TARİHÇE-İ HAYAT – Yedinci Kısım – Afyon Hayatı (673-762)

673

Yedinci Kısım

Afyon hayatı

674

Üstad Bediüzzaman Hazretleri 
Afyon Mahkeme Koridorunda Beklerken

675

Bediüzzaman’ın tevkifi

1947 senesinin son aylarında, Afyon’dan üç sivil polis memuru, güya memleket çapında gizli bir dinî cemiyetin faaliyetine âşinâ olmak için Emirdağına gelmişlerdi. Başta Said Nursî olarak Nur talebelerini tespit etmeye çalışıyorlardı. Sudan bahaneler icat etmeye tevessül [genişleme, yayılma] ettiler. Bir nümunesi şudur:

Bir sivil memur, bir kâğıda yazıyor: “Said’in hizmetçisi buradan Said’e rakı aldı.” Ve rakıcı dükkânında, sarhoş ve aklı yerinde olmayan bir adama bu kâğıdın altına imza atmasını teklif ediyor. O adam diyor:

“Tövbeler olsun, bu yalanı kim imza eder?”

Sonra o kâğıdı imzalatmaya çalışan, fakat muvaffak olamayan memur, aynı gece acip bir hadisede işlediği hatâsının tokadını yiyor. Şöyle ki:

Beraber rakı içtiği adamlarla dere kenarında gezerken, aralarında bir kavga cereyan eder. O bedbaht adama orada bir güzel dayak atıyorlar ve tabancasını da alıyorlar.

ba

Üstad faytonla kıra çıktığı zaman, dört beş gün müddetince beş tayyare Üstadı takip ediyor. Üstad evine girdiği zaman, onlar da Emirdağı’ndan çekiliyorlar. Üstadın sırf imanî, uhrevî hizmet-i Kur’âniyesine [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] yanlış mânâlar verdirerek aleyhte propaganda yapılıyor ve yukarı makamlara yanlış aksettiriliyor.

Risale-i Nur’un teksir [çoğalma] makinesiyle intişarı [açığa çıkma, yayılma] ve Anadolu’da Nurların gittikçe inkişafı [açığa çıkma] karşısında bu imanî hizmeti durdurmak maksadıyla harekete geçen gizli dinsiz komiteler, hükûmete evham verdirerek, aleyhte tahrikât yapıyorlar. Emirdağ, Isparta, Kastamonu, Konya, İnebolu, Safranbolu, Aydın gibi daha birçok vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nurcuların evlerinin aranmasına emir veriliyor. Nihayet 1948 senesinin başında (23 Ocak 1948’de), Üstad Said Nursî ve on beş kadar Nur talebesi Emirdağdan alınarak Afyon’a getirilir ve sorgularını müteakip tevkif edilirler. Ve diğer vilâyetlerdeki Nur talebeleri de tevkif edilerek Afyon’a celb [çekme] ediliyor. Böylece üçüncü medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] hayatı başlıyor.

676

Bediüzzaman’ın AfyonMahkemesi

Bediüzzaman, her girdiği hapisteki hapisleri irşad [doğru yol gösterme] eder; hapisteki bazı câniler, koyun gibi bir hâl [çözüm] alır. Hapiste dahi tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde bırakıldığı halde, hapishane bir Nur mektebi vaziyetine girer. Bunun için, girdiği hapishanelere “medrese-i Yusufiye[Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] der. Hattâ Denizli Hapishanesinde bir kısım gençler medrese-i Yusufiyeden [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] ayrılmak istemeyerek, “Bediüzzaman daha burada kalırsa, biz kendimizi suçlu gösterip ceza alacağız, ondan ayrılmayacağız. Risale-i Nur’dan ders alacağız…” demişlerdir.

Denizli Hapsinde Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] isimli eser telif [kaleme alma] edildikten sonra, hapishanede tesirli bir ıslahat müşahede ediliyor. Bu vaziyet, düşmanları dahi takdire sevk ediyor.

Risale-i Nur’un mahiyetini dikkat ve tefekkürle okuyarak anlayıp tahkikî bir imana sahip olan halis Nur talebeleri, ölümden, hapisten, zindandan ve hiçbir beşerî eza ve cefadan korkmazlar. Mukaddes Kur’ân ve iman hizmetiyle, vatan ve millet ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve beşeriyetin ebedî kurtuluşuna çalışırken, dinsizlerin duçar ettiği bir zulüm ve musibetle karşılaşırlarsa, asla fütur [usanç] ve ümitsizliğe düşmezler, hapislere iftihar ve memnuniyetle girerler. Onların tek bir istinad noktaları vardır. O da, sırf rıza-yı İlâhi için, ihlâsla, Kur’ân ve imana hizmetleridir. Mâsum ve mazlumların muhafızı Cenab-ı Haktır. Hiçbir mâniaya ehemmiyet vermeyerek, Risale-i Nur’u okumaya ve neşretmeye, kahraman Üstadları misil[benzer] feragatla çalışırlar. Bunun içindir ki, yirmi beş senelik müthiş bir istibdad-ı mutlak içinde Nurlara çalışan Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmetinde sarsılmamışlardır. “Zâhirde zararlı gibi görünen şeyler, hakikatte nimettir. Zahmette rahmet vardır. İman hizmeti uğrunda başımıza ne gelse hayırdır. Biz başımıza geleceği düşünmekle mükellef değiliz, hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ile mükellefiz. Biz,

677

Rabb-i Rahîmimizin [her bir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah] daima inayeti [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] altındayız. Ölsek şehidiz, kalırsak Kur’ân’ın hizmetkârıyız. İslâmiyet düşmanları bizi müebbed dünya hapsine de mahkûm etseler, bizler yine Risale-i Nur’un hizmetindeyiz” diye iman etmişler ve fakat sadece imanla kalmamışlar, bilfiil de amel etmişlerdir, meydandadır.

Bu dindar ve vefakâr millet, Bediüzzaman’ın doğruluk ve büyüklüğünü ve kahramanlığını bilerek ona o derece itimat etmiştir ki, onun aleyhinde ne propaganda yapılırsa yapılsın, inanmıyorlar. Bediüzzaman’a yapılan zulüm ve işkenceleri işittikçe, ona karşı kalblerinde daha ziyade bir sevgi ve bağlılık husule [meydana gelme] gelmektedir. Ve diyorlar ki: “Bediüzzaman gibi bir din kahramanını ve öyle büyük ve mübarek bir zâtı hapislere koymak, onun eserlerinin serbest okunmasına mani olmak, dini Anadolu’dan kaldırmaya çalışmanın ve İslâmiyeti yıkmaya çabalamanın bir ifadesidir” diye, komünist ve dinsizlerin yaptırdıkları işkence ve zulümlerin düşmanı kesiliyorlar. Bunun için, hükûmet, her işten evvel hükûmet aleyhinde çevrilen bu plânı akîm [neticesiz] bırakmak için, Bediüzzaman’ı tamamen serbest bırakması lâzımdır. Yoksa, Bediüzzaman ezildikçe, halk, hükûmet aleyhtarıHaşiye olacaktır. Din, vatan ve milletin selâmeti namına bu hakikati ihbar etmeyi bir vecibe biliyoruz.

