SÖZLER – Yirmi Beşinci Söz -4 (607-622)

607

On Birinci Şuâ [bir ışık kaynağından çıkan ışık telleri] Olan Meyve Risalesi‘nin [On Birinci Şuâ] Onuncu Meselesi

 Emirdağ Çiçeği

Kur’ân’da olan tekrarata [tekrarlar] gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Gerçi bu Mesele, perişan vaziyetimden müşevveş [dağınık, karışık] ve letafetsiz [güzellik, hoşluk] olmuş. Fakat o müşevveş [dağınık, karışık] ibare altında çok kıymetli bir nevi i’câzı [mu’cize oluş] kat’î bildim. Maatteessüf [ne yazık ki] ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur’ân’a ait olmak cihetiyle, hem ibadet-i tefekküriye, [Allah’ı tanımayı sonuç verecek şekilde mahlûkat üzerinde düşünme ibadeti] hem kudsî, [her türlü kusur ve noksandan uzak] yüksek, parlak bir cevherin sedefidir. Yırtık libasına [elbise] değil, elindeki elmasa bakılsın. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazan’da mecburiyetle, gayet mücmel [kısa, kısaca] ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit [bir çok] hüccetleri [delil] derc [yerleştirme] ederek yazdım. Kusura bakılmasın.Haşiye [dipnot]

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ramazan-ı Şerifte Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı [benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân] okurken, Risale-in Nur’a işaretleri Birinci Şuâda beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sahifesi ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-in Nur’a ve şakirtlerine, [öğrenci] kıssadan hisse [anlatılan bir şeyden ders çıkarma] almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur’dan âyetü’n-nur, [Kur’ân-ı Kerim’in 24. sûresi olan Nur Sûresinin 35. âyeti] on parmakla Risale-i Nur’a baktığı gibi, arkasındaki âyet-i zulümat dahi muarızlarına [itiraz eden, karşı gelen] tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz’iyetten

608

çıkıp külliyet kesb [elde etme, kazanma] eder. Ve bu asırda o küllinin tam bir ferdi Risale-in Nur ve şakirtleridir [öğrenci] diye hissettim.

Evet, Kur’ân’ın hitabı, evvelâ Mütekellim-i Ezelînin [ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah] rububiyet-i âmmesinin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] geniş makamından, hem nev-i beşer, [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] belki kâinat namına muhatap olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer [insan cinsi, insanlık âlemi, insanlar] ve benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] bütün asırlarda irşadlarının [doğru yol gösterme] gayet vüs’atli [geniş] makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semâvâtın, ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinatın [bütün âlemleri yaratan Allah] rububiyetine [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavânin-i İlâhiyenin [İlâhî kanunlar] gayet yüksek ve ihata[herşeyi kuşatma] beyanatının geniş makamından aldığı vüs’at [genişlik] ve ulviyet ve ihâta [kavrayış] cihetiyle, o hitap öyle bir yüksek i’câz [mu’cize oluş] ve şümûl [kapsam] gösterir ki, ders-i Kur’ân‘ın, [Kur’ân dersi] muhataplarından en kesretli [çokluk] taife olan tabaka-i avâmın [halk tabakası] basit fehimlerini [anlama, kavrama] okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden [tarihî hikâye] bir ibret değil, belki bir küllî düsturun [kâide, kural] efradı [bireyler] olarak her asra ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ.. اَلظَّالِمِينَ .. deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye [gökten gelen musibetler, belâlar] ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Âd ve Semud ve Firavun’un başlarına gelen azaplar ile baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, [Allah’a inanan] İbrahim (a.s.) ve Mûsâ (a.s.) gibi enbiyanın [nebiler, peygamberler] necatlarıyla [kurtuluş] tesellî veriyor.

