkeş [başkaldıran] ve muannid [inatçı] olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden [memleket sınırı] çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle

501

bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber [emre hazır] neferleri [asker] gibi emirlerine itaat ederler. Hem tuğyanınızla [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] öyle bir Hâkim-i Zülcelâle [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah] karşı mübareze [karşı koyma] ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî [emre uyan] askerleri var, faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla [inançsızlık, inkâr] öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin [sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan, her şeyin sahibi Allah] memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünudundan [askerler] öyleleri var, değil sizin gibi küçük, âciz mahlûklar, [varlıklar] belki farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir [inkârcı, inanmayan düşman] olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misil[benzer] yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler.”

Daha sair âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâğati [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve ulviyet-i ifadesini [ifadedeki yücelik] bunlara kıyas et.

ÜÇÜNCÜ NOKTA: Üslûbundaki bedâat-i harikadır. [harika, olağanüstü güzellik] Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. [ikna edici] Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini, [tazelik] gençliğini, garâbetini [gariplik, hayret vericilik] daima muhafaza etmiş ve ediyor.

Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ gibi mukattaat [bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler] hurufundaki [harfler] üslûb-u bedîîsi, [eşsiz güzellikteki ifade tarzı] beş altı lem’a-i i’câzı [mu’cizelik parıltısı] tazammun [içerme, içine alma] ettiğini, İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] yazmışız. Ezcümle:

Sûrelerin başında mezkûr [adı geçen] olan huruf, [harfler] hurufâtın [harfler] aksâm-ı malûmesi [bilinen kısımlar] olan mechûre, [harf, hareke ile okunduğunda, nefesin hapsolunup sesin açığa çıktığı anda okunan harfler] mehmûse, [gizli okunan harfler] şedîde, [harf sükun ile ve nefesin hepsi hapsolarak sâkin bir halde okunduğu zaman sesin aslâ akmaması] rahve, [harf cezimli söylenirken sesin akması hali] zelâka, [tecvitte keskin olarak çıkan harfler (lâm, râ, nun)] kalkale [harfi okurken, mahrecinden çıkarır çıkarmaz kesme ve böylece harfi iki defa okunmuş gibi çıkarma] gibi aksâm-ı kesiresinden, [çok kısımlar] herbir kısmından nısfını [yarı] almıştır. Kabil-i taksim [bölünebilen] olmayan hafifinden nısf-ı ekser, [yarıdan çok] sakîlinden [ağır] nısf-ı ekall [yarıdan az] olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil [birbiri içinde] ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, [kararsız, şüpheli] yalnız gizli ve fikren

502

bilinmeyecek birtek yolla umumunu tansif etmek [ikiye bölmek] kabil [mümkün] olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, [söz ileri sürmek] fikr-i beşerin [insan düşüncesi] işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.

İşte, bir şifre-i İlâhiye [İlâhî şifre] olan sûrelerin başlarındaki huruf, [harfler] bunun gibi daha beş altı lem’a-i i’câziyeyi [mu’cizelik parıltısı] gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf [harflerin sırlarını ve hikmetlerini konu alan ilim] ulemasıyla evliyanın muhakkikleri [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] şu mukattaattan [bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler] çok esrar istihraç [çıkarma] etmişler ve öyle hakaik [doğru gerçekler] bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat [bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler] kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza [mu’cizelik parıltısı] havale etmekle iktifa [yetinme] ediyoruz.

Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.

Meselâ, Sûre-i Amme’ye dikkat edilse, öyle bir üslûb-u bedî [eşsiz güzellikteki ifade tarzı] ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini [haller] öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef’âl-i İlâhiyeyi, [kâinattaki varlıkları ortaya çıkaran İlâhi fiiller] âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:

Şu sûrenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] eder çift, geceyi hâb-ı rahatınıza [rahat uykusu] örtü, gündüzü meydan-ı maişet, [geçimi temin etme meydanı] güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba, bulutları âb-ı hayat [hayat suyu] çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl [iyi insanların kötü insanlardan ayrıldığı gün] olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”

İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Mânen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. Âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, sûrenin

503

başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise âhirde ve âhiretteki hadikaya [bahçe] ve bağa bakar.

İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve âli [yüce] bir üslûbu var, gör.

Meselâ,

قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَۤاءُ * 1

ilâ âhir. [sonuna kadar] Öyle bir üslûb-u âlide, [yüksek ifade tarzı] benî beşerdeki [insanlar] şuûnât-ı İlâhiyeyi [Cenâb-ı Allah’ın işleri ve icraatları] ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi [İlâhi tecelliler, yansımalar] ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın fiil ve icraatları] ve yeryüzünde hayat, memat, [ölüm] haşir ve neşr-i dünyeviyedeki [dünyadaki varlıkların yeniden diriltilip yayılmaları] icraat-ı Rabbâniyeyi [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın icraatı] öyle bir ulvî üslûpla beyan eder ki, ehl-i dikkatin [dikkat sahibi insanlar] akıllarını teshir [boyun eğdirme] eder. Parlak ve ulvî, geniş üslûbu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.

Meselâ,

اِذاَ السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ * وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ * وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ * وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَتَخَلَّتْ * وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ * 2

Gök ve zeminin, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] emrine karşı derece-i inkıyad [boyun eğme derecesi] ve itaatlerini şöyle âli [yüce] bir üslûpla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] mücahede [Allah yolunda cihad etme] ve manevra ve ahz-ı asker [asker alımı] şubeleri gibi, mücahedeye [Allah yolunda cihad etme] lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, [Allah yolunda cihad etme] o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ederek istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek için, o kumandan-ı âzam [bütün varlıkları emri altında tutan en büyük kumandan, Allah] o iki daireye müteveccih [yönelen] olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka [konuşma] gelip kendi lisanıyla der ki:

“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif [şeref verme] ediniz. İşte, atıp senin emrine

504

hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. [boyun eğen] Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.” [amaç, yarar]

Öyle de, semâvât ve arz, [gökler ve yer] böyle iki daire-i teklif [sorumluluk ve imtihan yeri] ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, [gökler ve yer] daire-i teklife [sorumluluk ve imtihan yeri] ait eşyayı emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile bertaraf eder, derler: “Yâ Rabbenâ! [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah] Buyurun, ne için bizi istihdam [çalıştırma] edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”

İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.

Hem meselâ,

يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ * 1

İşte şu âyetin bahr-i belâğatinden [belâğat denizi] bir katreye [damla] işaret için, bir üslûbunu bir temsil âyinesinde göstereceğiz.

Nasıl bir harb-i umumîde [Birinci Dünya Savaşı] bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istilâ ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü’s-sâfilîne [aşağı ve alçak yer] giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.

Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisal, [eşsiz ve benzeriz Padişah Allah] kavm-i Nuh’un mahvı için semâvât ve arza [gökler ve yer] emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey semâ, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin [Allah’ın memuru] çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.

İşte şu üslûbun ulviyetine [yüce] bak. “Zemin ve gök, iki muti’ [itaat eden] asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslûp işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor, semâvât ve arz [gökler ve yer] hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti’ [itaat eden] asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri [sakındırma] ifade eder.

İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi [geneli ilgilendiren ve her tarafı kuşatan olay] bütün netâiciyle, [neticeler] hakaikiyle, [doğru gerçekler] birkaç

505

cümlede, îcazlı, [az sözle çok mânâlar anlatma] i’câzlı, [mu’cize oluş] cemâlli, icmalli [kısaca, özet olarak] bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini [damla] şu katreye [damla] kıyas et.

Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak. Meselâ, * وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ 1 deki كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ 2 kelimesine bak, ne kadar lâtif [berrak, şirin, hoş] bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:

Kamerin [ay] bir menzili var ki, Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] yıldızlarının dairesidir. Kameri, [ay] hilâl vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semânın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nuranî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya [gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan ve yedi yıldızdan meydana gelen bir yıldız takımı] o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat [yaratılış] ağacının birer münevver [aydın] meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı maişetlerinin [geçim kaynağı] en mühimmi hurma ağacı olan sahrânişinlerin [çölde oturan, bedevî] nazarında ne kadar münasip, güzel, lâtif, [berrak, şirin, hoş] ulvî bir üslûb-u ifade [ifade tarzı] olduğunu, zevkin varsa anlarsın.

Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi, وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 3 deki tecrî [“döner, akıp gider”] kelimesi şöyle bir üslûb-u âliye [yüksek ifade tarzı] pencere açar. Şöyle ki: Tecrî [“döner, akıp gider”] lâfzıyla, [ifade, kelime] yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi [Allah’ın sonsuz kudretiyle yaptığı işler] ihtarla, Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] azametini ifham [(he ile) anlatma] eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin [Allah’ın kudret kalemi] yazdığı mektubat-ı Samedâniyeye [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] hikmetini ilâm eder.

وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا 4 Yani, “lâmba” tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata [canlı] ihzar [hazırlama] edilmiş

506

müzeyyenat [süslemeler] ve mat’ûmat [yiyecekler] ve levazımat [bir varlıkta olması gerekli olan özellikler] olduğunu; ve güneş dahi musahhar [boyun eğdirilmiş] bir mumdar [ışık veren] olduğunu ihtarla Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] haşmetini ve Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] ihsanını [bağış] ifham [(he ile) anlatma] ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mâbud [ibadet edilen] zannettikleri güneş, musahhar [boyun eğdirilmiş] bir lâmba, câmid [cansız] bir mahlûktur. Demek, sirac [kandil, lamba] tabirinde, Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] azamet-i rububiyetindeki [Allah’ın bütün varlıkları terbiye ve idare ediciliğinin büyüklüğü] rahmetini ihtar eder; rahmetin vüs’atindeki [genişlik] ihsanını [bağış] ifham [(he ile) anlatma] eder; ve o ifhamda, [(he ile) anlatma] saltanatının haşmetindeki keremini [cömertlik] ihsas [hissettirme] eder; ve bu ihsasta, [hissettirme] vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ilâm eder ve mânen der ki: “Câmid [cansız] bir sirâc-ı musahhar, [emre boyun eğen lamba] hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.”

Hem cereyan-ı tecrî [“döner, akar gider” ifadesi] tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acibeyi [hayret verici ve düzenli işler, tasarruflar] ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] münferid bir Sâniin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] azamet-i kudretini [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] ifham [(he ile) anlatma] eder. Demek, şems ve kamer [ay] noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb [çekme] eder.

Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin [Allah’ın san’atı] intizamına bir zemberek [hareketi sağlayan güç kaynağı] ve hilkat-i Rabbâniyenin [herşeyi terbiye ve idare eden Allah’ın yaratıcılığı] nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin [herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah] gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin [Allah’ın san’atı] insicamına [uyum] bir mekik [dokuma âleti] vazifesini yapıyor.

Daha sair kelimât-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın kelimeleri] bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf [alışılmış] birer kelime iken, lâtif [berrak, şirin, hoş] mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.

İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın ifade tarzı] geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun [aşık] olur, Müslüman olmadan

507

secdeye giderdi. Bir bedevî فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ 1 kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] secde ediyorum.”

DÖRDÜNCÜ NOKTA: Lâfzındaki [ifade, kelime] fesahat-i [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] harikasıdır. Evet, Kur’ân mânen, üslûb-u beyan [açıklama tarzı] cihetiyle fevkalâde beliğ [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] olduğu gibi, lâfzında [ifade, kelime] gayet selis [düzgün ve akıcı] bir fesahati [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] vardır. Fesahatin [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] kat’î vücuduna, usandırmaması delildir. Ve fesahatin [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] hikmetine, fenn-i beyan [beyan ilmi; mecâz, teşbih, kinaye [bir anlamı üstü kapalı olarak ifade etme] gibi ifade ve anlatım üslûplarını ele alan belâgat ilminin bir dalı] ve maânînin [mânâlar] dâhi ulemasının şehadetleri bir burhan-ı bâhirdir. [açık delil]

Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî [incinen] olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta [can çekişme/ölüm anı] olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kur’ân, [Kur’ân sesi] onun kulağında ve dimağında, [akıl, beyin] aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem [zemzem suyu] gibi leziz geliyor.

Usandırmamasının sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur ki: Kur’ân, kulûbe [kalbler] kut [gıda] ve gıda ve ukûle [akıllar] kuvvet ve gınâ [zenginlik] ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa [nefisler] devâ ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur’ân hak ve hakikat ve sıdk [doğruluk] ve hidayet ve harika bir fesahat [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, [tazelik] halâvetini [tatlılık] de muhafaza ediyor. Hattâ Kureyş’in rüesasından [reisler, başkanlar] müdakkik [dikkatli] bir beliğ, [belagâtçi, maksadını noksansız ve güzel sözlerle anlatabilen] müşrikler tarafından, Kur’ân’ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu kelâmın öyle bir halâveti [tatlılık] ve tarâveti [tazelik] var ki, kelâm-ı beşere [insan sözü] benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbâımızı [halk, yönetilenler] kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] en muannid [inatçı] düşmanları bile fesahatinden [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] hayran oluyorlar.

Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesahatin [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir

508

âyetteki huruf-u hecâiyenin [alfabe sırasına göre dizili harfler] vaziyetiyle hasıl olan bir selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve fesahat-i [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] lâfziyeyi [ifade, kelime] ve o vaziyetten parlayan bir lem’a-i i’câzı [mu’cizelik parıltısı] göstereceğiz. İşte,

ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشٰى طَۤائِفَةً مِنْكُمْ * 1

ilâ âhir. [sonuna kadar] İşte şu âyette bütün huruf-u hecâ [alfabe sırasına göre dizili harfler] mevcuttur. Bak ki, sakil, [ağır] ağır bütün aksâm-ı huruf [harflerin kısımları] beraber olduğu halde selâsetini [akıcılık, sözün akıcı olması] bozmamış. Belki bir revnak [parlaklık, güzellik, tazelik, letafet, süs] ve muhtelif tellerden mütenasip, [birbirine uygun] mütesanit [birbirini destekleyen] bir nağme-i fesahat [kusursuz derecede düzgün, açık ve akıcı nağme] katmış. Hem şu lem’a-i i’câza [mu’cizelik parıltısı] dikkat et ki, huruf-u hecâdan [alfabe sırasına göre dizili harfler] ى ile ا en hafif ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. م ile ن Haşiye [dipnot] 1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için, herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. ص , س, ش mahreççe, [harflerin ağızdaki çıkış yeri] sıfatça, savtça [ses] kardeş oldukları için her biri üç def’a ع , غ kardeş oldukları halde, ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ط , ظ, ذ, ز mahreççe, [harflerin ağızdaki çıkış yeri] sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, ل ve ا ile beraber ikisi لا suretinde ittihad [birleşme] ettikleri ve ا لا , suretinde hissesi ل ‘ın yarısıdır; onun için ل kırk iki defa, ا onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. ﻫ , ء ile mahreççe [harflerin ağızdaki çıkış yeri] kardeş oldukları için ء Haşiye [dipnot] 2 on üç, ﻫ bir derece daha hafif olduğu için on dört defa ق , ف, ك kardeş oldukları için, ق ‘ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت on iki— ت ‘nin derecesi üç olduğu için on iki—defa zikredilmiştir. ل , ر ‘ın kardeşidir; fakat ebced hesabıyla ر iki yüz, ل otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telâffuzca tekerrür ettiğinden sakil [ağır] olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ , ح, ث, ض sıkletleri ve bazı cihât-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. ح , و ‘dan ve ء ‘den daha hafif ve ى ‘den ve ا ‘ten daha sakil [ağır] olduğu için on yedi defa, sakil [ağır] ء ‘den dört derece yukarı, hafif ا ‘ten dört derece aşağı zikredilmiştir.

509

İşte şu hurufun [harfler] bu zikrinde harikulâde bu vaziyet-i muntazama [intizamlı, düzenli vaziyet] ile ve o münasebet-i hafiye [gizli münasebet, ilişki] ile ve o güzel intizam ve o dakik [derin ve ince] ve ince nazım [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] ve insicam [uyum] ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhaldir ki ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki [harflerdeki vaziyet] intizam-ı acip [hayrette bırakan düzen] ve nizam-ı garip, [şaşırtıcı düzen] selâset [akıcılık, sözün akıcı olması] ve fesahat-i [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] lâfziyeye [ifade, kelime] medar [kaynak, dayanak] olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatında [harfler] böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envar[nurlar] bir insicam [uyum] gözetilmiş ki, göz görse “Maşaallah,” akıl anlasa “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] diyecek.

BEŞİNCİ NOKTA: Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk [üstün gelme] ve metanet [gayret, kararlılık] ve haşmettir. Nasıl ki nazmında [diziliş, tertip] cezalet, lâfzında [ifade, kelime] fesahat, [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması] mânâsında belâğat, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] üslûbunda bedâat [benzersizlik, eşsiz güzellik, orijinallik] var. Beyanında dahi faik [üstün] bir beraat vardır. Evet, tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhib, [dehşete düşürme, korkutma] medih [övgü] ve zem, [ayıplama] ispat ve irşad, [doğru yol gösterme] ifham [(he ile) anlatma] ve ifhâm [(ha ile) delille susturma] gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede [sözün kısımları] ve tabakat-ı hitabiyede [hitap tabakaları] beyânât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın açıklamaları] en yüksek mertebededir. Meselâ:

Makam-ı tergib ve teşvikte [isteklendirme ve şevklendirme makamı] hadsiz misallerinden, meselâ Sûre-i هَلْ اَتٰى عَلَى اْلاِنْسَانِ 1 de beyanatı,Haşiye âb-ı kevser [Cennetteki Kevser havuzunun suyu] gibi hoş, selsebil [Cennette tatlı suyu olan bir çeşme] çeşmesi gibi selâsetle [akıcılık, sözün akıcı olması] akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası [elbise] gibi güzeldir.

Makam-ı terhib ve tehditte [korkutma ve tehdit makamı] pek çok misallerinden, meselâ هَلْ اَتٰيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ 2 sûresinin başında, beyanat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın açıklamaları] ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler]

510

simahında [kulak deliği] kaynayan rasas [kurşun] gibi, dimağında [akıl, beyin] yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum [Cehennemde bir ağacın ismi] gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî [acı ve dikenli bir ağaç] gibi tesir eder. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azap memuru, öfkesinden ve gayzından [kin, öfke] parçalanmak vaziyetini alması ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ 1 söylemesi, söyletmesi, o zâtın terhibi [dehşete düşürme, korkutma] ne derece dehşetli olduğunu gösterir.

Makam-ı medhin [övgü makamı] binler misallerinden, başında Elhamdü lillâh olan beş sûrede2 beyanat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın açıklamaları] güneş gibi parlak,Haşiye yıldız gibi ziynetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.

Makam-ı zem [kınama makamı] ve zecirde [azarlama, sakındırma] binler misallerinden, meselâ اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا 3 âyetinde zemmi [ayıplama, kötüleme] altı derece zemmeder, [ayıplama, kötüleme] gıybetten altı derece şiddetle zecreder. [sakındırma] Şöyle ki: Malûmdur, âyetin başındaki hemze, [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] sormak, “âyâ” mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer.

İşte, birinci hemze [başka bir harfe bağlı olarak değil, kendi başına telâffuz edilen elif; başına geldiği kelimeye “mi, mı” anlamı veren soru edatı] ile der: Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?

İkincisi: يُحِبُّ lâfzıyla [ifade, kelime] der: Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?

511

Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, [insanın kendi cinsinden olana acıması] hiç sıla-i rahminiz [akraba bağı, ziyareti] yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh [çirkin] bir iş yapılıyor?

Demek, zem [ayıplama] ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten [milliyet ve soy açısından] ve milliyeten mezmumdur. [kınanmış] İşte, bak, nasıl ki şu âyet îcazkârâne [az sözle çok mânâlar anlatma] altı mertebe zemmi [ayıplama, kötüleme] zemmetmekle, [ayıplama, kötüleme] i’câzkârâne [benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde] altı derece o cürümden zecreder. [sakındırma]

Makam-ı ispatta [ispat makamı] binler misallerinden, meselâ

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ * 1

de, haşri ispat ve istib’âdı [akıldan uzak görme] izale [giderme] için öyle bir tarzda beyan eder ki, fevkinde [üstünde] ispat olamaz. Şöyle ki:

Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde, Yirmi İkinci Sözün Altıncı Lem’asında [parıltı] ispat ve izah edildiği gibi, her bahar mevsiminde, ihyâ-yı arz [yeryüzünün diriltilmesi] keyfiyetinde, üç yüz bin tarzda haşrin nümunelerini nihayet derecede girift, [karmaşık, iç içe] birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyizle nazar-ı beşere [insanın bakışı] gösteriyor ki, bunları böyle yapan Zâta, haşir ve kıyamet ağır olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüz binler envâı [tür] beraber, birbiri içinde, kalem-i kudretiyle [Allah’ın kudret kalemi] hatasız, kusursuz yazmak birtek Vâhid-i Ehadin [bir olan ve birliği her bir şey üzerinde görülen Allah] sikkesi [mühür] olduğundan, şu âyetle güneş gibi vahdâniyeti [Allah’ın benzersiz ve bir oluşu ve ortağının bulunmayışı] ispat etmekle beraber, güneşin tulû [doğma] ve gurubu [batış] gibi kolay ve kat’î,

512

kıyamet ve haşri gösterir. İşte, كَيْفَ lâfzındaki [ifade, kelime] keyfiyet noktasında şu hakikati gösterdiği gibi, çok sûrelerde tafsille zikreder. Meselâ, Sûre-i قۤ * وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ 1 de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyanla haşri ispat eder ki, baharın gelmesi gibi kat’î bir surette kanaat verir.

İşte, bak: Kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek “Bu aciptir, olamaz”2 demelerine cevaben

اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَالَهَا مِنْ فُرُوجٍ * 3

ilâ âhir, [sonuna kadar] كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ 4’a kadar ferman ediyor. Beyanı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor.

Hem makam-ı ispatın [ispat makamı] en lâtif [berrak, şirin, hoş] misallerinden,

يٰسۤ * وَالْقُرْاٰنِ الْحَكِيمِ * اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ * 5 der. Yani,

“Hikmetli Kur’ân’a kasem [yemin] ederim, sen resullerdensin.” [Allah’ın elçisi] Şu kasem [yemin] işaret eder ki, risaletin [elçilik, peygamberlik] hücceti [delil] o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tâzim [saygı makamı] ve hürmete çıkmış ki onunla kasem [yemin] ediliyor. İşte şu işaretle der: “Sen resulsün. [Allah’ın elçisi] Çünkü senin elinde Kur’ân var. Kur’ân ise haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü içinde hakikî hikmet, üstünde sikke-i i’câz [mu’cizelik damgası] var.”

Hem makam-ı ispatın [ispat makamı] îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] ve i’câz[mu’cize oluş] misallerinden, şu:

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ * قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَأَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ * 6

Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten [ilk önce]  

513

inşa [Allah’ın bir varlığı farklı şeylerden yaratması, vücuda getirmesi] edip hayat vermişse O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı [bireyler] istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal [ordu gibi] bütün hayvânat ve sair zîhayatın [canlı] tabur-misal [tabur gibi] cesetlerini kemâl-i intizamla [tam ve mükemmel düzen] ve mizan-ı hikmetle [her şeyin belirli gayelere yönelik olarak mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapılmasını gösteren ilim terazisi] o bedenlerin zerrâtını [atomlar] ve letâifini [duygular] emr-i كُنْ فَيَكُونُ 1 ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rû-yi zeminde [yeryüzü] yüz binler ordu-misal [ordu gibi] zevilhayat [canlılar] envâlarını, taifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, [herşeye gücü yeten ve herşeyi bilen zât, Allah] tabur-misal [tabur gibi] bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esasiye [asıl parçalar] ve ecza-yı asliyeyi [asıl parçalar] bir sayha [ses, sesleniş] ile, sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir, istib’âd [akıldan uzak görme] suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine [ahmak] bir divaneliktir.

Makam-ı irşadda [doğru yolu gösterme makamı] beyanat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın açıklamaları] o derece müessir ve rakiktir [ince, nazik] ve o derece mûnis [cana yakın] ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu

ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً * 2

ilâ âhir. [sonuna kadar] Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasinde [bahis, kısım] ispat ve izah edildiği gibi, Benî İsrail‘e [İsrailoğulları] der: “Mûsâ aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu’cizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ aleyhisselâmın bütün mu’cizâtına karşı lâkayt [duyarsız] kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O Sözde şu mânâ-yı irşadî [doğru yolu gösterici mânâ] izah edildiği için, oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.

Makam-ı ifham ve ilzamda [susturma] binler misallerinden yalnız şu iki misale bak.

514

Birinci misal:

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ * 1

Yani, “Eğer bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazire [benzer] yapınız.” İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] izah ve ispat edildiği için, burada yalnız icmâline [özet] işaret ederiz. Şöyle ki:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] diyor:

Ey ins ve cin! Eğer Kur’ân kelâm-ı İlâhî [Allah’a ait söz, konuşma] olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm [kuruntu] ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü’l-Emin2 [“güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan] dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet [yazım] görmemiş bir ümmîden bu Kur’ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.

Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edip, bir âlim olsun.

Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebânız, [balık] belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini [ciddi gayret] beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur’ân’a bir nazire [benzer] yapınız.

Bunu da yapamazsanız, haydi, kabil-i taklit [taklidi mümkün] olmayan hakaik-i Kur’âniyeden [Kur’ân’ın hakikatleri, esasları] ve mânevî çok mu’cizâtından kat’-ı nazar, yalnız nazmındaki [diziliş, tertip] belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] nazire [benzer] olarak bir eser yapınız.

فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ 3 ilzamıyla [susturma] der: Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.

Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kur’ân kadar olmasın, yalnız

بِعَشْرِ سُوَرٍ on sûresine nazire [benzer] getiriniz.

Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek sûresine nazire [benzer] getiriniz.

Bu da çoktur. Haydi, kısa bir sûresine bir nazire [benzer] ibraz ediniz.

515

Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde—çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet [büyüklük, yücelik] ve dininiz, asabiyet [duygusal bağlılık, akrabalık, taraftarlık, milliyetçilik] ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz buna nazire [benzer] getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet [alçaklık] içinde, can ve malınız helâkette [mahvolma] mahvolup ve âhirette فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ 1 işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî [sonsuz bir hapis] ile mahkûm ve sanemlerinizle [put] beraber ateşe odunluk edeceksiniz.

Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kur’ân dahi mu’cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] makam-ı ifhamdaki ilzamına [susturma] bak ve de: لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْاٰنِ بَياَنٌ Evet, beyan-ı Kur’ân‘dan [Kur’ân’ın açıklaması] sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.

İkinci misal:

فَذَكِّرْ فَمَۤا اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ * أَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ * قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ * أَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهٰذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ * اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ * فَلْيَاْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ * اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ * اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَيُوقِنُونَ * اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَۤائِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ * اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ * اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ * اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا

516

فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ * اَمْ عِنْدَهُمُ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ * اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ * اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللهِ سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ 1

İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyan-ı ifhâmiyeye [delillerle susturma anlatımı] misal için bir hakikatini beyan ederiz. Şöyle ki: اَمْ ، اَمْ 2lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i [bir şeyin öyle olmayacağını soru sorma şekliyle ifade etme; “Hiç böyle olur mu?”] taaccübî ile ehl-i dalâletin [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] bütün aksâmını susturur ve şübehâtın [şüpheler, tereddütler] bütün menşelerini kapatır. Ehl-i dalâlet [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] için, içine girip saklanacak şeytanî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalâlet [inançsızlık perdesi] bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada, [bölüm] bir taifenin hülâsa-i fikr-i küfrîlerini [küfür düşüncesinin özeti] ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı [bâtıl oluş] zahir olduğundan sükûtla butlanını [bâtıl oluş] bedâhete [açıklık] havale eder, veya başka âyetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen [kısa, kısaca] işaret eder.