Evet, Bediüzzaman, 1944’de Denizli Mahkemesinde beraat ettiği halde, Afyon vilâyetine bağlı Emirdağ kazasında ikamete memur ediliyor. Orada, kendi âhireti ve Risale-i Nur’la meşgul olurken, 1948 senesinde, gizli din düşmanları, yapılan zulümler az geliyormuş gibi aynı nakarat ile “Gizli cemiyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çeviriyor, ihtiyarladıkça artan enerjisiyle, kuvvetiyle, rejimi yıkmaya çalışıyor. Mustafa Kemal’e İslâm Deccalı, Süfyan [âhirzamanda gelip İslâm dinini yıkmak için çalışacak olan dinsiz ve münafık şahıs] diyor” gibi bir sürü bahanelerle, elli Risale-i Nur talebesiyle birlikte Afyon Ağır Ceza Mahkemesine sevk ediliyor ve hapse konuluyor.

678

Yapılan derin ve uzun tahkikat [araştırma, inceleme] neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne olduysa oldu, ne yaptılarsa yaptılar. Nihayet, mahkeme, “güya kanaat-i vicdaniye ile”, Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik [dikkatli] bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor. Diğerlerini de, “Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derunî [içyüz] boşluğu doldurmak için Risale-i Nur’u okumuşlar” diye beraat veriyor. Hüküm alanları da, “Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler” diye cezalandırıyor. Hükmü derhal infaz edip hepsini tevkif ediyorlar.

Tabiî, mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] kısa bir zamanda tetkikatını bitirerek, “Madem Bediüzzaman Said Nursî Denizli Mahkemesinde aynı suçtan beraat etmiş. Denizli Mahkemesinin kararı hatâlı da olsa, Temyizin tasdikinden geçen bir dâvâ tekrar taht-ı muhakemeye [yargılama] alınamaz” diye, verilen mahkûmiyet kararını esastan bozuyor. Bunun üzerine yeniden mahkeme başlıyor. Maznunlardan ne istedikleri soruluyor. O, tamamen mâsum olan Nur talebeleri, Temyiz Mahkemesinin [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] kararına uyulmasını istiyorlar. Afyon Mahkemesi, Temyizin kararına uyulup uyulmayacağını uzun uzadıya düşünüyor. Nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da, noksanların ikmali [tamamlama] için çalışmaya başlıyor. Fakat, bu çalışma bir türlü tamamlanmıyor ve muhakeme mütemadiyen tâlik [sonraya bırakma] ediliyor. Bediüzzaman ve talebeleri, hüküm kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etmeden verilen ceza müddetini hapishanede geçirdikten sonra tahliye edilmişlerdir. Yukarıda anlatıldığı veçhile, [yön] mahkeme, üç seneden beri uzatılmaktadır.Haşiye [dipnot]

Milyarlar defa yazıklar olsun ki, vatana, millete ve gençliğimize ve âlem-i İslâma [İslâm âlemi] en mukaddes iman hizmetini yapan, beşerin bütün mânevî ihtiyacını karşılayacak derecede harikulâde ve muazzam eserler veren bu dâhi ve misilsiz [benzer] zat, mahkemelerden mahkemelere sürüklenmede, hapishaelerde çürütülmeye çalışılmaktadır.

Bediüzzaman, yirmi senede olduğu gibi, şu üç-dört senede de o kadar emsalsiz bir işkenceye maruz kalmıştır ki, tarihte hiçbir ilim adamına bu kadar câniyane

679

bir suikast yapılmamıştır. Denizli hapsinde bir ayda çektiği sıkıntıyı, Afyon’da bir günde çekmiştir. Kendisine, bütün bütün kanunsuz muameleler yapılmıştır. Hapishanede tam yirmi ay, kışın, çok soğuk olan gayr-ı muntazam bir koğuş içinde yalnız bırakılarak, tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde imha olmasına intizar [bekleme] edilmiştir. Kışın en şiddetli günlerinde, hapishane pencerelerinin iki milim buz tuttuğu zamanlarda zehir verilmiş, ihtiyar, çok hasta haliyle, aylarca ıztırap çektirilmiştir. Mübarek yatağında, bir taraftan bir tarafa dönemeyecek bir hale geldiği zamanlarda bile, hizmetine, bir talebesi olsun müsaade edilmemiştir. O korkunç şerait altında, kendi kendine ölüp gitmesi beklenmiştir. Hastalığı o kadar şiddetlenmiştir ki, günlerce, birşey yiyememiş ve gıdasız kalmış ve çok zayıf bir vaziyete gelmiştir. Böyle olduğu ve çok sıkı bir tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve tazyikat [baskılar] altında bulundurulduğu halde, Risale-i Nur’un telifinden [kaleme alma] geri kalmamış, her hapiste olduğu gibi, burada da gizli olarak eser telif [kaleme alma] etmiştir. Mahpuslar, gizli gizli Risale-i Nur’u elleriyle yazıp çoğaltmışlar ve hapishaneden dışarı da çıkararak neşrini temin etmişlerdir. Bediüzzaman hapiste olduğu günler dahi Risale-i Nur’un neşriyatı durmamış, perde altında yüz binlerce nüshaları eski yazı ile neşretmeye, Nur kahramanı Hüsrev gibi Nur talebeleri muvaffak olmuşlardır.

Hapishanede zehirlenerek ölüm döşeğinde iken, fırsat bulup ziyaretine varabilen bir talebesine şöyle demiştir: “Belki hayatta kalamayacağım. Bütün mevcudiyetim vatan, millet, gençlik ve âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğrunda feda olsun. Ölürsem dostlarım intikamımı almasınlar.”

Bediüzzaman’ın hapishaneye gelmesiyle çok müstefid [faydalanan, yararlanan] olan hapislerden birisi pencereden selâm verdiği zaman, “Sen Bediüzzaman’a neden selâm verdin? Neden onun penceresine bakıyorsun?” diyerek dayak atılmıştır. Çok mübarek ve çok sevgili Üstadlarının hasta ve çok elîm vaziyetinde gizlice fırsat bulup görüşmeye çalışan talebeleri, yakalandıkları zaman falakalara yatırılarak dayaktan geçirilmiştir. Fakat onlar bu mezalimden asla yılmamışlar, imandan ve izzet-i İslâmiyeden [İslâmın izzeti, şeref ve yüceliği] gelen bir salâbetle, [değerleri korumadaki ciddiyet, dayanıklılık] o zalimler vurdukça, onlar da her vuruluşlarında “Vur! Vur!” diye bağırmışlardır. “Düşmanın çizmesi boğazımıza bastığı zaman onun yüzüne tükür! Ruhun kurtulsun, cesedin ezilsin” hakikatini matbuat [basın, medya] lisanıyla da beyan eden Üstadları Bediüzzaman’a ittiba [tabi olma, uyma] etmişlerdir.