Evet, nazar-ı gaflet [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] ve dalâlette [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] vahşetli ve dehşetli bir ademistan [yokluk ülkesi, yeri] ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar, canlı birer sahife-i ibret [ibret sayfası] ve baştan başa ruhlu, hayattar bir acip âlem ve mevcut

609

ve bizimle münasebettar [alâkalı, ilgili] bir memleket-i Rabbâniye [Rab olan Allah’ın memleketi] sûretinde, sinema perdeleri gibi kâh [bazan] bizi o zamanlara, kâh [bazan] o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i’câz [mu’cize oluş] ile dersini veren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] aynı i’câz [mu’cize oluş] ile, nazar-ı dalâlette [hak yoldan sapmış, inançsızlık bakışı] câmid, [cansız] perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh [ürkütücü yer] olan ve firak [ayrılık] ve zevâlde [batış, kayboluş] yuvarlanan bu kâinatı; bir kitab-ı Samedânî, [herşey Allah’a muhtaç olduğu halde, Allah’ın ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösteren kitap] bir şehr-i Rahmânî, [rahmet ve merhameti sınırsız olan Allah’ın şehri] bir meşher-i sun’-i Rabbânî [herşeyi terbiye eden Allah’ın san’at eserlerinin sergilendiği yer] olarak o câmidâtı canlandırarak birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] elbette her harfinde on ve yüz ve bazen bin ve binler sevap bulunması; ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini [benzer] getirememesi;1 ve bütün benî Âdemle [Âdemoğlu, insan] ve kâinatla tam yerinde konuşması; ve her zaman milyonlar hafızların kalblerinde zevkle yazılması; ve çok tekrarla ve kesretli [çokluk] tekraratıyla [tekrarlar] usandırmaması; ve çok iltibas [karıştırma] yerleri ve cümleleriyle beraber çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi; ve hastaların ve az sözden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olan ve sekeratta [can çekişme/ölüm anı] olanların kulağında mâ-i zemzem [zemzem suyu] misil[benzer] hoş gelmesi gibi kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] imtiyazları kazanır. Ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirtlerine [öğrenci] kazandırır.

Ve tercümanın ümmiyet [okuma yazma bilmeme] mertebesini tam riayet etmek sırrıyla, hiçbir tekellüf, [külfet, zahmet] hiçbir tasannu, [yapmacık] hiçbir gösterişe meydan vermeden selâset-i fıtriyesini [yaratılıştan gelen akıcılık ve açıklık] ve doğrudan doğruya semadan gelmesini ve en kesretli [çokluk] olan tabaka-i avâmın [halk tabakası] basit fehimlerini [anlama, kavrama] tenezzülât-ı kelâmiye [sözün muhatapların seviyelerine göre ayarlanması] ile okşamak hikmetiyle, en ziyade sema ve arz gibi en zâhir ve bedihî [açık, aşikâr] sahifelerini açıp o âdiyat [alışılmış olan sıradan şeyler] altındaki hârikulâde mu’cizat-ı kudretini [Allah’ın kudret mu’cizeleri] ve mânidar sutûr-u hikmetini [hikmet satırları] ders vermekle lûtf-u irşadda [doğru yolu gösterme lütfu, nimeti] güzel bir i’caz [mu’cize oluş] gösterir.

Tekrarı iktiza [bir şeyin gereği] eden dua ve dâvet ve zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek

610

sırrıyla, güzel, tatlı tekraratıyla [tekrarlar] birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok mânâları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim [anlatma] etmekte ve cüz’î [ferdî, küçük] ve âdi bir hâdisede en cüz’î [ferdî, küçük] ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde [merhamet bakışı] ve daire-i tedbir [tedbir, idare ve yönetim dairesi] ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette [İslamiyetin tesisi, kuruluşu] ve tedvin-i şeriatta [İslâmî hükümlerin bir araya gelmesi, toplanması] Sahabelerin cüz’î [ferdî, küçük] hadiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında, hem küllî düsturların [kâide, kural] bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz’î [ferdî, küçük] hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nev-i i’câz [mu’cizelik türü] gösterir.

Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan [atomlar] yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatın tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kâinatı ve arz ve semâvâtı ve anâsırı [kâinattaki unsurlar, elementler] kızdıran, hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati [yaratılış neticesi] hesabına gazab-ı İlâhî [Allah’ın gazabı] ve hiddet-i Rabbâniyeyi [Rab olan Allah’ın hiddeti, gazabı] gösterecek hadsiz harika ve nihayetsiz, dehşetli ve geniş bir inkılâbın [değişim, devrim] tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’caz [mu’cize oluş] ve gayet yüksek bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve mukteza-yı hâle [hâlin gereği] gayet mutabık bir cezâlettir, [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] bir fesâhattir. [dilin doğru, düzgün, açık ve akıcı şekilde kullanılması]

Meselâ, birtek âyet iken yüz on dört defa tekrar edilen Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Risale-in Nur’un On Dördüncü Lem’asında [parıltı] beyan edildiği gibi, Arşı ferşle [yer] bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç var. Değil yalnız ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak [arzu, istek] vardır.

611

Hem meselâ, Sûre-i طٰسۤمۤ 1 de sekiz defa tekrar edilen şu  اِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ 2 âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını [kurtuluş] ve kavimlerinin [insan topluluğu] azaplarını, kâinatın netice-i hilkati [yaratılış neticesi] hesabına ve rububiyet-i âmmenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, idaresi ve terbiyesi] nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, [Rab olan Allah’ın izzeti, şeref ve haysiyeti] o zâlim kavimlerin [insan topluluğu] azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye [Allah’ın her bir varlığa sonsuz şefkat göstermesi] dahi enbiyanın [nebiler, peygamberler] necatlarını [kurtuluş] iktiza [bir şeyin gereği] ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak [arzu, istek] var ve îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] ve i’câz[mu’cize oluş] bir ulvî belâğattır. [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme]

Hem meselâ, Sûre-i Rahmân’da tekrar edilen فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ 3 âyeti ile Sûre-i Mürselât’ta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ 4 âyeti, cin ve nev-i beşerin, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye [Allah’ın saltanatının büyüklüğü ve görkemi] karşı inkâr ve istihfafla [hafife alma] mukabele [karşılama; karşılık verme] eden küfür ve küfranlarını [inançsızlık, inkâr] ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arz ve semâvâta tehditkârâne haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde [herkesi ve herşeyi içine alan ders] binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli [görkemli, haşmetli, yüce] bir i’caz [mu’cize oluş] ve cemâlli bir îcaz[az sözle çok mânâlar anlatma] belâğattır.

Hem meselâ, Kur’ân’ın hakiki ve tam bir nevi münâcâtı [Allah’a yalvarış, dua] ve Kur’ân’dan çıkan bir çeşit hülâsa[esas, öz] olan Cevşenü’l-Kebir [büyük zırh anlamında Peygamberimize vahiyle gelen büyük ve önemli bir dua] namındaki münâcât-ı Peygamberîde [Peygam-berimizin münâcâtı, duası] yüz defa

سُبْحَانَكَ يَا لاَ إِلٰهَ إِلاَّۤ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا، وَاَجِرْنَا، وَنَجِّنَا مِنَ النَّارِ * 5

612

cümlesi tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlûkatın rububiyete [Allah’ın bütün varlık âlemini egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi] karşı tesbih ve tahmid [Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma] ve takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli vazifesi ve şekavet-i ebediyeden [sonsuz mutsuzluk ve azap] kurtulmak gibi nev-i insanın [insan türü, insanlık] en dehşetli meselesi ve ubûdiyet [Allah’a kulluk] ve acz-i beşerin [insanın âcizliği] en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır.