Meselâ, birinci fıkra [bölüm] وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ 3 âyetine işaret eder. On beşinci fıkra [bölüm] ise لَوْ كَانَ فِيهِمَۤاۤ اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 4 âyetine remzeder. [ince işaret] Daha sair fıkraları [bölüm] buna kıyas et. Şöyle ki:

Başta diyor: Ahkâm-ı İlâhiyeyi [Allah’ın hükümleri] tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zira kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakinîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına [aklın mükemmelliği] şehadet eder.

517

اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ 1 Âyâ, [“acaba mümkün mü?” anlamında şüphe bildiren ünlem edatı] acaba muhakemesiz, [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] âmi [basit, sıradan] kâfirler gibi, sana şair mi diyorlar? Senin helâketini [mahvolma] mi bekliyorlar? Sen de: “Bekleyiniz, ben de bekliyorum.” Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve tezyinatından [süslemeler] müstağnidir. [çok üstün ve ötede bulunan]

اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهٰذَا 2 Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “Aklımız bize yeter” deyip sana ittibâdan [tâbi olma, bağlanma] istinkâf [çekimser kalma, uzak durma] mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibâı [tâbi olma, bağlanma] emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.

اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ 3 Yahut inkârlarına sebep, tâği [azgın] zalimler gibi, Hakka serfuru [baş eğme] etmemeleri midir? Halbuki, mütecebbir [zorba] zalimlerin rüesaları [reisler, başkanlar] olan Firavunların, Nemrutların akıbetleri malûmdur.

اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ 4Veyahut yalancı, vicdansız münafıklar gibi, “Kur’ân senin sözlerindir” diye seni itham [suçlama] mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar Muhammedü’l-Emin [“güvenilir Muhammed” mânâsında Peygamberimize verilen bir ünvan] diyerek, içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imana niyetleri yoktur. Yoksa Kur’ân’ın âsâr-ı beşeriye [insan eserleri] içinde bir nazirini [benzer] bulsunlar.

اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ 5Veyahut, kâinatı abes ve gayesiz itikad [inanç] eden felâsife-i abesiyyun [içi kof [boş] olan faydasız felsefeyle uğraşan filozoflar] gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, hâlıksız [her şeyi yaratan Allah] mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen [süslendirilmiş, ziynetlendirilmiş] ve gayelerle müsmirdir [meyveli] ve mevcudat, [var edilenler, varlıklar] zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye [Cenab-ı Allah’ın emirleri] musahharlardır. [boyun eğdirilmiş]

518

اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ 1 Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, “kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar” mı tahayyül [hayal etme] ediyorlar ki, imandan, ubûdiyetten [Allah’a kulluk] istinkâf [çekimser kalma, uzak durma] ederler? Demek kendilerini birer hâlık [her şeyi yaratan Allah] zannederler. Halbuki, birtek şeyin hâlıkı, herbir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, [güçsüzlüğü sınırsız olan] bir kadîr-i mutlak [her şeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah] zannederler. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut [alçalış, düşüş] etmişler. Hayvandan, belki cemâdattan [cansız varlıklar] daha aşağıdırlar. Öyle ise bunların inkârlarından müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olma. Bunları dahi bir nevi muzır [zararlı] hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.

اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَيُوقِنُونَ 2 Veyahut, Hâlıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla [Allah’ı veya Allah’ın sıfatlarını inkâr eden] gibi, Allah’ı inkâr mı ediyorlar ki Kur’ân’ı dinlemiyorlar? Öyle ise, semâvât ve arzın [gökler ve yer] vücutlarını inkâr etsinler; veyahut “Biz halk ettik” desinler, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp divaneliğin hezeyanına [boş söz, saçmalama] girsinler. Çünkü, semâda yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid [tevhid delilleri] görünüyor, okunuyor. Demek yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa bir harf kâtipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitabını kâtipsiz zannediyorlar?

اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَۤائِنُ رَبِّكَ 3 Veyahut, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ihtiyarını nefyeden [gönderilme, sürgün] bir kısım hükemâ-yı dâlle [hak yoldan sapmış felsefeciler] gibi ve Berahime [Berehmenler; bâtıl ve sapkın Hind ve Mecusî dinlerinin reisleri] gibi, asl-ı nübüvveti [peygamberliğin aslı, temeli] mi inkâr ediyorlar, sana iman getirmiyorlar? Öyle ise, bütün mevcudatta [var edilenler, varlıklar] görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti [hikmet eserleri] ve gayâtı [gayeler] ve intizâmâtı [düzenler, tertipler] ve semerâtı [meyve] ve âsâr-ı rahmet [rahmet eserleri]  

519

ve inâyâtı [inâyetler, yardımlar] ve bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] bütün mu’cizatlarını inkâr etsinler. Veya “Mahlûkata verilen ihsânâtın hazineleri yanımızda ve elimizdedir” desinler, kabil-i hitap [muhatap alınabilen] olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim [acı çeken] olma; “Allah’ın akılsız hayvanları çoktur” de.

اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ 1 Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim [delilsiz hükme varan, dayanaksız görüşleri olan] Mutezile gibi, kendilerini Hâlıkın [her şeyi yaratan Allah] işlerine rakîb [görüp gözeten, koruyan, yarattıklarından bir an bile gafil olmayan Allah] ve müfettiş tahayyül [hayal etme] edip Hâlık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur [usanç] getirme. Öyle hodbinlerin [bencil] inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.

اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ 2 Veyahut, cin ve şeytana uyup kehanetfuruşlar, [kâhinlik, falcılık yapan] ispritizmacılar [ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün olduğuna inanan görüş ve bu maksatla yapılan deneyler] gibi, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül [hayal etme] ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzip ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.

اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ 3 Veyahut, ukul-ü aşere [bazı eski felsefecilere göre kâinatı idare eden on akıl; birincisi Allah’ın yarattığı akıl, diğerleri de ondan türemiş akıllar] ve erbâbü’l-envâ [türlerin yöneticileri; bir felsefî iddiaya göre her türün bir tanrısı¬nın olması] namıyla şerikleri itikad [inanç] eden müşrik felâsife [filozoflar] gibi ve yıldızlara ve melâikelere [melekler] bir nevi ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] isnad eden Sâbiiyyun [yıldızlara tapanlar] gibi, Cenâb-ı Hakka [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] veled [çocuk] nisbet eden mülhid [dinsiz] ve dâllinler [doğru yoldan sapmış inançsız kimseler] gibi, Zât-ı Ehad [herbir varlıkta birliği tecelli eden Zât, Allah] ve Samedin [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması] vücub-u vücuduna, [Allah’ın varlığının zorunlu olması] vahdetine, [Allah’ın birliği] samediyetine, [Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Kendisine muhtaç olması]

520

istiğna-yı mutlakına [Allah’ın sınırsız zenginliğe sahip olması] zıt olan veledi [çocuk] nisbet ve melâikenin [melekler] ubûdiyetine [Allah’a kulluk] ve ismetine ve cinsiyetine münafi [aykırı] olan ünûseti [dişilik] isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkin, [varlığı da yokluğu da eşit olan, var olması Allah’ın var etmesine bağlı olan (varlık)] fâni, bekà-yı nev’ine [bir canlı türünün varlığını sürdürmesi] muhtaç ve cismanî ve mütecezzî, [parça parça olma] tekessüre [çoğalma] kabil [mümkün] ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] muhtaç ve müştak [arzulu, aşırı istekli] mahlûklar [varlıklar] için vasıta-i tekessür [çoğalma vasıtası] ve teâvün [yardımlaşma] ve rabıta-i hayat [hayat bağı] ve bekà olan tenasül, [üreme] elbette ve elbette vücudu vacip ve daim, bekàsı ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] mücerred [bekar] ve muallâ [yüce] ve mahiyeti, tecezzî [bölünme, parçalanma] ve tekessürden [çoğalma] münezzeh [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] ve müberrâ [arınmış, temiz] ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ [eşsiz, benzersiz] olan Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] evlât isnad etmek; hem o âciz, mümkin, [varlığı da yokluğu da eşit olan, var olması Allah’ın var etmesine bağlı olan (varlık)] miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine [gururluca izzet, şeref] yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek öyle bir safsatadır ve öyle bir divanelik hezeyanıdır [boş söz, saçmalama] ki, o fikirde olan heriflerin tekzipleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divanenin hezeyanına [boş söz, saçmalama] kulak verilmez.

اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ 1 Veyahut, hırsa, hıssete [cimrilik] alışmış tâği, [azgın] bâği [âsi, zâlim] dünyaperestler gibi, senin tekâlifini [Allah tarafından yüklenen görevler ve sorumluluklar] ağır mı buluyorlar ki senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah’tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin haset ve beddualarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır birşey midir ki, emr-i zekâtı [zekât emri] ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzipleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil!

521

اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ 1 Veyahut, gayb-âşinâlık [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] dâvâ eden Budeîler2 gibi ve umur-u gaybiyeye [gayb âlemine ait, bilinmeyen şeyler] dair tahminlerini yakîn tahayyül [hayal etme] eden akılfuruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar [erişme, nail olma] resullerden [Allah’ın elçisi] başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb [gayb âlemi, görünmeyen âlem] kendi yanlarında hazır, açık tahayyül [hayal etme] edip ondan malûmat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfuruşların tekzipleri sana fütur [usanç] vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını zir ü zeber [darmadağınık, alt üst] edecek.

اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ 3 Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas [hilebaz, aldatıcı] zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh [bazan] kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir [büyüleyici, etkileyici] deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, [hile, aldatma] inkârlarından müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olarak fütur [usanç] getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünkü onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakiyetleri [başarı] muvakkattir [geçici] ve istidraçtır, [Allah tarafından günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve üstünlükler] bir mekr-i İlâhîdir. [Allah’ın hilesi, düzeni]

اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللهِ سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ 4 Veyahut, hâlık-ı hayır [iyilik yaratanı] ve hâlık-ı şer [kötülük yaratanı] namıyla ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm [kuruntu] eden Mecusîler gibi ve ayrı ayrı esbaba

522

bir nevi ulûhiyet [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad [dayanak noktası] tahayyül [hayal etme] eden esbabperestler, [sebeplere tapan] sanemperestler [put] gibi, başka ilâhlara dayanıp sana muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] mı ederler? Senden istiğna [ihtiyaç duymama] mı ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا 1 hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, [çok mükemmel düzen] bu insicam-ı ecmeli, [çok güzel uyumluluk, hiç pürüzü olmama] kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zir ü zeber [darmadağınık, alt üst] olur ve insicam [uyum] herc ü merce [karışıklık, dağınıklık] düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvât kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu derece hilâf-ı akıl [akıl dışı, akla aykırı] ve hikmet ve münâfi-i his ve bedâhet [açıklık] hareket ediyorlar; onların tekzipleri seni tezkirden [hatırlatma] vazgeçirmesin.

İşte, silsile-i hakaik [gerçekler zinciri] olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifham [(he ile) anlatma] ve ilzama [susturma] dair birtek cevher-i beyanîsini [beyâna dair cevher] icmâlen [özet] beyan ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, “Şu âyetler tek başıyla bir mu’cizedir” sen dahi diyecektin.

Amma ifham [(he ile) anlatma] ve talimdeki beyanat-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın açıklamaları] o kadar harikadır, o derece letafetli [hoş, güzel] ve selâsetlidir; [akıcılık, sözün akıcı olması] en basit bir âmi, [basit, sıradan] en derin bir hakikati onun beyanından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] çok hakaik-i gàmızayı, [derin hakikatler] nazar-ı umumîyi [genelin bakışı] okşayacak, hiss-i âmmeyi [genelin duygusu] rencide etmeyecek, fikr-i avâmı [avâmın, halkın düşüncesi] taciz edip yormayacak bir surette, basitâne ve zahirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat [tabirler, ifadeler] istimal [çalıştırma, vazifelendirme] edilir. Öyle de,  تَنَزُّلاٰتٌ اِلٰهِيَّةٌ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ 2 denilen mütekellim [konuşan] üslûbunda muhatabın

523

derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esâlib-i Kur’âniye, en mütebahhir [çok bilgili] hükemanın [âlimler, filozoflar] fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gàmıza[derin hakikatler] İlâhiye ve esrar-ı Rabbâniyeyi müteşabihat [birbirine benzer farklı mânâlardan hangisinin kastedildiği kesin olarak bilinemeyen kapalı sözler] suretinde bir kısım teşbihat [benzetmeler] ve temsilâtla [kıyaslama tarzında benzetmeler, analoji] en ümmî bir âmiye ifham [(he ile) anlatma] eder. Meselâ اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى 1 bir temsil ile, rububiyet-i İlâhiyeyi [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] saltanat misalinde; ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, [rububiyetin mertebesi] bir sultanın taht-ı saltanatında [egemenlik tahtı] durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.

Evet, Kur’ân, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] kelâmı olarak rububiyetinin [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] mertebe-i âzamından [en büyük mertebe] çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad [doğru yol gösterme] ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir [aydınlatma] ederek, fehim [anlama, kavrama] ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek, kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle [çok bulunan, bol] mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden, [mükemmel derecedeki gençlik] gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek, gayet taravette, [tazelik] nihayet letafette [güzellik, hoşluk] kalarak, gayet suhuletli [kolay] bir tarzda, sehl-i mümteni [imkânsız birşeyi kolayca ifade etme] bir surette, her âmiye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle, fehimleri [anlama, kavrama] muhtelif ve dereceleri mütebayin [ayrı ayrı] pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] eden bir kitab-ı mu’ciznümânın [mu’cize gösteren kitap] hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem’a-i i’câz [mu’cizelik parıltısı] görülebilir.