680

İşte, böyle türlü türlü işkence ve tazyikatlarla, [baskılar] gerek hapishane dahilinde, gerek haricinde hizmetini dahi yaptırmamaya çalışmışlardır. Dünyada hiçbir kimseye yapılmayan zulüm ve ihanet Bediüzzaman’a yapılmıştır. Nihayet 20 Eylül 1949 günü ceza müddetini hapishanede tamamlayarak tahliye edilmiştir. Bütün hapishanelerde hapisler resmî mesai saatlerinde tahliye edilirken, Afyon hapishanesinde de saat onda âdet iken, Bediüzzaman’ı fevkalâde bir tezahüratla karşılamaya hazırlanan halkın istikbaline mâni olmak için, şafak vakti ile sabah namazı arasında hapishaneden tahliye etmişlerdir.

ba

Bediüzzaman Hazretleri Afyon’da bir müddet ikamet etmiştir. Bu esnada cezasını çektiği ve Temyiz Mahkemesi [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] mahkûmiyet kararını tamamen lehine bozduğu halde, üç polise, kapısı önünde geceli gündüzlü nöbet beklettirilmiştir. Hapisten çıktığına pişman etmişler ve zulüm ve tazyikat [baskılar] devam ettirilmiştir. İki senelik ezici ve eritici bir hapisten çıktığı halde, hastalığını sormak için gelenler dahi yanına bırakılmamıştır. Tarihçe-i hayatında [hayat hikayesi] görüldüğü gibi, Rusya’da, Rus kumandanı ona serbestiyet verdiği halde, öz vatanında ve bu mübarek ve muazzez [aziz, değerli] millet-i İslâm [İslâm milleti] için herşeyini feda eden Bediüzzaman’ın bayram ziyaretine gelenler dahi, resmî memurlar tarafından ziyaretten men edilmiştir. Hattâ hizmetçisiyle konuşanlar görülünce, “Sen Bediüzzaman’ın hizmetçisiyle konuştun!” diye tazyikat [baskılar] yapılarak hüviyetleri tespit edilmiştir. Bütün böyle kanunsuzluklar, halkı Bediüzzaman’a bir kat daha yaklaştırmış, eserlerini arayıp bulmak hususunda âdetâ bir kamçı tesiri husule [meydana gelme] getirmiştir. Bediüzzaman aleyhinde propaganda yapan ve yaptıranlardan ise fersahlarca uzaklaştırmıştır. Bediüzzaman’a olan teveccüh-ü âmme [halkın ilgisi, sevgisi] kırılmaya çalışıldıkça, millet ve gençlik, hususan yüksek tahsil gençliğinin hürmet ve bağlılığı artmıştır. Bediüzzaman aleyhtarlığı yapıldıkça, bu bağlar perçinleşmiştir. Menfî propagandalardan maksat, milletin Bediüzzaman’a olan teveccühünü [ilgi] kırarak, şahsını çürütüp, Risale-i Nur’un neşriyatını durdurmaktır. Halbuki Risale-i Nur, müellifin [telif eden, kitap yazan] şahsıyla bağlı değildir. Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Risale-i Nur, başka eserlere benzemez. Risale-i Nur, başlı başına hüccet [delil] ve burhan [delil] hazinesidir, yani bizatihî burhan [delil] ve hüccettir. [delil] Risale-i Nur’u okuyan, müellifin [telif eden, kitap yazan] şahsına bakmaz; doğrudan doğruya eserin

681

içindeki hakikatlere, burhan [delil] ve delillere hasr-ı nazar [dikkati bir şey üzerinde toplama] eder. Bu ve daha birçok hakikatlere binaendir ki, Bediüzzaman’ın aleyhinde yapılan çok dehşetli resmî propagandalar dahi akîm [neticesiz] kalmıştır. Ve akîm [neticesiz] kalmaya da mahkûmdur.

Evet, bu millet-i İslâmiye, [İslâm milleti] vatan ve millete bu derece hadsiz istifade temin eden, Kur’ân ve iman hizmetini görülmemiş bir feragat-i nefisle ve fedakârlıklarla yapan bu büyük müellif [telif eden, kitap yazan] ve mütefekkirin, [düşünen] bu derece mahkemelerde sürüklendiğine, milyarlar teessüfler [eseflenme, üzülme] yağdırıyor. Vatan ve milletin maslahatı [amaç, yarar] namına haber veriyoruz ki, bu iş bir an evvel neticelendirilmeli ve muhakemelere son verilmelidir. Zira Bediüzzaman’ın yaptığı Kur’ânî hizmet, İslâm dünyası genişliğinde ve cihanşümul [dünya çapında, evrensel] bir çaptadır. Bediüzzaman Said Nursî hakkında takdim ettiğimiz gayet yüksek hakikatler ve gayet âli [yüce] kıymetler, delilsiz değildir, içinde mübalâğa yoktur. Şüphe edenler, henüz hayatta olan Bediüzzaman’ı yakından tanımakla ve Risale-i Nur’u sebat [kalıcı olma, sabit kalma] ve devamla ve niyet-i hâlisane [saf, temiz niyet] ile okumakla farkına varacaklardır ki, biz bu tarihçe-i hayatta [hayat hikayesi] naklettiğimiz hakikatleri ifade ederken, söz ve ifadelerimiz çok sönük olmuştur. Hem kendilerinin, ihlâsla, bizden ziyade idrak edecekleri kanaatleri, bütün beşeriyete ilân etmek iştiyakına [arzu, istek] da sahip olacaklardır.

Bütün dünya mahkemeleri, gizli din düşmanlarının yaptıkları ithamlara [suçlama] nazaran Bediüzzaman’ı mahkûm etmeye çalışsalar, o mahkemeler delile istinad ettikçe, Bediüzzaman’ı mahkûm edemezler!