İşte tekrarat-ı Kur’aniye, [Kur’ân’daki tekrarlar] bu gibi metin [sağlam] esaslara bakıyor. Hattâ bazen bir sahifede iktiza-yı makam [makam gereği] ve ihtiyac-ı ifham [meselenin anlaşılmasına olan ihtiyaç] ve belâğat-ı beyan [açıklama ve ifadenin belâğati, yerine, hedefine ulaşması] cihetiyle yirmi defa sarîhan [açık] ve zımnen [gizlice] tevhid hakikatini ifade eder; değil usanç, belki kuvvet ve şevk ve halâvet [tatlılık] verir. Risale-in Nur’da, tekrarat-ı Kur’âniye [Kur’ân’daki tekrarlar] ne kadar yerinde ve münasip ve belâğatça [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] makbul olduğu, hüccetleriyle [delil] beyan edilmiş.

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyânın Mekkiye [Mekke’de inen] sûreleriyle, Medine sûreleri belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] noktasında ve i’caz [mu’cize oluş] cihetinde ve tafsil ve icmal [kısaca, özet olarak] vechinde [cihet, yön, taraf] birbirinden ayrı olmasının sırr-ı hikmeti [bir şeyin içinde gizli olan hikmet] şudur ki:

Mekke’de, birinci safta muhatap ve muarızları, [itiraz eden, karşı gelen] Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâğatça [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] kuvvetli bir üslûb-u âlî [yüce üslûp (Bu üslûpta kuvvet ve heybet vardır)] ve îcazlı, [az sözle çok mânâlar anlatma] muknî, [ikna edici] kanaat verici bir icmal; [kısaca, özet olarak] ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye [Mekke’de inen] sûreleri erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i’caz[mu’cize oluş] bir îcaz [az sözle çok mânâlar anlatma] ile ifade ve tekrar edip ifade ederek, mebde’ [başlangıç] ve meâdı, [âhiret, dönülecek yer] Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir, târif, tenkir [belirsiz kılma] ve hazf, [anlatmama, açıklamama] zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâğatın [belâğat ilmi] dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risale-in Nur ve bilhassa Kur’ân’ın kırk vech-i i’câzını [mu’cizelik yönü] icmalen [kısaca, özet olarak] ispat eden Yirmi Beşinci Söz

613

zeyilleriyle [ilave, ek] beraber ve nazımdaki [diziliş, tertip ve vezin] [nazmın belli kalıplarından her biri; ölçü, tartı] vech-i i’câzı [mu’cizelik yönü] hârika bir tarzda beyan ve ispat eden Arabî Risale-in Nur’dan İşârâtü’l-İ’câz [Kur’ân’ın mu’cizeliğine dair yazılan Risale-i Nur’dan bir eser] tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkî sûre ve âyetlerde en âlî [yüce] bir üslûb-u belâğat ve en yüksek bir i’câz-ı îcâzî vardır.

Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızları [itiraz eden, karşı gelen] ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap [Allah’ın gönderdiği kitaplara inanan Hıristiyan ve Yahudiler] olduğundan, mukteza-yı belâğat [belâğatın gereği] ve irşad [doğru yol gösterme] ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh [açık] ve tafsilli bir üslûpla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usulünü ve imanın rükünlerini [esas, şart] değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkâmın [hükümler] ve teferruatın ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o Medeniye sûre ve âyetlerde, ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûpla beyanat içinde, Kur’ân’a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, [açıklama biçimi] birden o cüz’î [ferdî, küçük] teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, [hülasa, öz] bir hâtime, [son] bir hüccet [delil] ve o cüz’î [ferdî, küçük] hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisâlini [emre uyma, bağlanma] iman-ı billâh [Allah’a iman] ile temin eden bir cümle-i tevhidiye [tevhid cümlesi; her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bildiren cümle] ve esmâiyeyi ve uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır, ulvîleştirir, küllîleştirir.

Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen

إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ 1 * اِنَّ اللهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ * 2

وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 3 * وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ * 4

gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekeler [hülasa, öz] ve hâtimelerde [son] ne kadar yüksek bir belâğat [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] ve meziyetler ve cezâletler [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] ve nükteler [derin anlamlı söz] bulunduğunu, Yirmi Beşinci Sözün

614

İkinci Şûlesinin [gür ışık/alev] İkinci Nurunda o fezleke [hülasa, öz] ve hâtimelerin [son] pek çok nüktelerinden [derin anlamlı söz] ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda [esas, öz] bir mu’cize-i kübrâ [büyük mu’cize] bulunduğunu muannidlere [inatçı] de ispat etmiş.

Evet, Kur’ân, o teferruat-ı şer’iye [şeriatın, İslâm hukuuknun fer’i meseleleri, detayları] ve kavânin-i içtimaiyenin [sosyal kanunlar] beyanı içinde birden muhatabın nazarını en yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur’ân’ı, hem bir kitab-ı şeriat [din ve hukuk kitabı] ve ahkâm [hükümler] ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde [inanç esaslarını ele alıp açıklayan kitap] ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makàsıd-ı irşadiye-i Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın irşat yapmaktaki hedefleri] ders vermesiyle Mekkiye [Mekke’de inen] âyetlerin tarz-ı belâğatlarından [belâğat tarzı] ayrı ve parlak mu’cizâne bir cezâlet [akıcı ve düzgün ifade, güzel anlatım] izhar [açığa çıkarma, gösterme] eder. Bazan iki kelimede, meselâ, رَبُّ الْعَالَمِينَ 1ve رَبُّكَ 2 de, رَبُّكَ tabiriyle ehadiyeti [bir olan bütün varlıklarda birliği gözüken Allah] ve رَبُّ الْعَالَمِينَ ile vâhidiyeti [Allah’ın birliği] bildirir, ehadiyet [Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi] içinde vâhidiyeti [Allah’ın birliği] ifade eder.

Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.

Meselâ, خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ 3 âyetinden sonra يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى الَّيْلِ 4 âyetinin akabinde وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ 5 der. Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde [yaratılışın görkem ve heybeti] kalbin dahi hâtırâtını bilir idare eder der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet [okuma yazma bilmeme]

615

mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan basit ve cüz’î [ferdî, küçük] muhavere, [karşılıklı konuşma] o tarz ile ulvî ve câzibedar ve umumî ve irşadkâr [irşad eden, doğru yolu gösteren] bir mükâlemeye [karşılıklı konuşma] döner.

Bir sual: “Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî [sığ, yüzeysel] nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î [ferdî, küçük] ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi [Allah’ın birliğini gösteren özet, netice] veya küllî bir düsturu [kâide, kural] beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm [kuruntu] edilir. Meselâ, Hazret-i Yusuf aleyhisselâm kardeşini bir hile ile alması1 içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٌ 2 diye gayet yüksek bir düsturun [kâide, kural] zikri belâğatça [düzgün, kusursuz şekilde hâlin ve makamın icabına göre söz söyleme] münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?”

Elcevap: Herbiri birer küçük Kur’ân olan ekser uzun sûrelerde ve mutavassıtlarda [orta derece] ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur’ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir [zikir kitabı] ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat [din ve hukuk kitabı] ve hikmet ve irşad [doğru yol gösterme] gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun [içerme, içine alma] ederek rububiyet-i İlâhiyenin [Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan hakimiyeti, yaratıcılığı ve terbiyesi] herşeye ihatasını [herşeyi kuşatma] ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin [büyük bir kitabı andıran kâinat] bir nevi kıraati olan Kur’ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sahifede çok maksatları takiben marifetullahtan [Allah’ı bilme ve tanıma] ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak [karışma, katılma] ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâğatı [belâğat derecesi] yükselir.

İkinci bir sual: “Kur’ân’da sarîhan [açık] ve zımnen [gizlice] ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücâzâtını [ceza] binler defa ispat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?”