Elhasıl: [kısaca, özetle] Nasıl Elhamdü lillâh gibi bir lâfz-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın lâfzı, sözü, ifadesi] okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lafız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kur’ân’ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ [doyma, doyurulma, tatmin olma] ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kur’ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem

524

umumuna imanın ulûmunu [ilimler] talim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi, havassın [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] en ehassına [en seçkin, en bilgili] omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur’ânîyi [Kur’ân dersi] dinleyip istifade edecekler. Demek Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir [Allah tarafından kullarına sunulan mânevî sofra] ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr [fikirler] ve ukul [akıllar] ve kulûb [kalbler] ve ervah, [ruhlar] o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını [hoşa giden lezzetli şeyler] alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır.

Şu makama misal istersen, bütün Kur’ân baştan nihayete kadar bu makamın misalleridir. Evet, bütün müçtehidîn ve sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] ve hükema-i İslâmiye [büyük İslâm filozofları] ve muhakkıkîn [gerçeği bulup araştıran İslam âlimleri] ve ulema-i usulü’l-fıkıh ve mütekellimîn [kelâm âlimleri] ve evliya-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ulema [gerçekleri inceden inceye araştıran âlimler] ve avâm-ı Müslimin [Müslüman halk kesimi] gibi Kur’ân’ın tilmizleri [öğrenci] ve dersini dinleyenleri müttefikan [birleşerek] diyorlar ki, “Dersimizi güzelce anlıyoruz.” Elhasıl, [kısaca, özetle] sair makamlar gibi, ifham [(he ile) anlatma] ve talim makamında dahi Kur’ân’ın lemeât-ı i’câzı [mu’cizelik parıltıları] parlıyor.

İKİNCİ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Kur’ân’ın câmiiyet-i harikulâdesidir. [olağanüstü câmiiyet, mânâ ve özellikçe kapsamlılık] Şu Şuanın Beş Lem’ası var.

BİRİNCİ LEM’A: [parıltı] Lâfzındaki [ifade, kelime] câmiiyettir. [kapsayıcılık] Elbette, evvelki Sözlerde, hem bu Sözde zikrolunan âyetlerden, şu câmiiyet [kapsayıcılık] âşikâre görünüyor. Evet,

﴾ لِكُلِّ اٰيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌ * 1 ﴿

وَلِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ وَفُنُونٌ * 2

olan hadisin işaret ettiği gibi, elfâz-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki lâfızlar, [ifade, kelime] ifadeler, sözler] öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu [vecihler, yönler] bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.

525

Meselâ وَالْجِبَالَ اَوْتاَدًا 1 yani “Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelâmdır.

Bir âminin şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına [her şeyi yaratan Allah] şükreder.

Bir şairin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, [gökkubbe] üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî [daire şeklinde] bir daire suretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül [hayal etme] eder, Sâni-i Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] hayretkârâne [hayret ederek] perestiş [aşırı derece sevme] eder.

Hayme-nîşin [göçebe, çölde yaşayan] bir edibin [edebiyatçı] bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle [çokluk] ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye [toprak katmanı] yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi [toprak perdesi] yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları [varlıklar] böyle yeryüzünde çadırlar misil[benzer] kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline [her şeyi yoktan benzersiz olarak yaratan ve sonsuz büyüklük sahibi olan Allah] karşı secde-i hayret [hayret secdesi] eder.

Coğrafyacı bir edibin [edebiyatçı] o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, [yerküre] bahr-i muhit-i havaîde [geniş hava denizi; atmosfer] veya esirîde yüzen bir sefine; [gemi] ve dağları, o sefinenin [gemi] üstünde tesbit ve muvazene [karşılaştırma/denge] için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini [yerküre] muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde [âlemin dört bir yanı] gezdiren Kadîr-i Zülkemâle [kudreti herşeyi kuşatan, mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah] karşı سُبْحَانَكَ مَۤا اَعْظَمَ شَانَكَ 2 der.

Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin [sosyal yapı] mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hane; ve o hane hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; [hayvan hayatı] ve hayat-ı hayvaniye [hayvan hayatı] direği, şerâit-i hayat [hayat için gerekli şartlar] olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın

526

direği ve kazığı dağlardır. Zira dağlar suyun mahzeni, [depo] havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip [durultma, tortulardan temizleme, süzme] edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin [insan hayatına gerekli olan şeyler] hazinesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize [geçim] hazinedar tayin eden Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâma, [sonsuz haşmet ve ikram sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah] kemâl-i tazimle [Allah’ın sonsuz büyüklüğünü mükemmel bir şekilde dile getirme] hamd ü senâ eder.

Hikmet-i tabiiyenin [tabiat bilgisi] bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin [yerküre] karnında bazı inkılâbat [büyük değişimler] ve imtizâcâtın [kaynaşmalar] neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, [titreşim, sarsıntı] dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar [kaynak, dayanak] ve mihverindeki [eksen] istikrarına [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] ve zelzelenin irticâcıyla [sarsıntı] medar-ı senevîsinden [(dünyanın) güneş etrafındaki bir yıllık yörüngesi] çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, “Elhikmetü lillâh” der.

Meselâ اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا 1 daki رَتْقًا kelimesi, tetkikat-ı felsefe [felsefe araştırmaları] ile âlûde [bulaşmış, karışmış] olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifham [(he ile) anlatma] eder ki: Semâ berrak, bulutsuz, zemin kuru ve hayatsız, tevellüde [doğma] gayr-ı kabil [imkânsız] bir halde iken semâyı yağmurla, zemini hazravatla fethedip, bir nevi izdivaç [evlilik] ve telkih [aşılama] suretinde bütün zîhayatları [canlı] o sudan halk etmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelâlin [kudreti her şeyi kuşatan ve sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah] işidir ki, rû-yi zemin [yeryüzü] Onun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar Onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine [Allah’ın kudretinin büyüklüğü] secde eder.

Ve muhakkik [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] bir hakîme, o kelime şöyle ifham [(he ile) anlatma] eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, [çocuk] mahlûkatsız,

527

toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm [her şeyi hikmetle ve benzersiz olarak yaratan Allah] onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli [çokluk] mahlûkata menşe etmiştir anlar, vüs’at-i hikmetine [hikmet genişliği] karşı hayran olur.

Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham [(he ile) anlatma] eder ki: Manzume-i şemsiyeyi [güneş sistemi] teşkil eden küremiz, sair seyyareler, [gezegen] bidâyette [başlangıç] güneşle mümteziç [birleşik, karışık] olarak, açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm [sonsuz kudret sahibi olan, herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan ve dilediği gibi onları idare eden Allah] o hamuru açıp, o seyyareleri [gezegen] birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ canibinden [taraf, yön] yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, “Âmentü Billâhi’l-Vâhidi’l-Ehad”der.

Meselâ, وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا 1 daki lâm, hem kendi mânâsını, hem fî mânâsını, hem ilâ mânâsını ifade eder. İşte, لِمُسْتَقَرٍّ in lâm’ı, avâm [halk] o lâm’ı ilâ mânâsında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik [hareket eden] bir lâmba olan güneş, elbette birgün seyri bitecek, mahall-i kararına [karar yeri] yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir suret alacaktır anlar. O da, Hâlık-ı Zülcelâlin [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek, “Sübhânallah, Elhamdü lillâh” der.

Ve âlime dahi, o lâm’ı ilâ mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz destgâhında [iş yeri] dokunan mensucat-ı Rabbâniyenin [Allah’ın adeta nakış [işleme] nakış [işleme] dokuduğu san’at eseri varlıklar] bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedâniyenin [Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler] mürekkebi, [yazı için kullanılan sıvı] nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek, güneşin cereyan-ı surîsi, alâmet olduğu ve işaret ettiği intizâmât-ı âlemi [alemdeki düzenlilikler] düşündürerek Sâni-i Hakîmin [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] san’atına “Mâşaallah” ve hikmetine “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] diyerek secdeye kapanır.

528

Ve kozmoğrafya[astronomi, gök bilimi] bir feylesofa, lâm’ı fî mânâsında şöyle ifham [(he ile) anlatma] eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zemberekvâri [bir mekanizmanın güç merkezi gibi] bir cereyanla manzumesini [düzenli] emr-i İlâhî [Allah’ın emri] ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrâ[çok büyük saat] halk edip tanzim eden Sâni-i Zülcelâline [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] karşı kemâl-i hayret [tam bir şaşkınlık] ve istihsanla [beğenme, güzel bulma]El-azametü lillâh ve’l-kudretü lillâh[büyüklük ve kudret Allah’ındır] der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hikmeti] girer.

Ve dikkatli bir hakîme, şu lâm’ı, hem illet [asıl sebep] mânâsında, hem zarfiyet [bir kelimenin yer ve zaman bildirmesi hâli] mânâsında tutturup şöyle ifham [(he ile) anlatma] eder ki: Sâni-i Hakîm, [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] işlerine esbab-ı zahiriyeyi [görünen sebepler] perde ettiğinden, cazibe-i umumiye [genel çekim] namında bir kanun-u İlâhîsiyle, [Allah’ın kanunu] sapan taşları gibi, seyyareleri [gezegen] güneşle bağlamış; ve o cazibeyle muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyareleri [gezegen] daire-i hikmetinde [hikmet dairesi] döndürüyor; ve o cazibeyi tevlit [doğurma] için, güneşin kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebep etmiş. Demek, لِمُسْتَقَرٍّ mânâsı, فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yani, kendi müstekar[karar kılınan yer] içinde manzumesinin [düzenli] istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlit [doğurma] eder gibi bir âdet-i İlâhiye, [İlahî kanun] bir kanun-u Rabbânîdir. [Allah’ın kanunu] İşte, şu hakîm, [bilge; bilgili, iyi ahlâklı ve kâmil insan] böyle bir hikmeti Kur’ân’ın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdü lillâh, Kur’ân’dadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam” der.

Ve şairâne bir fikir ve kalb sahibine, şu lâm’dan ve istikrar‘dan [yerleşik ve sabit olma, kararlılık] şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: Güneş nuranî bir ağaçtır, seyyareler [gezegen] onun müteharrik [hareket eden] meyveleri. Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül [hayal etme] edebilir ki, şems meczup [cezbedilmiş, çekilmiş] bir serzâkirdir. [zikredenlerin başı] Halka-i zikrin [zikir halkası] merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risalede şu mânâya dair şöyle demiştim:

Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri.

529

Eğer sükûtuyla sükûnet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada [uzay] muntazam meczupları. [cezbedilmiş, çekilmiş]

Hem meselâ, اُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ 1 da bir sükût var, bir ıtlak [belli bir sınırın konulmaması; genel bırakma] var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-i İlâhîyi [Allah rızası] rica [ümit] eder. Bir kısım, rüyet-i İlâhiyeyi gaye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pek çok yerlerde, Kur’ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm [genel] olsun. Hazf [anlatmama, açıklamama] eder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte, اَلْمُفْلِحُونَ der, neye felâh bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: “Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, [Allah’tan korkup emir ve yasaklarına titizlikle uyan] sen Cehennemden felâh bulursun. Ey salih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rıza-i İlâhîye [Allah rızası] nail olursun. Ey âşık, sen rüyete [Allah’ın cemâlini görme] mazhar [erişme, nail olma] olursun.” Ve hâkezâ…

İşte, Kur’ân, câmiiyet-i lâfziye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan [harfler] ve sükûttan, herbirisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı [kıssalar] bunlara kıyas edersin.

Hem meselâ, فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ 2 âyeti, o kadar vücuhu [vecihler, yönler] var ve o derece merâtibi [mertebeler] var ki, bütün tabakat-ı evliya, [velilerin tabakaları, dereceleri] bütün sülûklerinde [mânevî yol alma] ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine lâyık bir gıda-yı mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünkü Allah bir ism-i câmi’ olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ [Allah’ın en güzel isimleri] adedince tevhidler, içinde bulunur.

اَىْ لاَ رَزَّاقَ اِلاَّ هُوَ * لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ * لاَ رَحْمٰنَ اِلاَّ هُوَ * 3 ve hâkezâ.

530

Hem meselâ, kasas-ı Kur’âniyeden [Kur’ân’daki kıssalar] kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] aleyhisselâm, adeta Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] aleyhisselâm gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı teskin ve tesellî, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, [çirkinlikle niteleme, çirkin bulma] hem Yahudileri tevbih [azarlama] gibi çok makàsıdı, [gayeler, istenilen şeyler] pek çok vücuhu [vecihler, yönler] vardır. Onun için sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksatları ifade ile beraber, yalnız birisi maksud-u bizzat [asıl gaye] olur, diğerleri ona tâbi kalırlar.

Eğer desen: “Geçmiş misallerdeki bütün mânâları, nasıl bileceğiz ki Kur’ân onları irade etmiş ve işaret ediyor?”

Elcevap: Madem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir. [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme [Âdemoğlu, insan] hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhâma [anlayışlar] göre müteaddit [bir çok] mânâları derc [yerleştirme] edip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir.

Evet, İşârâtü’l-İ’câz‘da, [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] şuradaki mânâlar misil[benzer] kelimât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın kelimeleri] müteaddit [bir çok] mânâlarını ilm-i sarf ve nahv [Arapça’da cümle yapısını ele alan “nahiv ilmi”] in [Arapçada kelime ve cümle bilgisi] kaideleriyle ve ilm-i beyan [belâğat ilminin, -hakikat, -teşbih, istiâre, [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] -mecaz, -kinâye kısımlarından bahseden kısmı] ve fenn-i maânînin [sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim, ilm-i ma‘ânî. (belâgat ilminin üç bölümünden biri)] düsturlarıyla, [kâide, kural] fenn-i belâğatin [belâğat ilmi] kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece [Arap dili ve edebiyatına ait ilimler] sahih ve usul-ü diniyece [din prensipleri] hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce [sözün maksada uygunluğundan bahseden ilim, ilm-i ma‘ânî. (belâgat ilminin üç bölümünden biri)] makbul ve ilm-i beyanca [belâğat ilminin, -hakikat, -teşbih, istiâre, [hakiki mânâ ile mecâzi mânâ arasındaki benzerlikten dolayı bir kelimenin mânâsını geçici olarak alıp başka bir kelime için kullanma san’atı; “arslan” kelimesini “cesur adam” için kullanmak gibi] -mecaz, -kinâye kısımlarından bahseden kısmı] münasip ve belâğatçe [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] müstahsen [güzel görülen, beğenilen] olan bütün vücuh [vecihler, yönler] ve maânî, [mânâlar] ehl-i içtihad [müçtehidler, dinî delillerden hüküm çıkaran büyük İslâm âlimleri] ve ehl-i tefsir [Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar] ve ehl-i usulü’d-din [din usulcüleri; hadis, fıkıh ve tefsir âlimleri gibi] ve ehl-i usulü’l-fıkhın [fıkıh âlimleri] icmâıyla ve ihtilâflarının şehadetiyle, Kur’ân’ın mânâlarındandırlar. O mânâlara, derecelerine göre birer emare vaz etmiştir: ya lâfziyedir, [ifade, kelime] ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare, o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkikler [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] tarafından yazılan yüz binler tefsirler,1 Kur’ân’ın câmiiyet [kapsayıcılık] ve harikiyet-i lâfziyesine kat’î bir burhan-ı bâhirdir. [açık delil] Her ne ise, biz şu

531

Sözde herbir mânâya delâlet eden emareyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen İşârâtü’l-İ’câz‘a [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] havale ederiz.