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, İslâmiyet düşmanları tarafından zehirlemelerin hastalıklarıyla daimî yatak içersinde gün geçirmekte ve şöyle demektedir. “Kabir kapısını bekliyorum.” Fakat biz Cenab-ı Haktan bütün kudret ve kuvvetimizle dua ve niyaz ediyoruz ki, o büyük din kahramanına daha çok uzun ömürleri lütuf buyursun. Zira o gibi Kur’ân’ın fedai ve muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] bir hâdimine, o gibi yüksek bir dâhîye, o gibi büyük bir mütefekkire, [düşünen] o gibi bir hakikat kahramanına, o gibi nazirsiz [benzersiz] bir İslâm hakîmine, bütün âlem-i İslâm [İslâm âlemi] ve bütün cihan muhtaçtır.

ba

682

Bediüzzaman’ın Emirdağ ve Afyon Hayatını kendi kalemiyle belirten On Beşinci Rica, [ümit] Lem’alardan [parıltı] alınmış olup, buraya dercedilmiştir… [yerleştirme]

On Beşinci RicaHaşiye [ümit]

Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma, menzilde adeta bir haps-i münferit [tek başına hapis, hücre hapsi] ve bana çok ağır gelen tarassutlar [baskı ve gözetim altında tutma] ve tahakkümlerle [baskı] bana işkence vermelerinden, hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf [eseflenme, üzülme] ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim ve “Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata [hayat tarzı] müreccahtır” [tercih edilen] diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] imdada yetişti, kalemleri teksir [çoğalma] makinesi olan Medresetü’z-Zehra şakirtlerinin [öğrenci] ellerine yeni çıkan teksir [çoğalma] makinesini verdi. Birden, Nurun kıymettar mecmualarından her tanesi, bir kalemle beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata [fetihler, yayılmalar] başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti.

Bir miktar sonra, Risale-i Nur’un gizli düşmanları, fütuhat-ı Nuriyeyi [Nur risaleleriyle gerçekleştirilen fetihler] çekemediler, hükûmeti aleyhimize sevk ettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] tecellî etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri itibarıyla, müsadere edilen Nur Risalelerini [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] kemâl-i merak [merakın son derecesi] ve dikkatle mütalâa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine taraftar eyledi.

683

Tenkit yerine takdire başlamalarıyla Nur dershanesi çok genişlendi, maddî zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telâşlarımızı hiçe indirdi.

Sonra, gizli düşman münafıklar, hükûmetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif [bilgiler] dairesini, hem zabıtayı, hem Dahiliye Vekâletini [İçişleri Bakanlığı] evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikâtıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirtlerinin [öğrenci] faaliyetine tevakkuf [durağan olma] geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnatlarda bulundular, pek acip iftiraları işâaya [bir haberi yayma, duyurma] çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar.

Sonra, pek âdi bahanelerle, zemherîrin [22 Aralık’tan 31 Ocak’a kadar olan şiddetli kış dönemi] en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta, tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda [küçük askerî birlik] ateş varken, zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile bir hakikat kalbimde inkişaf [açığa çıkma] etti. Mânen, “Sen hapse medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] namı vermişsin. Hem Denizli’de, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı [fetihler, yayılmalar] gibi neticeler, size şekvâ [şikayet] yerinde binler şükrettirdi. Herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşaallah, bu üçüncü medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek. Ve hiddet ettiğin adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar hiddete lâyık

684

değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedîsiyle [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kabrin haps-i münferidine [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] girip daimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi [ilim ve din görevi] ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun” diye ruhuma ihtar edildi.

Ben de bütün kuvvetimle “Elhamdü lillâh” dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım, “Yâ Rabbi, [ey herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye eden ve idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım] onları ıslah eyle” diye dua ettim. Bu yeni hadisede, ifademde Dahiliye Vekâletine [İçişleri Bakanlığı] yazdığım gibi, on vecihle [yön] kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar, işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa [insaf sahibi kimseler] gösterdiler ki, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.

Ezcümle, bir ay bizi tecessüs [gizlice araştırma] eden memurlar birşey bahane bulamadıklarından, bir pusula yazıp ki, “Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş,” o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî [ehlileştirilmemiş, doğal ortamda yaşayan] ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârâne “Gel bunu imza et” demişler. O da demiş: “Tövbeler tövbesi olsun, bu acip yalanı kim imza edebilir?” Onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş.

İkinci bir nümune: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zat, atını, beni gezdirmek için vermiş. Ben de, rahatsızlığım için, teneffüs kastıyla, ekser günlerde, yazda bir iki saat gezerdim. O at ve araba sahibine elli liralık kitap vermeye söz vermiştim—tâ kaidem bozulmasın ve minnet altına girmeyeyim. Acaba bu işte hiçbir zarar ihtimali var mı? Halbuki, “O at kimindir?” diye, elli defa bizlerden hem vali, hem adliyeciler, hem zabıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hadise-i siyasiye [siyasî olay] ve âsâyişe temas eden bir vakıadır! Hattâ, bu mânâsız soruşların kesilmesi için, iki zat, hamiyeten, [din ve vatan gibi mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti] biri “At benimdir,” diğeri “Araba

685

benimdir” dedikleri için, ikisini de benimle beraber tevkif ettiler. Bu nümunelere kıyasen, çok çocuk oyuncaklarına seyirci olup gülerek ağladık ve anladık ki, Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] ilişenler maskara olurlar.

O nümunelerden lâtif [berrak, şirin, hoş] bir muhavere: [karşılıklı konuşma] Benim tevkif kâğıdımda sebep “emniyeti ihlâl” suçu yazıldığından, ben daha o pusulayı görmeden müddeiumuma [savcı] dedim: “Seni geçen gece gıybet ettim. Emniyet müdürü hesabına beni konuşturan bir polise, ‘Eğer bin müddeiumumî [iddia makamı, savcı] ve bin emniyet müdürü kadar bu memlekette emniyet-i umumiyeye [genel güvenlik] hizmet etmemişsem-üç defa-Allah beni kahretsin’ dedim.”

Sonra, bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahate ve üşümemeye ve dünyayı düşünmemeye muhtaç olduğum bir hengâmda, [ân, zaman] garazı ve kastı ihsas [hissettirme] eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde [üstünde] bu tehcir [bir topluluğu yurdundan çıkarma, sürgün etme] ve tecrit ve tevkif ve tazyike sevk edenlere, fevkalâde iğbirar [gücenme, kırgınlık] ve kızmak geldi. Bir inâyet, [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] imdada yetişti. Mânen kalbe ihtar edildi ki:

“İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, [zulmün tâ kendisi] ayn-ı adalet [adaletin ta kendisi] olan kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] büyük bir hissesi var.

“Ve bu hapiste yiyecek rızkın var; o rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele [karşılama; karşılık verme] lâzım.

“Hikmet ve rahmet-i Rabbâniyenin [Allah’ın rahmeti, merhameti] dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevap kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır.

“Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar [af dileme] ve tevbe ile, nefsine ‘Bu tokada müstehak oldun’ demelisin.

“Hem gizli düşmanların desiseleriyle [hile, aldatma] bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] ve vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] memurları iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ile o zulme sevk etmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i

686

Nur’un o münafıklara vurduğu dehşetli mânevî tokatlar, senin intikamını onlardan almış. O, onlara yeter.