Elcevap: Daire-i imkânda [bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat] ve kâinatın sergüzeştine [bir kimsenin başından geçen hâl ve olaylar] ait inkılâplarda [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve emanet-i kübra[Allah’ın insana ematen verdiği akıl, bilinç ve dünya egemenliği]

616

ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet [sıkıntı] ve saadet-i ebediyeye [ebedî saadet; sonsuz mutluluğun yaşanacağı Cennet hayatı] medar [kaynak, dayanak] olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinden, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale [giderme] etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inatları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] tasdik ettirmek ve o inkılâplar [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kur’ân, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrarla o bahisler Kur’ân’da okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Meselâ,

اِنَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ ذٰلِكَ الْفَوْزُ الْكَبِيرُ * 1

âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakikati, bîçare beşere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin, “Hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırır” dediğinden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse, yine israf olmaz, kıymetten düşmez.

İşte bu çeşit hadsiz kıymettar meseleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılâpları [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] tesis etmekte iknaya ve inandırmaya ve ispata çalışan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, [açıklamaları mu’cize Kur’ân] elbette sarîhan [açık] ve zımnen [gizlice] ve işareten binler defa o meselelere nazar-ı dikkati celbetmek, [çekmek] değil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanını [bağış] tazelendirir.

Hem meselâ,

وَالَّذِينَ كَفَرُوا لَهُمْ نَارُ جَهَنَّمَ 2* اِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ * 3

gibi tehdit âyetlerini Kur’ân gayet şiddet ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-in Nur’da kat’î ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, [inançsızlık, inkâr]

617

kâinatın ve ekser mahlûkatın hukukuna öyle bir tecavüzdür ki, semâvâtı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı [kâinattaki unsurlar, elementler] hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor. Ve

اِذَۤا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ * تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ * 1

âyetinin sarahatiyle, [açıklık] o zâlim münkirlere [Allah’a inanmayan] Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye [umuma karşı işlenen cinayet] ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasına değil, belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kâinat [kâinatın sultanı olan Allah] kendi raiyetinin [halk] hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin [Allah’a inanmayan] küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla [tam bir istek ve arzu] ve ihtiyaçla okurlar.

Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, o geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla [arzu, istek] Lâ ilâhe illâllah cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve âlemlere herbirisine Lâ ilâhe illâllah’ı lâmba yaptığı gibi, öyle de, o kesretli, [çokluk] geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında [hayat aynası] in’ikâs [yansıma] eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde [tarafında] şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelînin [varlığının başlangıcı olmayan Padişah, Allah] şiddetli ve inatları kıran tehditlerini, her vakit Kur’ân’ı okumakla tahattur [hatıra gelme] edip nefsin tuğyanından [azgınlık, isyan ve inançsızlıkta çok ileri gitme] kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur’ân gayet mânidar tekrar eder. Ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur’âniyeyi [Kur’ân’ın tehditleri] hakikatsız tevehhüm [kuruntu] etmekten, şeytan bile kaçar. Ve onları dinlemeyen münkirlere [Allah’a inanmayan] Cehennem azabı ayn-ı adalettir, [adaletin ta kendisi] diye gösterir.

Hem meselâ, Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi çok hikmetleri ve faideleri bulunan kıssa-i Mûsâ‘nın [Hz. Mûsâ’nın (a.s.) hikâyesi] (a.s.) ve sair enbiyanın [nebiler, peygamberler] kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması]

618

hakkaniyetine bütün enbiyanın [nebiler, peygamberler] nübüvvetlerini [peygamberlik] hüccet [delil] gösterip, “Onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini [elçilik, peygamberlik] hakikat noktasında inkâr edemez” hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt [orta derece] sûreyi birer küçük Kur’ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imaniye [iman esasları] gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki mukteza-yı belâğattır [belâğatın gereği] ve hâdise-i Muhammediye, [Hz. Mu-hammed’in (a.s.m.) hadisesi, peygamberliği] bütün benî Âdemin [Âdemoğlu, insan] en büyük hadisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir.