İKİNCİ LEM’A: [parıltı] Mânâsındaki câmiiyet-i harikadır. [şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık] Evet, Kur’ân, bütün müçtehidlerin me’hazlarını, [kaynak] bütün âriflerin mezaklarını, [zevk alma tarzı] bütün vâsılların meşreplerini, [hareket tarzı, metod] bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin [gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen] mezheplerini, mânâsının hazinesinden ihsan [bağış] etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarında [ilerleme] her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların yollarına neşr-i envar [nurları yayma] ettiği bütün onlarca musaddaktır [doğrulanan] ve müttefekun aleyhtir. [üzerinde birleşilmiş]

ÜÇÜNCÜ LEM’A: [parıltı] İlmindeki câmiiyet-i harikadır. [şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık] Evet, Kur’ân, şeriatin müteaddit [bir çok] ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi [çeşit çeşit] ve kesretli [çokluk] ilimlerini, tarikatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i mümkinâtın hakikî hikmetini ve daire-i vücubun [hiç değişikliğe uğramayan varlığı zorunlu olan İlâhlık dairesi] ulûm-u hakikiyesini [gerçek ilimler] ve daire-i âhiretin [âhiret âlemi] maarif-i gàmızasını, [anlaşılması güç olan bilgiler] o denizinden muntazaman ve kesretle [çokluk] akıtıyor. Şu Lem’aya [parıltı] misal getirilse bir cilt yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız nümune olarak şu yirmi beş adet Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru hakikatleri, Kur’ân’ın bahr-i ilminden [ilim denizi] ancak yirmi beş katredir. [damla] O Sözlerde kusur varsa, benim fehm-i kàsırıma [kısa anlayış] aittir.

DÖRDÜNCÜ LEM’A: [parıltı] Mebâhisindeki [bahisler, konular] câmiiyet-i harikadır. [şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık] Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinatın, [bütün âlemleri yaratan Allah] arz ve semâvâtın, dünya ve âhiretin, mazi [geçmiş] ve müstakbelin, [gelecek] ezel ve ebedin mebâhis-i [bahisler, konular] külliyelerini cem [toplama, bir araya gelme] etmekle beraber, nutfeden [memelilerin yaratıldığı su] halk etmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kaza ve kader mebhaslerine [bahis, kısım] kadar; altı gün hilkat-i âlemden [âlemin yaratılışı] tut, tâ

532

وَالْمُرْسَلاَتِ، وَالذَّارِيَاتِ 1 kasemleriyle [yemin] işaret olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar;

وَمَا تَشَۤاؤُنَ اِلاَّۤ اَنْ يَشَۤاءَ اللهُ 2* يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ * 3

işârâtıyla, [işaretler] insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, tâ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ 4 yani bütün semâvâtı bir kabzasında [avuç] tutmasına kadar; وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍ 5 zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut, tâ اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا 6 ile ifade ettiği hakikat-i acibeye kadar; ve semânın ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ وَهِىَ دُخَانٌ 7 hâletindeki [durum] vaziyetinden tut, tâ duhanla [toz halindeki yoğun duman] inşikakına [bölünme, ikiye ayrılma (Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi)] ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezada [uzay] dağılmasına kadar; ve dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar; ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, [dünya ile âhiret arasındaki âlem, kabir âlemi] haşirden, köprüden tut, tâ Cennete, tâ saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] kadar; mazi [geçmiş] zamanının vukuatından, Hazret-i Âdem’in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ tufana, tâ kavm-i Firavunun garkına, [boğma] tâ ekser enbiyanın [nebiler, peygamberler] mühim hâdisâtına kadar; ve اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ 8 işaret ettiği hadise-i ezeliyeden tut, tâ وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ * اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ 9 ifade ettiği vakıa-i ebediyeye kadar bütün mebâhis-i [bahisler, konular] esasiyeyi ve mühimmeyi

533

öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden; ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe, ve semâ, misbahlarıyla [lamba] süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mazi [geçmiş] ve müstakbel, [gelecek] bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temâşâ eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın [haller, işler zinciri] iki tarafı birleşmiş, ittisal [bağlanma; bağlantı, ilişki] peydâ etmiş bir surette, bir zaman-ı hazır [şimdiki zaman] gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle [büyüklük ve haşmet sahibi Allah] yakışır bir tarz-ı beyandır. [açıklama biçimi]

Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kur’ân dahi, şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tabir caizse programını yazan, gösteren bir Zâtın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf [külfet, zahmet] [yapmacık ve gösterişe dayalı eser veya sonuç] görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklit [taklit kusuru] veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud’anın [hile, aldatma] emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, [arılık, berraklık] bütün hulûsuyla, sâfi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası “Güneşten geldim” der, Kur’ân dahi “Ben Hâlık-ı Âlemin [âlemin yaratıcısı Allah] beyanıyım ve kelâmıyım” der.

Evet, şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san’atperverâne ve nimetperverâne, [nimetle besleyerek] şu derece san’atının acibeleriyle, şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravâri [sıralı] tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir Mün’imden [gerçek nimet verici olan Allah] başka, şu velvele-i takdir ve istihsanla [beğenme, güzel bulma] ve zemzeme-i hamd ve şükranla [teşekkür ve övgü nağmesi] dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescit, bir temâşâgâh-ı san’at-ı İlâhiyeye [Allah’ın san’atlarına ibretle bakılan yer] çeviren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan [açıklamaları mu’cize Kur’ân] kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’ân, [Kur’ân’ın açıklaması] Şems-i Ezelîden [başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah] başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire [benzer] getirsin, onun taklidini yapsın?

534

Evet, bu dünyayı san’atlarıyla ziynetlendiren [süslendiren] bir San’atkârın, [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] san’atını istihsan [beğenme, güzel bulma] eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Madem konuşur; elbette konuşmasına yakışan Kur’ân’dır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayt [duyarsız] kalmayan bir Mâlikü’l-Mülk, [bütün mülkün gerçek sahibi Allah] bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayt [duyarsız] kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?

BEŞİNCİ LEM’A: [parıltı] Kur’ân’ın üslûp ve îcâzındaki [az sözle çok mânâ ifade etme] câmiiyet-i harikadır. [şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık] Bunda Beş Işık var.

BİRİNCİ IŞIK: Üslûb-u Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın ifade tarzı] o kadar acip bir cem’iyeti [bir araya gelme] var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhit-i Kur’ânîyi [büyük Kur’ân denizi] içine alır. Birtek âyet, o sûrenin hazinesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur’ân’dır.

İşte şu i’cazkârâne [mu’cize oluş] îcazdan, [az sözle çok mânâlar anlatma] büyük bir lütf-u irşaddır [doğru yola eriştirme nimeti] ve güzel bir teshildir. [kolaylaştırma] Çünkü herkes, her vakit Kur’ân’a muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden [ahmaklık, anlayışsızlık] veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kur’ân’ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kur’ân’dan mahrum kalmamak için, herbir sûre birer küçük Kur’ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ Kur’ân Fâtiha‘da, [başlangıç] Fâtiha [başlangıç] dahi Besmelede münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] olduğuna ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] müttefiktirler. Şu hakikate burhan [delil] ise, ehl-i tahkikin [gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler] icmâıdır.

İKİNCİ IŞIK: Âyât-ı Kur’âniye, [Kur’ân ayetleri] emir ve nehiy, [yasak] vaad ve vaîd, [Allah’ın azap ve cezayla korkutması] tergib [istek uyandırma, şevklendirme] ve terhib, [dehşete düşürme, korkutma] zecir [azarlama, sakındırma] ve irşad, [doğru yol gösterme] kasas [kıssalar] ve emsal, ahkâm [hükümler] ve maarif-i İlâhiye [İlâhî bilgiler] ve ulûm-u kevniye [kâinat ve dünya ile ilgili ilimler] ve kavânin [kanunlar] ve şerâit-i hayat-ı şahsiye [şahsî hayat şartları] ve hayat-ı içtimaiye [sosyal hayat] ve hayat-ı kalbiye [kalbî, manevî hayat] ve hayat-ı mâneviye [maddî olmayan hayat] ve hayat-ı uhreviye [âhiret hayatı] gibi umum tabakat-ı kelâmiye [söz tabakaları, alanları] ve maarif-i hakikiye [gerçek bilgiler] ve hâcât-ı beşeriyeye [insanın ihtiyaçları] delâlâtıyla, [delil olmalar, işaretler] işârâtıyla [işaretler] câmi’ [kapsamlı] olmakla beraber

  خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yani, “İstediğin herşey için, Kur’ân’dan her ne istersen

535

al” ifade ettiği mânâ, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] mabeyninde [ara] durub-u emsal [ata sözleri] sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur’âniyede [Kur’ân ayetleri] öyle bir câmiiyet [kapsayıcılık] var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünkü, daima terakkiyatta [ilerleme] kat’-ı merâtip eden bütün tabakat-ı ehl-i kemâlin [kemâl sahibi insanların tabakaları] rehber-i mutlakı, [her bakımdan rehber] elbette şu hâsiyete [özellik] mâlik olması elzemdir.

ÜÇÜNCÜ IŞIK: Kur’ân’ın i’cazkârâne [mu’cize oluş] îcâzıdır. [az sözle çok mânâ ifade etme] Kâh [bazan] olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem kâh [bazan] olur ki, bir kelimenin içine sarihan, [açık] işareten, remzen, [ince işaret] imâen bir dâvânın çok burhanlarını [delil] derc [yerleştirme] eder.

Meselâ,

وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ * 1

de, âyât ve delâil-i vahdâniyet [Cenâb-ı Allah’ın birliğini gösteren deliller] silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kâinatın [kâinatın yaratılış devreleri] mebde’ [başlangıç] ve müntehâsını [bir şeyin en uç noktası] zikirle o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor.

Evet, bir Sâni-i Hakîme [her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allah] şehadet eden sahâif-i âlemin birinci derecesi, semâvât ve arzın [gökler ve yer] asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarla tezyin [süsleme] ile zeminin zîhayatlarla [canlı] şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshiriyle [boyun eğdirme] mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deveranı içindeki silsile-i şuûnâttır. [haller, işler zinciri] Daha gele gele, tâ kesretin [çokluk] en ziyade intişar [açığa çıkma, yayılma] ettiği mahal olan simaların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] kadar… Madem ki en ziyade intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına maruz olan fertlerin simalarındaki teşahhusatta [belirlenme, maddi yapıya sahip olma] hayret verici bir intizam-ı hakîmâne [hikmetli bir düzen] bulunsa, üzerinde gayet san’atkâr [herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları zahir olan sair sahifeler kendi kendine anlaşılır, Nakkâşını [herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah] gösterir. Hem madem koca semâvât ve

536

arzın asl-ı hilkatinde eser-i san’at [san’at eseri] ve hikmet görünüyor. Elbette kâinat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin, [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] sair eczalarında eser-i san’atı, [san’at eseri] nakş-ı hikmeti [hikmet nakşı] pek çok zahirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhar, [açığa çıkarma, gösterme] zahirîyi ihfâ [gizleme] ederek gayet güzel bir îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] yapmış.

Elhak, فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ 1 den tut, tâ

وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ * 2

e kadar altı defa وَمِنْ اٰيَاتِهِ، وَمِنْ اٰيَاتِهِ 3 ile başlayan silsile-i berâhin, [deliller zinciri] bir silsile-i cevahirdir, [cevherler zinciri] bir silsile-i nurdur, [nur zinciri] bir silsile-i i’cazdır, bir silsile-i îcâz-ı i’câzîdir. [mu’cize olan veciz ifadeler zinciri] Kalb istiyor ki, şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat, ne yapayım, makam kaldırmıyor. Başka vakte talik edip o kapıyı şimdi açmıyorum.

Hem meselâ, فَاَرْسِلُونِ * يُوسُفُ اَيُّهَاالصِّدِّيقُ 4

فَاَرْسِلُونِ kelâmıyla يُوسُفُ kelimesi ortalarında şunlar var:

اِلٰى يُوسُفَ لاَسْتَعْبَرَ مِنْهُ الرُّؤْيَا فَاَرْسَلُوهُ فَذَهَبَ اِلَى السِّجْنِ وَقَالَ يُوسُفُ * 5

Demek beş cümleyi bir cümlede icmal [kısaca, özet olarak] edip îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ettiği halde vuzuhu [açıklık] ihlâl etmemiş, fehmi işkâl [anlaşılması zor olma] etmemiş.

Hem meselâ اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا 6 insan-ı âsi [isyan eden insan] “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye meydan okur gibi inkârına karşı Kur’ân der: “Kim bidâyeten [başlangıç] yaratmışsa O diriltecek. O yaratan Zât ise, herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir.”

537

İşte şu kelâm, diriltmek dâvâsına müteaddit [bir çok] cihetlerle bakar, ispat eder.

Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsânâtı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir. Başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yani, size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hububu [tohum] ve topraktan hububâtı [tohum] ve nebâtâtı [bitkiler] verdiği gibi, zemini size hoş, herbir erzakınız içinde konulmuş bir beşik ve âlemi güzel ve bütün levâzımâtınız [bir işin gerçekleşmesi için gerekli olan şeyler] içinde bulunur bir saray yapan bir Zâttan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup, kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.

Sonra, o dâvânın bir deliline işaret eder. اَلشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا 1 kelimesiyle remzen [ince işaret] der: Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak. Kışta ölmüş kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini gösteren bir Zâta karşı inkâr ile, istib’âd [akıldan uzak görme] ile kudretine meydan okunmaz.

Sonra bir delile daha işaret eder, der: Size ağaç gibi kesif, [katı] sakil, [ağır] karanlıklı bir maddeden ateş gibi lâtif, [berrak, şirin, hoş] hafif, nuranî bir maddeyi çıkaran bir Zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib’âd [akıldan uzak görme] ediyorsunuz?

Sonra bir delile daha tasrih [açık şekilde bildirme] eder, der ki: Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşilken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıt tabiatı cem [toplama, bir araya gelme] edip onu buna menşe etmekle herbir şey, hattâ anâsır-ı asliye [temel unsurlar, ana maddeler] ve tabâyi-i esasiye [esas unsurların özellikleri] Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı topraktan yeniden çıkarması istib’âd [akıldan uzak görme] edilmez. İsyan ile Ona meydan okunmaz.

Sonra, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini [meşhur ağaç] hatıra getirmekle, “Şu dâvâ-yı Ahmediye [Hz. Muhammed’in dâvâsı] aleyhissalâtü vesselâm, Mûsâ aleyhisselâmın dahi dâvâsıdır,” enbiyanın [nebiler, peygamberler] ittifakına hafî [gizli] bir ima edip şu kelimenin îcâzına [az sözle çok mânâ ifade etme] bir letafet [güzellik, hoşluk] daha katar.

DÖRDÜNCÜ IŞIK: Îcâz-ı Kur’ânî [Kur’ân’ın vecizliği, az sözle çok mânâlar anlatması] o derece câmi’ [kapsamlı] ve hârıktır, [harika] dikkat edilse görünüyor ki,  

538

bazan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları [kâide, kural] ve umumî kanunları, basit ve âmi [basit, sıradan] fehimlere [anlama, kavrama] merhameten, basit bir cüz’üyle, hususî bir hadise ile gösteriyor. Binler misallerinden yalnız iki misaline işaret ederiz.

Birinci misal: Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsilen beyan olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem‘e [Hz. Âdem’in şahsı] talim-i esmâ [isimlerin öğretilmesi] ünvanıyla, nev-i benî Âdeme [Âdemoğulları, insanlık] ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] olunan bütün ulûm [ilimler] ve fünunun [fenler, bilimler] talimini ifade eder.1 Ve Âdem’e melâikenin [melekler] secde etmesi ve şeytanın etmemesi hadisesiyle, nev-i insana [insan türü, insanlık] semekten [balık] meleğe kadar ekser mevcudat [var edilenler, varlıklar] musahhar [boyun eğdirilmiş] olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır [zararlı] mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.2

Hem kavm-i Mûsâ [Hz. Musa’nın kavmi] (a.s.) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestli-ğinden [ineğe tapan] alınan ve “icl[sığır yavrusu, buzağı] hadisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik [ineğe tapan] mefkûre-sinin [düşünce] Mûsâ aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor.3

Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvanıyla, tabaka-i türabiye [toprak katmanı] altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.4

İkinci misal: Kur’ân’da çok tekrar edilen kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] aleyhisselâmın cümleleri ve cüzleridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz’ü, bir düstur-u küllînin [büyük ve genel prensip] ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.5

Meselâ, يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا 6 Firavun vezirine emreder ki, “Bana yüksek bir kule yap; semâvâtın halini rasat [büyük dürbün] edip bakacağım: Semânın gidişatından, acaba Mûsâ’nın dâvâ ettiği gibi semâda tasarruf eden bir ilâh var mıdır?” İşte, صَرْحًا kelimesiyle ve şu cüz’î [ferdî, küçük] hadiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiatperest olup rububiyet [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] dâvâ eden ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibkà-yı nam [namını sürdürme] eden, şöhretperest olup dağ-misal [dağ gibi]

539

meşhur ehramları [Mısır’daki Firavunların piramit şeklindeki mezarları] bina eden ve sihir ve tenasuha [reenkarnasyon] kail [inanmış] olup cenazelerini mumya edip dağ misil[benzer] mezarlarda muhafaza eden Mısır Firavunlarının an’anesinde hükümfermâ [hüküm süren] bir düstur-u acibi [hayret verici düstur] ifade eder.

Meselâ, فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ 1 gark [boğma] olan Firavuna der: “Bugün senin gark [boğma] olan cesedine necat [kurtuluş] vereceğim” ünvanıyla, umum Firavunların, tenasuh [reenkarnasyon] fikrine binaen, cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki [gelecek] ensâl-i âtiyenin [gelecek nesiller] temâşâgâhına göndermek olan mevt-âlûd, [ölümcül, ölümle karışık] ibretnümâ [ibret verici] bir düstur-u hayatiyelerini [hayat kanunu] ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde, [son asır] o gark [boğma] olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark [boğulma yeri] denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizâne bir işaret-i gaybiyyeyi bir lem’a-i İ’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder.

Meselâ, يُذَبِّحُونَ اَبْنَۤاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَۤاءَكُمْ 2 Benî İsrail‘in [İsrailoğulları] oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit [bir çok] katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihânede [insanların haram ve yasak eğlence hayatı] oynadık-ları rolü ifade eder.

وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلٰى حَيٰوةٍ 3* وَتَرٰى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ 4* وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللهُ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ 5* وَقَضَيْنَۤا اِلٰى بَنِۤى اِسْرَۤائِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ 6* وَلاَتَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ * 7

540

Yahudilere müteveccih [yönelen] şu iki hükm-ü Kur’ânî, [Kur’ân’a dayalı hüküm, ilim] o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede [insanların sosyal hayatı] dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumîyi tazammun [içerme, içine alma] eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi [insanların sosyal hayatı] sarsan ve sa’y-u ameli, [iş ve iş gücü] sermaye ile mübareze [karşı koyma] ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran muzaaf [kat kat] ribâ [faiz] yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud’a [hile, aldatma] ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükûmetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.

Meselâ, فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ 1 “Eğer doğru iseniz mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.” İşte, meclis-i Nebevîde, [Peygamberimizin (a.s.m.) bulunduğu meclis] küçük bir cemaatin, cüz’î [ferdî, küçük] bir hadise ünvanıyla, milel-i insaniye [insan milletleri] içinde hırs-ı hayat ve havf[korku] mematla [ölüm] en meşhur olan millet-i Yehudun [Yahudi milleti] tâ kıyamete kadar lisan-ı hâlleri [hal dili] mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.

Meselâ, وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ 2 şu ünvanla, o milletin mukadderât-ı istikbaliyesini [gelecekle ilgili takdir olunan şeyler] umumî bir surette ifade eder. İşte, şu milletin seciyelerinde [huy, karakter] ve mukadderatında [Allah tarafından belirlenmiş olaylar] münderiç [içine konulmuş, yerleştirilmiş] olan şöyle müthiş desatir içindir ki, Kur’ân onlara karşı pek şiddetli davranıyor, dehşetli sille-i tedip [edeplendirme tokadı] vuruyor.

İşte, şu misallerden, kıssa-i Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] aleyhisselâm ve Benî İsrail‘in [İsrailoğulları] sair cüzlerini ve sair kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi şu Dördüncü Işıktaki i’câzî lem’a-i îcaz gibi, Kur’ân’ın basit kelimatlarının [ifadeler, sözler] ve cüz’î [ferdî, küçük] mebhaslarının [bahis, kısım] arkalarında pek çok lemeât-ı i’câziye [Kur’ân’daki mu’cizelik parıltıları] vardır. Ârife işaret yeter.

BEŞİNCİ IŞIK: Kur’ân’ın makàsıd [gayeler, istenilen şeyler] ve mesâil, [meseleler] maânî [mânâlar] ve esâlib ve letâif [duygular] ve mehâsin [güzellikler] cihetiyle câmiiyet-i harikasıdır. [şaşırtıcı derecede çok mânâları ve özellikleri kapsayıcılık] Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] sûrelerine

541

ve âyetlerine ve hususan sûrelerin fâtihalarına, [başlangıç] âyetlerin mebde’ [başlangıç] ve maktalarına [durak yeri] dikkat edilse görünüyor ki, belâğatlerin [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] bütün envâını, [tür] fezâil-i kelâmiyenin [sözün üstünlükleri] bütün aksâmını, ulvî üslûpların bütün esnâfını, [vakit, zaman] mehâsin-i ahlâkiyenin [ahlak güzelliği] bütün efradını, [bireyler] ulûm-u kevniyenin [kâinat ve dünya ile ilgili ilimler] bütün fezlekelerini, [hülasa, öz] maarif-i İlâhiyenin [İlâhî bilgiler] bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye [kişisel hayat] ve içtimaiye-i beşeriyenin [insanlığın toplum hayatı] bütün nâfi [faydalı] düsturlarını [kâide, kural] ve hikmet-i âliye-i kâinatın [evren ile ilgili yüksek bilgi] bütün nuranî kanunlarını cem [toplama, bir araya gelme] etmekle beraber, hiçbir müşevveşiyet [düzensizlik, karışıklık] eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi [çeşitli cinsler] bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar [herşeye boyun eğdiren, mutlak galip gelen, kahreden] bir nizam-ı i’câzînin [mu’cize olan düzen] işi olabilir.

Elhak, bütün bu câmiiyet [kapsayıcılık] içinde şu intizamla beraber, geçmiş yirmi dört adet Sözlerde izah ve ispat edildiği gibi, cehl-i mürekkebin [bilmediği halde kendini bilmiş sayma] menşei [kaynak] olan âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] perdelerini keskin beyanatıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan harikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalâletin [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] menbaı [kaynak] olan tabiat tâğutunu [tabiat putu] burhanın [delil] elmas kılıcıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra’d-misal [şimşek gibi] sayhalarıyla [ses, sesleniş] dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi [insanların geliştirdiği fikir, felsefe] ve hikmet-i insaniyeyi [insan aklının ürünü olan fen ve felsefe ilmi] âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlâkını [anlaşılması zor olan sır] ve hilkat-i âlemin [âlemin yaratılışı] muammâ-yı acibesini fetih ve keşfetmek, elbette hakikat-bîn [hakikatı gören] ve gayb-âşinâ [gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan] ve hidayet-bahş [hidâyet veren] ve haknümâ [hakkı ve doğruyu gösteren] olan Kur’ân gibi bir mu’cizekârın harikulâde işleridir.

Evet, Kur’ân’ın âyetlerine insafla dikkat edilse görünüyor ki, sair kitaplar gibi bir iki maksadı takip eden tedricî [aşamalı, derece derece] bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def’î [bir anda, kısa zamanda] ve âni bir tavrı var. Ve ilka [bırakma, kalbe bırakılma] olunuyor bir gidişatı var. Ve beraber gelen herbir taifesi, müstakil [bağımsız] olarak uzak bir yerden ve gayet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kısa kısa bir surette geldiğinin nişanı var. Evet, kâinatın Hâlıkından [her şeyi yaratan Allah]

542

başka kim var ki, bu derece kâinat ve Hâlık-ı Kâinatla [bütün âlemleri yaratan Allah] ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelâli kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru olarak konuştursun?

Evet, Kur’ân’da Kâinat Sâniinin [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] pek ciddî ve hakikî ve ulvî ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor; taklidi ima edecek hiçbir emare bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ı muhal [olmayacak birşeyi olacakmış gibi düşünme] olarak, Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklitkârâne [taklik ederek] o izzet [büyüklük, yücelik] ve ceberut [büyüklük ve haşmet] sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâlini [büyüklük sahibi ve herşeyin yaratıcısı olan Allah] kendi fikriyle konuşturup ve kâinatı onunla konuştursa, elbette binler taklit emareleri ve binler sahtekârlık alâmetleri bulunacaktır. Çünkü en pest [alçak, aşağı] bir halinde en yüksek tavrı takınanların her hâleti [durum] taklitçiliğini gösterir.

İşte şu hakikati kasemle [yemin] ilân eden

وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى * مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰى * وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰى * اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى * 1

ya bak, dikkat et.

ÜÇÜNCÜ ŞUA [ışık kaynağından çıkan ışık telleri]

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] ihbârât-ı gaybiyesi [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] ve her asırda şebâbiyetini [gençlik, tazelik] muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvafık gelmesiyle hasıl olan i’cazdır. [mu’cize oluş] Şu Şuaın Üç Cilvesi var.

BİRİNCİ CİLVE: İhbârât-ı gaybiyesidir. Şu Cilvenin Üç Şavkı [ışık, parıltı] var.

BİRİNCİ ŞAVK: [ışık, parıltı] Maziye ait ihbârât-ı gaybiyesidir. [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] Evet, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bil’ittifak, [ittifakla, birleşerek] ümmî ve emin bir zâtın lisanıyla, zaman-ı Âdem‘den [Âdem Peygamberin (a.s.) zamanı]Asr-ı Saadete [mutluluk asrı; Efendimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem] kadar, enbiyaların [nebiler, peygamberler] mühim hâlâtını [durumlar, haller] ve ehemmiyetli vukuatını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve ciddiyetle

543

ihbar ediyor. Kütüb-ü sâlifenin [Kur’ân’dan önce gelen Tevrat, Zebur ve İncil gibi geçmiş semavi kitaplar] ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne, [düzelterek] hakikat-i vakıayı faslediyor. Demek, Kur’ân’ın nazar-ı gayb-bînîsi, [gaybı gören bakış] o kütüb-ü sâlifenin [Kur’ân’dan önce gelen Tevrat, Zebur ve İncil gibi geçmiş semavi kitaplar] umumunun fevkinde [üstünde] ahvâl-i maziyeyi görüyor ki, ittifakî [üzerinde birleşilmiş] meselelerde musaddıkane [doğrulayarak] onları tezkiye [hatadan arındırma, temize çıkarma] ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne [düzelterek] onlara faysal oluyor. Halbuki, Kur’ân’ın vukuat ve ahvâl-i maziyeye dair ihbârâtı [haber vermeler] aklî bir iş değil ki akılla ihbar edilsin. Belki semâa mütevakkıf [bağlı] nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitabet [yazım] ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakıyla kıraatsiz, kitabetsiz, [yazım] emanetle maruf, [bilinen] ümmî lâkabıyla mevsuf [bir sıfatla nitelenen] bir zâta nüzul ediyor.