“En son hisse, bilfiil vasıta olan resmî memurlardır. Bu hisseye karşı, onların Nurlara tenkit niyetiyle bakmalarında, ister istemez, şüphesiz, iman cihetinde istifadelerinin hatırı için, وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ 1 düsturuyla [kâide, kural] onları affetmek bir ulüvvücenaplıktır.” [âlicenaplık, kerem ve cömertlik]

Ben de bu hakikatli ihtardan kemâl-i ferah [mükemmel bir rahatlık, huzur, neşe] ve şükürle, bu yeni medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] durmaya, hattâ aleyhimde olanlara yardım etmek için, kendime mucib-i ceza, [ceza gerektiren] zararsız bir suç yapmaya karar verdim. Hem benim gibi yetmiş beş yaşında ve alâkasız ve dünyada sevdiği dostlarından, yetmişten ancak hayatta beşi kalmış ve onun vazife-i Nuriyesini [Risale-i Nur vazifesi] görecek yetmiş bin Nur nüshaları bâki kalıp serbest geziyorlar ve bir dile bedel binler dil ile hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] yapacak kardeşleri, vârisleri [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] bulunan benim gibi bir adama, kabir bu hapisten yüz derece ziyade hayırlıdır. Ve bu hapis dahi, haricinde hürriyetsiz tahakkümler [baskı] altındaki serbestiyetten yüz derece daha rahat, daha faidelidir. Çünkü, haricinde, tek başıyla yüzer alâkadar memurların tahakkümlerini [baskı] çekmeye mukabil, hapiste yüzer mahpuslarla beraber, yalnız müdür ve başgardiyan gibi bir iki zâtın, maslahata [amaç, yarar] binaen hafif tahakkümlerini [baskı] çekmeye mecbur olur. Ona mukabil, hapiste çok dostlardan kardeşâne taltifler, [güzellikle muamele etmek] teselliler görür. Hem İslâmiyet şefkati ve insaniyet fıtratı bu vaziyette ihtiyarlara merhamete gelmesi, hapis zahmetini rahmete çeviriyor diye, hapse razı oldum.

Bu üçüncü mahkemeye geldiğim sırada, zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] ve ihtiyarlık ve rahatsızlıktan ayakta durmaya sıkıldığımdan, mahkeme kapısının haricinde, bir iskemlede oturdum. Birden bir hâkim geldi, hiddet etti, “Neden ayakta beklemiyor?” ihanetkârâne dedi. Ben de ihtiyarlık cihetinden bu merhametsizliğe kızdım. Birden baktım, pek çok Müslümanlar, kemâl-i şefkat [tam bir şefkat] ve uhuvvetle, [kardeşlik] merhametkârâne bakıp etrafımızda toplanmışlar, dağılmıyorlar. Birden iki hakikat ihtar edildi:

687

Birincisi: Benim ve Nurların gizli düşmanlarımız, benim istemediğim hakkımdaki teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmakla Nurun fütuhatına [fetihler, yayılmalar] sed çekilir diye, bazı safdil [saf kalbli, kolay aldanan] resmî memurları kandırıp, şahsımı millet nazarında çürütmek fikriyle, ihanetkârâne böyle muameleye sevk etmişler. Buna karşı inâyet-i İlâhiye, [Allah’ın inayeti, yardımı] Nurların iman hizmetine mukabil, bir ikram olarak, o birtek adamın ihanetine bedel bu yüz adama bak, hizmetinizi takdirle şefkatkârâne, [şefkat dolu] acıyarak, alâkadarâne sizi istikbal ve teşyî [uğurlama, vefat eden kişinin defnedilmesi] ediyorlar. Hattâ, ikinci gün, ben müstantık [mahkemede ilk ifadeyi alan sorgu hâkimi] dairesinde müddeiumumun [savcı] suallerine cevap verirken, hükûmet avlusunda, mahkeme pencerelerine karşı bin kadar ahali kemâl-i alâka [eksiksiz ilgi ve alâka] ile toplanıp lisan-ı hal [beden dili] ile “Bunları sıkmayınız” dediklerini, vaziyetleriyle ifade ediyorlar gibi göründüler. Polisler onları dağıtamıyordular. Kalbime ihtar edildi ki: Bu ahali, bu tehlikeli asırda tam bir teselli ve söndürülmez bir nur ve kuvvetli bir iman ve saadet-i bâkiyeye [sonsuz mutluluk, âhiret hayatı] bir doğru müjde istiyorlar ve fıtraten arıyorlar ve Nur Risalelerinde [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] aradıkları bulunuyor diye işitmişler ki, benim ehemmiyetsiz şahsıma, imana bir parça hizmetkârlığım için, haddimden çok ziyade iltifat gösteriyorlar.

İkinci hakikat: Emniyeti ihlâl vehmiyle bize ihanet etmek ve teveccüh-ü âmmeyi [halkın ilgisi, sevgisi] kırmak kastıyla tahkirkârâne, [hakaret eder şekilde] aldanmış mahdut [sınırlanmış] adamların bed [kötü, çirkin] muamelelerine mukabil, hadsiz ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve nesl-i âtinin [gelecek nesil] takdirkârâne [övgüyle] alkışlamaları var diye ihtar edildi.

Evet, komünist perdesi altında anarşistliğin emniyet-i umumiyeyi [genel güvenlik] bozmaya dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirtleri, [öğrenci] iman-ı tahkikî [araştırma ve incelemeye dayanan iman] kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müthiş ifsadı [bozma] durduruyor ve kırıyor, emniyeti ve âsâyişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette [çokluk] ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç dört mahkeme ve on vilâyetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş.

688

Ve üç vilâyetin insaflı bir kısım zabıtaları demişler: “Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır. Âsâyişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile, Nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”

Bunun bir nümunesi Denizli Hapishanesidir. Oraya Nurlar ve o mahpuslar için yazılan Meyve Risalesi [On Birinci Şuâ] girmesiyle, üç dört ay zarfında iki yüzden ziyade o mahpuslar öyle fevkalâde itaatli, dindarâne [dindarca] bir salâh-ı hal aldılar ki, üç dört adamı öldüren bir adam, tahta bitlerini öldürmekten çekiniyordu. Tam merhametli, zararsız, vatana nâfi [faydalı] bir uzuv olmaya başladı. Hattâ resmî memurlar bu hale hayretle ve takdirle bakıyordular. Hem daha hüküm almadan bir kısım gençler dediler: “Nurcular hapiste kalsalar, biz kendimizi mahkûm ettireceğiz ve ceza almaya çalışacağız, tâ onlardan ders alıp onlar gibi olacağız, onların dersiyle kendimizi ıslah edeceğiz.”

İşte bu mahiyette bulunan Nur talebelerini emniyeti ihlâl ile ittiham [suçlama] edenler, herhalde ve gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya bilerek veya bilmeyerek anarşistlik hesabına hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] edip bizleri eziyetlerle ezmeye çalışıyorlar. Biz bunlara karşı deriz:

“Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapanmıyor ve dünya misafirhanesinde yolcular gayet sür’at ve telâşla, kafile kafile arkasında toprak arkasına girip kayboluyorlar; elbette pek yakında birbirimizden ayrılacağız. Siz zulmünüzün cezasını dehşetli bir surette göreceksiniz. Hiç olmazsa mazlum ehl-i iman [Allah’a inanan] hakkında terhis tezkeresi olan ölümün, idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] darağacına çıkacaksınız. Sizin dünyada tevehhüm-ü ebediyetle [sonsuza kadar yaşayacağını sanmak] aldığınız fâni zevkler bâki ve elîm elemlere dönecek.”