Evet, Kur’ân’da Zât-ı Ahmediyeye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi [iman esasları] içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne [esas, şart] denk tutulan Muhammedun Resulullah [Muhammed Allah’ın resulüdür] ve risalet-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliği] kâinatın en büyük hakikati ve Zât-ı Ahmediye [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kendi zâtı] bütün mahlûkatın en eşrefi [en şerefli] ve hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] ve makam-ı kudsîsi, [kutsal makam, derece] iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri [delil] ve emareleri, kat’î bir surette Risale-in Nur’da ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki:1 Es-sebebu ke’l-fâil [“birşeye sebep olan onu yapan gibidir”] düsturuyla, [kâide, kural] bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli [benzer] onun defter-i hasenatına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin, ins, melek ve zîhayatı, [canlı] belki kâinatı, semâvât ve arzı [gökler ve yer] minnettar eylemesi ve istidat [beceriler, ruhsal özellikler, konuşma ve sevme gibi] lisanıyla nebatatın [bitki] duaları ve ihtiyac-ı fıtrî [doğal ihtiyaç] diliyle hayvanâtın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki ruhanilerle beraber milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti [ümmetin salih kişileri] hergün o zâta salât [namaz] ve selâm ünvanıyla rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’ân’ın üç yüzbin hurufunun [harfler] herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kur’ân cihetiyle defter-i a’mâline [amel defteri]

619

hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın şahsiyet-i mâneviyesi [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] olan hakikat-i Muhammediye [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet [Cennetteki tûbâ ağacı] hükmünde olacağını Allâmü’l-Guyûb [gayb âlemini ve bütün gizlilikleri bilen Allah] bilmiş ve görmüş, o makama göre Kur’ân’ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti [tabi olma, uyma] ve sünnet-i seniyyesine ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye [insanlık meselesi] göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın [Cennetteki tûba ağacı] bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini [insanlık şahsiyeti, beşeri kişiliği] ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini [insanlık vazifesi, görevi] ara sıra nazara almasıdır.

İşte Kur’ân’ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında [tekrarlar] kuvvetli ve geniş bir mu’cize-i mâneviye [Kur’ân’ın mu’cizeliği] bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder-meğer maddiyyunluk [dünyada, yalnızca maddenin varlığını kabul eden, manevî kavramları ret ve inkâr eden felsefî görüş, maddecilik] tâunuyla [salgın ve ölümcül hastalık] maraz-ı kalbe [kalbî hastalık] ve vicdan hastalığına müptelâ [bağımlı] ola!

قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ * وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَۤاءِ مِنْ سَقَمٍ * 1

kaidesine dahil olur.

ba

620

Bu Onuncu Meseleye bir hâtime [son] olarak iki haşiyedir [dipnot]

BİRİNCİSİ:

Bundan on iki sene evvel1 işittim ki, en dehşetli ve muannid [inatçı] bir zındık, Kur’ân’a karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekraratı [tekrarlar] herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.

Fakat Risale-in Nur’un cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez hüccetleri [delil] kat’î ispat etmiş ki, Kur’ân’ın hakikî tercümesi kabil [mümkün] değil, ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî [Arap dili, Arapça] yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini [derin anlamlı söz] başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur’âniyenin [Kur’ân’ın kelimeleri] mu’cizâne ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î [ferdî, küçük] tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-in Nur her tarafta intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] o dehşetli plânı akîm [neticesiz] bıraktı. Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’ân güneşini üflemekle söndürmeye aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette [durum] bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarıyla görüşemediğim için hakikat-ı hali [bir durumun gerçek yönü] bilemiyorum.