Hem o ahvâl-i maziyeyi öyle bir surette ihbar eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünkü, uzun bir hadisenin ukde-i hayatiyesini [hayat düğümü] ve ruhunu alır, maksadına mukaddime [başlangıç] yapar. Demek, Kur’ân’daki fezlekeler, [hülasa, öz] hülâsalar [esas, öz] gösteriyor ki, bu hülâsa [esas, öz] ve fezlekeyi [hülasa, öz] gösteren, bütün maziyi bütün ahvâliyle [haller] görüyor. Zira bir zâtın bir fende veya bir san’atta mütehassıs olduğu, hülâsa[esas, öz] bir sözle, fezlekeli [hülasa, öz] bir san’atçıkla, o şahısların maharet ve melekelerini [alışkanlık] gösterdiği gibi, Kur’ân’da zikrolunan vukuatın hülâsaları [esas, öz] ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata [herşeyi kuşatma] etmiş, görüyor, tabiri caizse [açıklanması uygunsa] bir maharet-i fevkalâde [olağanüstü beceri] ile ihbar ediyor.

İKİNCİ ŞAVK: [ışık, parıltı] İstikbale ait ihbârât-ı gaybiyesidir. [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] Şu kısım ihbârâtın çok envâı [tür] var. Birinci kısım hususîdir. Bir kısım, ehl-i keşif [mâneviyat âlemlerinde iman hakikatlerine keşif yoluyla ulaşan insanlar, veliler] ve velâyete [velilik] mahsustur. Meselâ, Muhyiddin-i Arabî الۤمۤ * غُلِبَتِ الرُّومُ 1 Sûresinde pek çok ihbârât-ı gaybiyeyi [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] bulmuştur. İmam-ı Rabbânî, sûrelerin başındaki mukattaât-ı hurufla [bazı sûrelerin başlarında bulunan ve birer İlâhî şifre özelliğini taşıyan kesik harfler] çok muamelât-ı gaybiyenin [gayba ait muamele ve işleyişler] işaretlerini ve ihbârâtını [haber vermeler] görmüştür ve hâkezâ… Ulema-yı bâtın [şeriatın zâhirinden ve açık hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrârını bilen âlimler] için, Kur’ân baştan başa ihbârât-ı gaybiye [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] nev’indendir. Biz ise,

544

umuma ait olacak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunun da pek çok tabakatı var; yalnız bir tabakadan bahsedeceğiz. İşte, Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma der:Haşiye

فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللهِ حَقٌ 1 * لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَۤاءَ اللهُ اٰمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ… هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ 2* وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ * فِى بِضْعِ سِنِينَ لِلّٰهِ اْلاَمْرُ 3 * فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ * بِأَيِّكُمُ الْمَفْتُونُ 4 * اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ * قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِين َ 5* وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ 6* فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا 7 * وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَدًا 8* سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَفِۤى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ 9 * قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا 10* يَاْتِى اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ

545

وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ 1 * وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُرِيكُمْ اٰيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا 2 * قُلْ هُوَ الرَّحْمٰنُ اٰمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ 3 * وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِى اْلاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكّنَنَّ لَهُمْ دِيَنهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًا * 4

gibi çok âyâtın ifade ettiği ihbârât-ı gaybiyedir [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] ki, aynen doğru olarak çıkmıştır. İşte, pek çok itirâzat ve tenkidâta [tenkitler, eleştiriler] maruz ve en küçük bir hatasından dolayı dâvâsını kaybedecek bir zâtın lisanından böyle tereddütsüz, kemâl-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsuku [doğruluk, güvenilirlik] ihsas [hissettirme] eden bir tarzda böyle ihbârât-ı gaybiye, [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] kat’iyen [kesinlikle] gösterir ki, o zât, Üstad-ı Ezelîsinden ders alıyor, sonra söylüyor.

ÜÇÜNCÜ ŞAVK: [ışık, parıltı] Hakaik-ı İlâhiyeye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve hakaik-ı kevniyeye ve umur-u uhreviyeye [âhirete ait işler] dair ihbârât-ı gaybiyesidir. [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] Evet, Kur’ân’ın hakaik-ı İlâhiyeye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] dair beyanatı ve tılsım-ı kâinatı [evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem] fethedip ve hilkat-i âlemin [âlemin yaratılışı] muammâsını açan beyanat-ı kevniyesi, ihbârât-ı gaybiyenin [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] en mühimmidir. Çünkü, o hakaik-ı gaybiyeyi, hadsiz dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] yolları içinde istikametle [doğru] onları gidip bulmak, akl-ı beşerin [insan aklı] kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları [âlimler, filozoflar] o mesâilin [meseleler] en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.

Hem Kur’ân gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye [Allah’ın zât ve sıfatlarına ait gerçekler] ve o hakaik-ı kevniyeyi beyandan

546

sonra ve safa-yı [zevk, keyif] kalb ve tezkiye-i [hatadan arındırma, temize çıkarma] nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından [ilerleme] ve aklın tekemmülünden [mükemmelleşme] sonra beşerin ukulü [akıllar]Sadakte[“doğru söyledin”] deyip o hakaikı [doğru gerçekler] kabul eder, Kur’ân’a “Bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] der. Bu kısmın, kısmen On Birinci Sözde izah ve ispatı geçmiştir; tekrara hacet kalmamıştır.

Amma ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan [gerçi] akl-ı beşer [insan aklı] kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat, Kur’ân’ın gösterdiği yollarla, onları görmek derecesinde ispat ediyor. Onuncu Sözde, Kur’ân’ın şu ihbârât-ı gaybiyesi [gayb âleminden, bilinmeyenden haber vermeler] ne derece doğru ve hak olduğu izah ve ispat edilmiştir. Ona müracaat et.

İKİNCİ CİLVE: Kur’ân’ın şebâbetidir. [gençlik] Her asırda taze nazil oluyor gibi, tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kur’ân, bir hutbe-i ezeliye [Allah’ın bütün varlıklara yönelik konuşması] olarak, umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye [insan grupları] birden hitap ettiği için, öyle daimî bir şebâbeti [gençlik] bulunmak lâzımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, efkârca [fikirler] muhtelif ve istidatça [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] mütebayin [ayrı ayrı] asırlardan, her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.

Beşerin âsâr [eserler/asırlar] ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil [başka bir şeyle değiştirme] ediliyor. Fakat Kur’ân’ın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] insanları, Kur’ân’ın يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ * يَاۤ اَهْلَ الْكِتَابِ 1 hitab-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir [yönelen] ve يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı, “Yâ ehle’l-mekteb” mânâsını dahi tazammun [içerme, içine alma] eder; bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle, [gençlik] يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَۤاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ 2sayhasını âlemin aktârına [bölgeler] savuruyor.

Meselâ, şahıslar, cemaatler muârazasından [sözle karşı koyma, muhalefet] âciz kaldıkları Kur’ân’a karşı, bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları [fikirlerin sonucu] olan medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti]

547

Kur’ân’a karşı muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] vaziyetini almıştır; i’câz-ı Kur’ân‘a [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] karşı, sihirleriyle muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya [sözle karşı koyma, muhalefet] karşı, i’câz-ı Kur’ân‘ı, [Kur’ân’ın benzerini yapmaktan başkalarını âciz bırakan olağanüstülüğü, mu’cizeliği] قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ 1 âyetinin dâvâsını ispat etmek için, medeniyetin muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] suretiyle vaz ettiği esâsâtı [esaslar] ve desâtirini, [düsturlar, kanunlar] esâsât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın esasları] ile karşılaştıracağız.

Birinci derecede: Birinci Sözden tâ Yirmi Beşinci Söze kadar olan muvazeneler [karşılaştırma/denge] ve mizanlar [ölçü] ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde, medeniyete karşı Kur’ân’ın i’câzını [mu’cize oluş] ve galebesini [üstün gelme] ispat eder.

İkinci derecede: On İkinci Sözde ispat edildiği gibi, bir kısım düsturlarını [kâide, kural] hülâsa [esas, öz] etmektir.

İşte, medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede [insanların sosyal hayatı] nokta-i istinadı [dayanak noktası] “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı [hayat kanunu]cidal[mücadele] tanır. Cemaatlerin rabıtasını [bağ]unsuriyet [ırkçılık] ve menfi milliyet[ırkçılık] bilir. Gayesi, hevesât-ı nefsaniyeyi [nefsin hevesleri, arzu ve istekleri] tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi [insanın ihtiyaçları] tezyid [artırma, çoğaltma] etmek için bazı “lehviyattır.” [eğlenceler, oyunlar]

Halbuki, kuvvetin şe’ni, [belirleyici özellik] tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, [belirleyici özellik] her arzuya kâfi [yeterli] gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin [mücadele prensibi] şe’ni, [belirleyici özellik] çarpışmaktır. Unsuriyetin [ırkçılık] şe’ni, [belirleyici özellik] başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır [kâide, kural] ki, bütün mehâsiniyle [güzellikler] beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi surî [görünüşte] saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır.

Amma hikmet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın hikmeti] ise, nokta-i istinadı, [dayanak noktası] kuvvet yerine “hakkı” kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazilet ve rıza-i İlâhîyi” [Allah rızası] kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal [mücadele prensibi] yerine, “”düstur-u teâvünü” [yardımlaşma kanunu] esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, [bağ] unsuriyet [ırkçılık] ve milliyet yerine, “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî[din, sınıf ve vatan bağı] kabul eder. Gayâtı, [gayeler] hevesât-ı nefsaniyenin [nefsin hevesleri, arzu ve istekleri] nâmeşru tecavüzâtına [tecavüzler] sed çekip ruhu maâliyâta [yüksek ve derin fikirler] teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini [yüksek duygular] tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye [insana ait mükemmel özellikler] sevk edip insan etmektir.

548

Hakkın şe’ni [belirleyici özellik] ise ittifaktır. Faziletin şe’ni, [belirleyici özellik] tesanüddür. [dayanışma] Teâvünün [yardımlaşma] şe’ni, [belirleyici özellik] birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, [belirleyici özellik] uhuvvettir, [kardeşlik] incizaptır. [bir şeyin çekiciliğine kapılma] Nefs-i emmâreyi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, [belirleyici özellik] saadet-i dâreyndir. [dünya ve ahiret mutluluğu] İşte, medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bahusus [hususan, özellikle] Kur’ân’ın irşâdâtından [nasihatler, doğru yolu gösteren sözler] aldığı mehâsinle [güzellikler] beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.

Üçüncü derece: Binler mesâilinden, [meseleler] yalnız nümune olarak üç dört meseleyi göstereceğiz. Evet, Kur’ân’ın düsturları, [kâide, kural] kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.

Meselâ, medeniyetin bütün cem’iyât-ı hayriyeleriyle, [hayır cemiyetleri] bütün cebbârâne [zorbaca, zor kullanarak] şedit [çok şiddetli] inzibat [âsayiş, düzen] ve nizâmatlarıyla, [anlaşmazlık, çekişme] bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla, Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] iki meselesine karşı muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] edemeyip mağlûp düşmüşlerdir.

Meselâ وَاَقِيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ 1 * وَاَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا 2 Kur’ân’ın bu galebe-i i’cazkârânesini bir mukaddime [başlangıç] ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

İşârâtü’l-İ’câz‘da [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât[ihtilaller, karışıklıklar] beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin [kötü ahlâk] menbaı [kaynak] dahi bir kelimedir.

Birinci kelime: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!”

İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Evet, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede [insanların sosyal hayatı] havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] ve avam, [halk] yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle [karşılaştırma/denge] rahatla yaşarlar. O muvazenenin [karşılaştırma/denge] esası ise, havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. İkinci kelime avâmı kine, hasede, mübarezeye [karşı koyma] sevk edip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği [ortadan kaldırma]

549

gibi, şu asırda sa’y, [çalışma] sermaye ile mübareze [karşı koyma] neticesi, herkesçe malûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi [büyük hâdiseler, olaylar] meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün cem’iyât-ı hayriye [hayır cemiyetleri] ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedit [çok şiddetli] inzibat [âsayiş, düzen] ve nizâmâtıyla [anlaşmazlık, çekişme] beşerin o iki tabakasını musalâha [barış yapma] edemediği gibi, hayat-ı beşerin [insan hayatı] iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’ân, birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekât[zekâtın farz oluşu] ile kal’ eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i ribâ[faizin haram oluşu] ile kal’ edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur’âniye [Kur’an âyeti] âlem kapısında durup ribâya [faiz] “Yasaktır” der. “Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine [öğrenci] “Girmeyiniz” emreder.

İkinci esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvâcı [çok evlilik] kabul etmiyor; Kur’ân’ın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet [hikmete zıt] ve maslahat-ı beşeriyeye [insanlığın yararı] münâfi [aykırı] telâkki [anlama, kabul etme] eder.

Evet, eğer izdivaçtaki [evlilik] hikmet, yalnız kazâ-yı şehvet [şehvet ihtiyacını giderme] olsa, taaddüt [birden fazla olma] bilâkis, olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvânâtın şehadetiyle ve izdivac [evlenme] eden nebâtâtın [bitkiler] tasdikiyle sabittir ki, izdivacın [evlenme] hikmeti ve gayesi, tenasüldür. [üreme] Kazâ-yı şehvet [şehvet ihtiyacını giderme] lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir. [küçük ücret] Madem hikmeten, hakikaten, izdivaç [evlilik] nesil içindir, nev’in bekàsı içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde [doğma] kabil [mümkün] ve ayın yalnız yarısında kabil-i telâkkuh [gebeliği mümkün olan, döllenebilen] olan ve elli senede ye’se [ümitsizlik] düşen bir kadın, ekserî vakitte tâ yüz seneye kadar kabil-i telkih [dölleme kabiliyeti olan] bir erkeğe kâfi [yeterli] gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehâneleri [fuhuş yapılan yer] kabul etmeye mecburdur.