Maatteessüf [ne yazık ki] gizli münafık düşmanlarımız, bu dindar milletin yüzer milyon velî makamında olan şehidlerinin, kahraman gazilerinin kanıyla ve kılıncıyla kazanılan ve muhafaza edilen hakikat-i İslâmiyete [İslâm hakikatleri, gerçekleri] bazan “tarikat” namını takıp ve o güneşin tek bir şuâı olan tarikat meşrebini [hareket tarzı, metod] o güneşin aynı gösterip, hükûmetin bazı dikkatsiz memurlarını aldatıp, hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] ve hakaik-i imaniyeye [iman hakikatleri, esasları]

689

tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarikatçi” ve “siyasî cemiyetçi” namını vererek aleyhimize sevk etmek istiyorlar. Biz, hem onlara, hem onları aleyhimizde dinleyenlere, Denizli mahkeme-i âdilesinde [adaletli mahkeme] dediğimiz gibi deriz:

“Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden [kutsal vazife] vazgeçmeyecekler inşaallah!” [Allah dilerse]

İşte, ihtiyarlığımın sezgüzeştliğinden gelen ağrılara ve meyusiyetlere, [ümitsiz] imandan ve Kur’ân’dan imdada yetişen kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] tesellilerle bu ihtiyarlığımın en sıkıntılı bir senesini, gençliğimin en ferahlı on senesine değiştirmem. Hususan hapiste farz namazını kılan ve tevbe edenin herbir saati on saat ibadet hükmüne geçmesiyle ve hastalıkta ve mazlumiyette dahi herbir fâni gün, sevap cihetinde on gün bâki bir ömrü kazandırmasıyla, benim gibi kabir kapısında nöbetini bekleyen bir adama ne kadar medar-ı şükrandır, [şükrü gerektiren] o mânevî ihtardan bildim, “Hadsiz şükür Rabbime” dedim, ihtiyarlığıma sevindim ve hapsime razı oldum. Çünkü ömür durmuyor, çabuk gidiyor. Lezzetle, ferahla gitse, lezzetin zevâli [batış, kayboluş] elem olmasından, hem teessüf, [eseflenme, üzülme] hem şükürsüzlükle, gafletle, bazı günahları yerinde bırakır, fâni olur, gider. Eğer hapis ve zahmetli gitse, zevâl-i elem [acı ve kederin sona ermesi] bir mânevî lezzet olmasından, hem bir nevi ibadet sayıldığından, bir cihette bâki kalır ve hayırlı meyveleriyle bâki bir ömrü kazandırır. Geçmiş günahlara ve hapse sebebiyet veren hatalara kefaret olur, onları temizler. Bu nokta-i nazardan, [bakış açısı] mahpuslardan farzı kılanlar, sabır içinde şükretmelidirler.

ba

690

Bediüzzaman Said Nursî’nin Afyon Mahkemesi

Afyon mahkemesini tertip ve iftiralarla açtıran gizli dinsizler, Bediüzzaman’ı idam [hiçlik, yokluk] etmek plânını çevirmişlerdir. Bu fevkalâde ehemmiyeti hâiz büyük müdafaat, böyle imhacı zalim dinsizlere karşı onun, ölümü hiçe sayarak haykırdığı hakikatlerdir. Neticede, temyiz mahkemesi [Yargıtay; yanlışı doğrudan ayıran yüksek mahkeme] mahkûmiyet kararını nakzetti. [bozma, yok sayma] Ve aynı mahkeme iki defa Bediüzzaman’a beraat verdi. Nihayet bütün Risale-i Nur Külliyatı ve beşyüze yakın mektuplar bilâkayd ü şart Bediüzzaman’a iade edildi.

ba

Büyük Müdafaatından Parçalar

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

On sekiz sene sükûttan sonra mecburiyet tahtında bu istida [dilekçe] mahkemeye ve sureti Ankara’ya makamata verilmişken, tekrar vermeye mecbur olduğum iddianameye karşı itiraznamemdir. [itiraz dilekçesi, yazısı]

Malûm olsun ki, Kastamonu’da üç defa menzilimi taharri [araştırma] etmek için gelen iki müddeiumumî [iddia makamı, savcı] ve iki taharri [araştırma] komiserine ve üçüncüde polis müdürüne ve altı yedi komiser ve polislere ve Isparta’da müddeiumumînin [savcı] suallerine ve Denizli ve Afyon mahkemelerine karşı dediğim ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] küçük bir müdafaanın hülâsasıdır. [esas, öz] Şöyle ki:

Onlara dedim: Ben, on sekiz, yirmi senedir münzevî yaşıyorum. Hem Kastamonu’da sekiz senedir karakol karşısında ve sair yerlerde dahi yirmi senedir daima tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaret altında kaç defa menzilimi taharri [araştırma] ettikleri halde, dünya ile, siyaset ile hiçbir tereşşuh, [sızma/sızıntı] hiçbir emârem görülmedi. Eğer bir karışık

691

halim olsaydı, oranın adliye ve zabıtası bilmedi veya bildi aldırmadı ise, elbette benden ziyade onlar mes’uldürler. Eğer yoksa, bütün dünyada kendi âhireti ile meşgul olan münzevîlere ilişilmediği halde, neden bana lüzumsuz, vatan ve millet zararına bu derece ilişiyorsunuz?

Biz Risale-i Nur şakirtleri, [öğrenci] Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Hem Kur’ân bizi siyasetten şiddetle men etmiş.

Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] karşı imanî olan hakikatlerle gayet kat’î ve en mütemerrid [inatçı] zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli burhanlarla [delil] Kur’ân’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.

Evvelâ: Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini, ehl-i gaflet [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] nazarında bir propaganda-i siyaset [siyaset propagandası] tevehhümüyle [kuruntu] cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlere ihanet etmemektir.

Sâniyen: [her şeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah] Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünkü tokada ve belâya müstehak ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşmüş bir iki dinsize müteallik, [alakalı, ilgili] yedi sekiz çoluk çocuk, hasta, ihtiyar, mâsumlar bulunur. Musibet ve belâ gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husûlü [meydana gelme] meşkûk [şüpheli] olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve âsâyişin zararına hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] karışmaktan şiddetle men edilmişiz.