İKİNCİ HAŞİYE:

Denizli hapsinden tahliyemizden sonra, meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli [çokluk] kavak ağaçları birer halka-i zikir [zikir halkası] tarzında gayet lâtif, [berrak, şirin, hoş] tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları havanın dokunmasıyla cezbedârâne [kendinden geçerek] ve câzibekârâne hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından [ayrılık] ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben o kemâl-i neş’e [tam bir neşe] ile cilvelenen o nâzenin [ince, narin, duyarlı] kavaklara ve zîhayatlara [canlı] o kadar acıdım ki, gözlerim yaşla doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları [ayrılık] ihtar ve ihsasiyle [hissettirme] kâinat dolusu firakların, [ayrılık] zevâllerin [batış, kayboluş] hüzünleri başıma toplandı.

621

Birden, hakikat-i Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in hakikati, mânevî şahsiyeti] (a.s.m.) getirdiği nur imdada yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara [mutluluk] çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i iman [Allah’a inanan] gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte o vaziyete temas eden imdat ve tesellîsi için, zât-ı Muhammediyeye [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) zâtı, şahsiyeti] (a.s.m.) karşı ebediyen minnettar oldum. Şöyle ki:

Ol nazar-ı gaflet, [bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak] o mübarek nâzeninleri [ince, narin, duyarlı] vazifesiz, neticesiz bir mevsimde görünüp, hareketleri neş’eden değil, belki güya ademden ve firaktan [ayrılık] titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı bekà [devamlı olarak var olma, kalıcı olma aşkı] ve hubb-u mehâsin [güzellik sevgisi] ve muhabbet-i vücud ve şefkat-i cinsiye [kendi cinsine olan şefkat] ve alaka-i [zigot; döllenmiş hücre] hayatiyeye medar [kaynak, dayanak] olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle dünyayı bir mânevî cehenneme ve aklı bir tâzip [azap] âletine çevirdiği sırada, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı; idam, [hiçlik, yokluk] adem, [hiçlik, yokluk] hiçlik, vazifesizlik, abes, firak [ayrılık] fanilik yerinde, o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri ve mânâları ve, Risale-in Nur’da ispat edildiği gibi, üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.

Birinci kısım: Sâni-i Zülcelâlin [büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah] esmâsına bakar. Meselâ, nasılki bir usta, harika bir makineyi yapsa, onu takdir eden herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah[“Allah ne mübarek yaratmış”] deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi, ondan maksut [istek] neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı hâliyle [hal dili] ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat [canlı] ve herşey böyle bir makinedir; ustasını tebriklerle alkışlar.

İkinci kısım hikmetleri ise, zîhayatın [canlı] ve zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalâagâh, birer kitab-ı marifet [Allah’ı tanıtan kitap] olur. Mânâlarını zîşuurun [akıl ve şuur sahibi] zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i hafızalarında [bellek, hafıza duyusu] ve elvâh-ı misâliyede [misâlî levhalar, mânevî kopyalama tabloları] ve âlem-i gaybın [gayb âlemi, görünmeyen âlem] defterlerinde daire-i vücutta [varlık dairesi] bırakıp, sonra âlem-i şehadeti [görünen alem] terk eder, âlem-i gayba [gayb âlemi, görünmeyen âlem] çekilir. Demek, surî [görünüşte] bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücutları kazanır.

Evet madem Allah var ve ilmi ihâta [kavrayış] eder. Elbette adem, idam, [hiçlik, yokluk] hiçlik, mahv,

622

fena, hakikat noktasında, ehl-i imanın [Allah’a inanan] dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, [ayrılık] hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel [atasözü] ders verip, der:

“Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”

Elhasıl, [kısaca, özetle] nasıl ki, iman, ölüm vaktinde insanı idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarıyor; öyle de, herkesin hususî dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] olsa, hem o insanı, hem hususî dünyasını ölümle idam [hiçlik, yokluk] edip mânevî cehennem zulmetlerine atar, hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın! Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler, bu dehşetli hasârattan kurtulsunlar.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ * 1

Duanıza çok muhtaç ve size çok müştak [arzulu, aşırı istekli] kardeşiniz Said Nursî