Üçüncü esas: Muhakemesiz [akıl yürütemeyen, düşüncesiz] medeniyet, Kur’ân kadına sülüs [(mirasta) üçte bir] verdiği için âyeti1 tenkit eder. Halbuki, hayat-ı içtimaiyede [sosyal hayat] ekser ahkâm [hükümler] ekseriyet itibarıyla olduğundan, ekseriyet itibarıyla bir kadın, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai [birlikte çalışma] etmeye mecbur olur. İşte, bu surette, bir kadın pederinden yarısını alsa, kocası

550

noksaniyetini temin eder. Erkek pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüç ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsavi [eşit] gelir. İşte adalet-i Kur’âniye [Kur’ân’ın adaleti] böyle iktiza [bir şeyin gereği] eder, böyle hükmetmiştir.Haşiye [dipnot] 1

Dördüncü esas: Sanemperestliği [put] şiddetle Kur’ân men ettiği gibi, sanemperestliğin [put] bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehâsininden [güzellikler] sayıp Kur’ân’a muâraza [sözle karşı koyma, muhalefet] etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir [taşlaşmış zulüm] veya bir riyâ-yı mütecessid [cesetleşmiş gösteriş] veya bir heves-i mütecessimdir [cisimleşmiş heves] ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.

Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, hayâ perdesini takmasını emreder-tâ hevesât-ı rezilenin ayağı altında, o şefkat madenleri zillet [alçaklık] çekmesinler; âlet-i hevesat, [gelip geçici istekler, arzular âleti] ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler.Haşiye [dipnot] 2 Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde [ara] mütekabil [karşılıklı] hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale [giderme] edip ailevî hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, [surete tapmak, görünüşe çok değer vermek, fotoğrafa tapmak] ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha [ruhun alçalması] sebebiyet verdiği şununla anlaşılır:

Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle [şehvet ve hevesle bakma] bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine

551

hevesperverâne [nefsin istek ve arzularına düşkün bir şekilde] bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi [insanın yüksek duyguları] sarsar, tahrip eder.

İşte, şu üç misal gibi binler mesâil-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın meseleleri] herbirisi, saadet-i beşeriyeyi [insanın mutluluğu] dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine [sonsuz âhiret hayatı] de hizmet eder. Sair meseleleri, mezkûr [adı geçen] meselelere kıyas edebilirsin.

Nasıl medeniyet-i hazıra [günümüz medeniyeti] Kur’ân’ın hayat-ı içtimaiye-i beşere ait olan düsturlarına [kâide, kural] karşı mağlûp olup Kur’ân’ın i’câz-ı mânevîsine [mânevî mu’cizelik] karşı hakikat noktasında iflâs eder. Öyle de, medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa [Avrupa felsefesi] ve hikmet-i beşeriyeyi, [insanın bilgi ve felsefesi] hikmet-i Kur’ân‘la [Kur’ân’ın hikmeti] yirmi beş adet Sözlerde mizanlarla [ölçü] iki hikmetin muvazenesinde, [karşılaştırma/denge] hikmet-i felsefiye [felsefî görüş, bilgi] âcize [güçsüz, zayıf] ve hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] mu’cize olduğu kat’iyetle ispat edilmiştir. Nasıl ki, On Birinci ve On İkinci Sözlerde hikmet-i felsefiyenin [felsefî görüş, bilgi] aczi ve iflâsı ve hikmet-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hikmeti] i’câzı [mu’cize oluş] ve gınâ[zenginlik] ispat edilmiştir; müracaat edebilirsin.

Hem nasıl medeniyet-i hazıra, [günümüz medeniyeti] hikmet-i Kur’ân‘ın [Kur’ân’ın hikmeti] ilmî ve amelî i’câzına [mu’cize oluş] karşı mağlûp oluyor. Öyle de, medeniyetin edebiyat ve belâğati [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] de, Kur’ân’ın edep ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim [karanlık] bir hüzünle ümitsiz ağlayışı, hem süflî [alçak] bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının [şarkı bağırtısı] (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşığın muvakkat [geçici] bir iftiraktan [ayrılık] müştakane, ümitkârâne bir hüzünle gınâ[zenginlik] (şarkısı), hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne [teşvik ederek, bir şeye yönlendirerek] kasâid-i vataniyeye [vatan kasideleri, [büyük bir şahsı övmek için yazılan şiir] marşlar] nisbeti gibidir. Çünkü edeb ve belâğat, [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] tesir-i üslûp [üslûbun etkisi] itibarıyla ya hüzün verir, ya neş’e verir.

Hüzün ise iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbaptan [dostsuzluk ve ahbapsızlık] gelir, yani ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâlet-âlûd, [inkâr ve sapıklıkla karışık] tabiatperest, gaflet-pîşe [gaflet içinde] olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün firaku’l-ahbaptan [ayrılık] gelir; yani ahbap var, firakında [ayrılık] müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-edâ, [hidayet verici] nurefşan [nur saçan] Kur’ân’ın verdiği hüzündür.

Amma neş’e ise, o da iki kısımdır: Birisi nefsi hevesâtına teşvik eder. O da

552

tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. [belirleyici özellik] İkinci neş’e, nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı maâliyâta, [yüksek ve derin fikirler] vatan-ı aslîlerine, [asıl vatan] makarr-ı ebedîlerine, [sonsuz kalınacak yer] ahbab-ı uhrevîlerine [âhiretteki dostlar] yetişmek için lâtif [berrak, şirin, hoş] ve edebli, masumâne bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] ve rüyet-i cemâlullaha [Rabbimizin güzelliğini seyretme] beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] verdiği neş’edir.

İşte,

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا * 1

ifade ettiği azîm mânâ ve büyük hakikat, kasıru’l-fehim [anlayışı kısa] olanlarca ve dikkatsizlikle, mübalâğalı [abartılı] bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] için muhal [bâtıl, boş söz] bir suret zannediliyor. Hâşâ! Mübalâğa değil, muhal [bâtıl, boş söz] bir suret değil, ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve mümkün ve vaki bir surettedir.

O suretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur’ân’dan tereşşuh [sızma/sızıntı] etmeyen ve Kur’ân’ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur’ân’ı tanzir [benzerini yapma] edemez demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor.

İkinci vecih [yön] şudur ki: Cin ve insin, hattâ şeytanların netice-i efkârları [fikirlerin sonucu] ve muhassala-i mesaileri [çalışmalardan elde edilen netice] olan medeniyet ve hikmet-i felsefe [felsefe ilmi] ve edebiyat-ı ecnebiye, [yabancı edebiyat] Kur’ân’ın ahkâm [hükümler] ve hikmet ve belâğatine [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] karşı âciz derekesindedirler [aşağı derece] demektir. Nasıl da nümunesini gösterdik.

ÜÇÜNCÜ CİLVE: Kur’ân-ı Hakîm, [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] her asırdaki tabakat-ı beşerin [insan grupları] herbir tabakasına, güya doğrudan doğruya o tabakaya hususî müteveccihtir, [yönelen] hitap ediyor. Evet, bütün benî Âdeme [Âdemoğlu, insan] bütün tabakatıyla en yüksek ve en dakik [derin ve ince] ilim olan imana ve en geniş ve nuranî fen olan marifetullaha [Allah’ı bilme ve tanıma] ve en ehemmiyetli ve mütenevvi [çeşit çeşit] maarif [bilgiler] olan ahkâm-ı İslâmiyeye [İslâmın hükümleri] davet eden, ders veren Kur’ân ise, her nev’e,

553

her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lâzımdır. Derecâta [dereceler] göre, herbiri Kur’ân’ın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini [ders payı] alır. Şu hakikatin çok nümunelerini zikretmişiz; onlara müracaat edilebilir. Yalnız burada bir iki cüz’ünün, hem yalnız bir iki tabakasının hisse-i fehmine [anlayış hissesi] işaret ederiz.

Meselâ, لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ * وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ 1 Kesretli [çokluk] tabaka olan avam [halk] tabakasının şundan hisse-i fehmi: [anlayış hissesi] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] peder ve veledden [çocuk] ve akrandan ve zevceden münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

Daha mutavassıt [orta derece] bir tabaka, şundan, İsâ aleyhisselâmın ve melâikelerin [melekler] ve tevellüde [doğma] mazhar [erişme, nail olma] şeylerin ulûhiyetini [Cenab-ı Allah’ın ilâhlığı] nefyetmektir. [gönderilme, sürgün] Çünkü muhal [bâtıl, boş söz] bir şeyi nefyetmek [inkâr etmek] zahiren faidesiz olduğundan, belâğatte [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] medar-ı faide [faydaya sebep] olacak bir lâzım-ı hüküm [hükmün gereği] murad olunur. İşte, cismâniyete [bedenle, maddî vücutla ilgili oluş] mahsus veled [çocuk] ve vâlidi [baba] nefyetmekten [gönderilme, sürgün] murat ise, veled [çocuk] ve vâlidi [baba] ve küfvü bulunanların nefy-i ulûhiyetleridir [ilâhlığın reddi] ve mâbud [ibadet edilen] olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki, Sûre-i İhlâs, herkese, hem her vakit faida verebilir.

Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: [anlayış hissesi] Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı, tevlid [doğurma] ve tevellüdü [doğma] işmam [hissetirme] edecek bütün rabıtalardan [bağ] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak] Şerik ve muinden [yardımcı] ve hemcinsten müberrâdır. [arınmış, temiz] Belki mevcudata [var edilenler, varlıklar] karşı nisbeti, hallâkıyettir. [çokça ve sürekli olarak yaratan Allah] Emr-i كُنْ فَيَكُونُ 2 ile, irade-i ezeliyesiyle, [Allah’ın ezelî iradesi] ihtiyarıyla icad eder. İcabî ve ıztırarî [zorunlu olarak yapılan, kulun iradesinin rolü olmayan mecburi iş] ve sudur-u gayr-ı ihtiyarî [isteksiz olarak meydana gelme] gibi münâfi-i kemâl [mükemmelliğe aykırı] herbir rabıtadan [bağ] münezzehtir. [arınmış, kusur ve eksiklikten uzak]

Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: [anlayış hissesi] Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde [fiiler, davranışlar] naziri, [benzer] küfvü,

554

şebîhi, [benzer] misli, [benzer] misali, mesîli [benzer, eş] yoktur. Yalnız, ef’âlinde, [fiiler, davranışlar] şuûnunda, [Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait mukaddes özellikler] teşbihi ifade eden mesel var. وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى 1

Bu tabakata ârifîn tabakası, ehl-i aşk [aşk ehli, Allah aşıkları] tabakası, sıddıkîn [çok doğru kimseler, sıddık olanlar, Allah yolunda sadakatte en ileri olanlar] tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiplerini kıyas edebilirsin.

İkinci misal: Meselâ, مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَۤا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ 2 Tabaka-i ûlânın [ilk tabaka] şundan hisse-i fehmi [anlayış hissesi] şudur ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın hizmetkârı ve “veledim” [çocuk] hitabına mazhar [erişme, nail olma] olan Zeyd,3 izzetli [büyüklük, yücelik] zevcesini kendine küfüv [denk] bulmadığı için tatlik etmiş; Allah’ın emriyle, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm almış.4 Âyet der: “Peygamber size evlâdım dese, risalet [elçilik, peygamberlik] cihetiyle söyler. Şahsiyet itibarıyla pederiniz değil ki, aldığı kadınlar ona münasip düşmesin.”

İkinci tabakanın hisse-i fehmi [anlayış hissesi] şudur ki: Bir büyük âmir, raiyetine [halk] pederâne [babaya yakışır şekilde] şefkatle bakar. Eğer o âmir, zâhir ve bâtın bir padişah-ı ruhanî [ruhanî padişah] olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiğinden, o raiyetin [halk] efradı, [bireyler] onun hakikî evlâdı gibi, ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı zevc nazarına inkılâb [değişim, devrim] edemediğinden, kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden, efkâr-ı âmmede [genel düşünce, kamuoyu] Peygamber (a.s.m.) mü’minlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediğinden, Kur’ân der: “Peygamber (a.s.m.) merhamet-i İlâhiye [Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati] nazarıyla size şefkat eder, pederâne [babaya yakışır şekilde] muamele yapar. Risalet [elçilik, peygamberlik] namına siz onun evlâdı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniyet [insanın şahsiyeti] itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin.”

Üçüncü kısım şöyle fehmeder ki: Peygambere (a.s.m.) intisap [bağlanma] edip onun kemâlâtına [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] istinad ederek onun pederâne [babaya yakışır şekilde] şefkatine itimad edip kusur ve hatîat [hatâlar, yanlışlar]

555

etmemelisiniz demektir. Evet, çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip tembellik eder. Hattâ bazan “Namazımız kılınmış” der (bir kısım Alevîler gibi).

Dördüncü nükte: [derin anlamlı söz] Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] fehmeder ki: Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru [erkek çocuklar] rical [ümit] derecesinde kalmayıp, rical [ümit] olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız, “rical” [ümit] tabirinin ifadesiyle, nisânın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam edecektir. Felillâhilhamd, [Allah’a hamdolsun] Hazret-i Fatıma’nın nesl-i mübareki, [mübârek nesil] Hasan ve Hüseyin gibi iki nuranî silsilenin bedr-i münevveri, [nurlanmış ay] şems-i nübüvvetin [peygamberlik güneşi] mânevî ve maddî neslini idame ediyorlar.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ * 1

Birinci Şule, [gür ışık/alev] Üç Şua [ışık kaynağından çıkan ışık telleri] ile hitama [son, sonuç] erdi.