Sâlisen: [saniyenin altmışta biri] Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi [sosyal hayat] bu acip zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zaruridir: “Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir.” Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye [sosyal hayat] baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir surette tesbit ve tahkim ederek, âsâyişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise, bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüz bin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şahittir. Demek  

692

Risale-i Nur’un, ekseriyet-i mutlaka [büyük çoğunluk] eczalarına ilişenler herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye [İslâmiyetin hâkimiyeti] hıyanet ederler. Risale-i Nur’un, yüz otuz risalelerinin bu vatana yüz otuz büyük faidesini ve hasenesini vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] ehl-i gafletin [âhirete ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar] sathî [sığ, yüzeysel] nazarlarında kusurlu tevehhüm [kuruntu] edilen iki üç risalenin mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] zararları çürütemez. Onları bunlarla çürüten, gayet derecede insafsız bir zalimdir…

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hadisede bazılarının dedikleri gibi derseniz, “Bu risalelerinle medeniyetimizi, keyfimizi bozuyorsun;” ben de derim: “Dinsiz bir millet yaşayamaz” dünyaca bir umumî düsturdur. [kâide, kural] Ve bilhassa küfr-ü mutlak [her açıdan inkârcılığa düşmek] olsa Cehennemden daha ziyade elîm bir azabı dünyada dahi verdiğini, Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberi gayet kat’î bir surette ispat etmiş. O risale ise, şimdi resmen tab [basma] edildi.

Bir Müslüman el-iyâzü billâh, [Allah korusun] eğer irtidat [dinden çıkmak] etse, küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] düşer; bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkte [inkârda, küfürde şüpheye düşme] kalmaz. Ecnebi dinsizleri gibi de olmaz. Ve lezzet-i hayat [hayatın lezzeti] noktasında, mâzi ve müstakbeli [gelecek] olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü, geçmiş ve gelecek mevcudatın [var edilenler, varlıklar] ölümleri ve ebedî müfarakatları, [ayrılık] onun dalâleti cihetiyle, onun kalbine mütemadiyen hadsiz firakları [ayrılık] ve elemleri yağdırıyor. Eğer iman gelse, kalbe girse, birden o hadsiz dostlar diriliyorlar. “Biz ölmemişiz, mahvolmamışız” lisan-ı halleriyle [beden dili] diyerek, o Cehennemî hâlet, [durum] Cennet lezzetine çevrilir.

Madem hakikat budur. Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risale-i Nur ile mübareze [karşı koyma] etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur.Haşiye [dipnot] O başka yere gider, yine tenvir [aydınlatma] eder. Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye [Kur’ân’ın hakikati] feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka [her açıdan inkârcılığa düşmek] eğmem ve bu hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem…

693

Elhasıl: [kısaca, özetle] Hayat-ı ebediyeyi [sonsuz âhiret hayatı] mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi [dünya hayatı] dehşetli bir zehire çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı [her açıdan inkârcılığa düşmek] otuz seneden beri köküyle kesen ve tabiiyyûnun dehşetli bir fikr-i küfrîlerini [Allah’ı inkâr etme düşüncesi] öldürmeye muvaffak olan ve bu milletin iki hayatının saadet düsturlarını [kâide, kural] harika hüccetleriyle [delil] parlak bir surette ispat eden ve Kur’ân’ın hakikat-i arşiyesine dayanan Risale-i Nur, böyle küçük bir risalenin bir iki maddesiyle değil, belki bin kusuru dahi olsa, onun binler büyük haseneleri onları affettirir diye dâvâ ediyoruz ve ispatına da hazırız…

Madem cumhuriyet prensipleri hürriyet-i vicdan [vicdan hürriyeti] kanunu ile dinsizlere ilişmiyor; elbette mümkün olduğu kadar dünyaya karışmayan ve ehl-i dünya [dünyada yaşayanlar] ile mübareze [karşı koyma] etmeyen ve âhiretine ve imanına ve vatanına dahi nâfi [faydalı] bir tarzda çalışan dindarlara da ilişmemek gerektir ve elzemdir. Bin seneden beri bu milletin gıda ve ilâç gibi bir hâcet-i zaruriyesi olan takvâyı ve salâhati [dindarlıkta çok ileri olma hali] bu mazhar-ı enbiya olan Asya’da hükmeden ehl-i siyaset [siyaset adamları, politikacılar] yasak etmez ve edemez biliyoruz.

Yirmi seneden beri münzevî yaşayan ve yirmi sene evvelki Said’in kafasıyla sorduğu bu suallerde bu zamanın tarz-ı telâkkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak, insaniyetin muktezasıdır. [bir şeyin gereği]

Vatan ve millet ve âsâyişin menfaati hesabına bunu da hatırlatmak bir vazife-i vataniyem olması cihetiyle derim: Böyle bize ve Risale-i Nur’a az bir münasebetle taht-ı tevkife alınmak, gücendirmek yüzünden vatana ve âsâyişe dindarâne [dindarca] menfaati bulunan pekçok zâtları idare aleyhine çevirebilir, anarşiliğe meydan verir. Evet, Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaattar vaziyete girenler yüz binden çok ziyadedir. Hükûmet-i cumhuriyenin [cumhuriyet hükûmeti] belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli ve müstakimâne [doğru ve düzgün] bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.

Şekvâmızı [şikayet] dinlemeyen ve bizi söyletmeyen ve bahanelerle sıkıştıran bir kısım resmî adamlar, vatan aleyhinde anarşiliğe meydan açıyorlar diye kuvvetli bir vehim hatırımıza geliyor.

694

Hem maslahat-ı hükûmet namına derim: Madem Beşinci Şuâyı, hem Denizli, hem Ankara mahkemeleri tetkik edip ilişmemişler, bize verdiler. Elbette onu yeniden resmiyete koyup dedikodulara meydan açmamak, idarece zarurîdir. Biz o risaleyi, mahkemelerin ellerine geçmeden ve onu teşhirlerinden evvel gizlediğimiz gibi, Afyon hükûmet ve mahkemesi dahi onu medar-ı sual [soru sebebi] ve cevap etmemeli. Çünkü kuvvetlidir, reddedilmez. Kablelvuku haber vermiş, doğru çıkmış. Hem hedefi dünya değil; olsa olsa, ölmüş gitmiş bir şahsa, müteaddit [bir çok] mânâlarından bir mânâsı muvafık geliyor. Onun dostluğu taassubuyla o gaybî ihbarı ve mânâyı resmiyete koymamayı ve bizi onunla muaheze etmekle daha ziyade teşhirine yol açmamayı, vatan ve millet ve âsâyiş ve idare hesabına ihtar etmeye vicdanım beni mecbur eyledi.

Bu meselede şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ân’a bağlanmış ve Kur’ân dahi Arş-ı Âzamla [Allah’ın büyüklük ve yüceliğinin ve herşeyi kuşatan sınırsız egemenliğinin tecelli ettiği yer] bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün? Hem memlekete maddî ve mânevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla [işaretler] ve İmam-ı Ali radıyallahu anhın üç keramet-i gaybiyesiyle [Allah’ın bir ikramı olarak gelecekle ilgili haber verme işlemi] ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) kat’î ihbarıyla tahakkuk [gerçekleşme] etmiş olan Risale-i Nur; bizim âdi ve şahsî kusurlarımızla mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem mânevî, telâfi edilmeyecek derecede zararı olacak.

Risale-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle [şeytanlık] çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah [Allah dilerse] bozulacaklar. Onun şakirtleri [öğrenci] başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmazlar, vazgeçirilmezler, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] mağlûp edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’ân bizi men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü [ilgi] kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler [öğrenci] Şeyh Said ve Menemen hadiseleri gibi, cüz’î [ferdî, küçük] ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet-i kat’iye derecesinde onlara zulmedilse elbette gizli zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.

695

Elhasıl, [kısaca, özetle] madem biz ehl-i dünyanın [dünyada yaşayanlar] dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize ve imanî hizmetimize bu derece ilişmesinler.

Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî, berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhâya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır…

Ben, sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünkü ben kabir kapısında, yetmiş beş yaşındayım. Böyle mazlum ve mâsum bir iki sene hayatı şehadet mertebesiyle değiştirmek, benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle [delil] kat’î imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer zâhirî idam [hiçlik, yokluk] da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat, siz ey gizli düşmanlar ve zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle sebepsiz meşgul eden insafsızlar! Kat’î biliniz ve titreyiniz ki, siz idam-ı ebedî [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ile ebedî mahkûm oluyorsunuz. İntikamımız sizden pek çok muzaaf [kat kat] bir surette alınıyor görüyoruz. Hattâ size acıyoruz. Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatinin elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun idamından kurtulmak çaresi, insanların her meselesinin fevkinde [üstünde] en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurîsi [yaratılıştan gelen zorunlu ihtiyaç] ve kat’îsidir. Acaba, bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirtlerini [öğrenci] ve o çareyi binler hüccetlerle [delil] bulduran Risale-i Nur’u âdi bahanelerle ittiham [suçlama] edenler ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem [itham olunan, kendisinden şüphe edilen] oluyor, divaneler de anlar…

Bundan otuz sene evvel, Cenâb-ı Hakkın [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] dünyanın muvakkat [geçici] şan u şerefinin ve enâniyetli hodfuruşluğunun, şöhretperestliğinin ne kadar faidesiz ve mânâsız olduğunu, hadsiz şükür olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle anlamış bir adamın o zamandan beri bütün kuvvetiyle nefs-i emmâresiyle [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] mücadele edip mahviyet [alçakgönüllülük]

696

etmek, benliğini bırakmak, tasannu [yapmacık] ve riyakârlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına, ona hizmet eden veya arkadaşlık edenler kat’î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi seneden beri herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] ve teveccüh-ü nas ve şahsını medh ü senâdan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçtığı ve hem has şakirtlerinin [öğrenci] onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] reddedip, o hâlis kardeşlerinin hatırını kırması ve yazdığı cevabî mektuplarında onun hakkındaki medihlerini [övgü] ve ziyade hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] kabul etmemesi ve kendini faziletten mahrum gösterip bütün fazileti Kur’ân’ın tefsiri olan Risale-i Nur’a ve dolayısıyla Nur şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat’î ispat ediyor ki, şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde, onun rızası olmadan bazı dostları uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] edip medhetmeleri, bir makam vermeleriyle, acaba hangi kanun ile medar-ı mes’uliyet olur ki, o bîçare hasta ve çok ihtiyar ve garibin münzevî odasına, büyük bir cinayet işlemiş gibi, kilidini kırıp taharri [araştırma] memurlarını sokmak, hem evradından [okunması âdet olan dualar] ve levhalarından başka bir bahane bulamamak, acaba dünyada hiç bir kanun, hiç bir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?

Vatana ve millete ve ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına [açığa çıkma, yayılma] ve komünistlerin neşriyatına serbestiyet kanunuyla ilişilmediği halde, üç mahkeme medar-ı mes’uliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan ve millet ve vatanın hayat-ı içtimaiyesini [sosyal hayat] ve ahlâkını ve âsâyişini temine yirmi seneden beri çalışan ve bu milletin hakikî bir nokta-i istinadı [dayanak noktası] olan âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] uhuvvetini [kardeşlik] ve bu millete dostluğunu iadeye ve o dostluğu takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] uleması tenkit niyetiyle, Dahiliye Vekilinin [İçişleri Bakanı] emriyle, üç ay tetkikten sonra, tenkit etmeyerek, tam kıymetini takdir edip “kıymettar eser” diye diyanet kütüphanesine [kitaplar] konulan Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] gibi ve—Kabr-i Peygamberî (aleyhissalâtü vesselâm) üzerinde alâmet-i makbuliyet olarak Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını hacılar gördükleri halde—Nur eczalarını evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermek, acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf buna müsaade eder mi?

697

 Afyon hükûmet ve zâbıtasına mahkemesinebirkaç nokta mâruzatım [arz edilen şey, istek, rica] [ümit] var

Birincisi: Ekser enbiyanın [nebiler, peygamberler] şarkta ve Asya’da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garpta [batı] ve Avrupa’da gelmeleri, kader-i ezeliyenin bir işaretidir ki, Asya’da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen, Asya’da hüküm süren, dindar olmazsa da din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.

İkincisi: Kur’ân-ı Hakîm [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. [düşünme duygusu] —El’iyâzübillâh—eğer Kur’ân küre-i arzın [yer küre, dünya] başından çıksa, arz divâne olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye [gezegen] çarpması, bir kıyamet kopmasına sebep olması akıldan uzak değildir.

Evet, Kur’ân Arşı ferş [yer] ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır; câzibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur’ân-ı Azîmüşşanın [şan ve şerefi büyük olan Kur’ân] hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlâhiye [Allah’ın kullarına verdiği nimet] ve sönmez bir mu’cize-i Kur’âniyedir. [Kur’ân mu’cizesi] Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki onu himaye etmek ve okunmasına teşvik etmek gerektir.

Üçüncüsü: Ehl-i imandan [Allah’a inanan] bütün gelenler, mâziye gidenlere mağfiret [bağışlama] dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim:

Mahkeme-i kübrâda, [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] milyarlar ehl-i iman [Allah’a inanan] olan dâvâcılar tarafından, Kur’ân hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki, ‘Serbestiyet kanunuyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârâne bakıp ilişmediğiniz halde, vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlâksızlıktan ve

698

vatandaşlarını ölümün idam-ı ebedîsinden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] kurtarmaya çalışan Risale-i Nur talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz’ diye sizlerden sorulsa ne cevap vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz.” Onlara demiştim. O zaman o insaflı, adaletli zâtlar bizi beraat ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler.

Dördüncüsü: Ben bekliyordum ki, ya Ankara ya Afyon beni sorguda, pek büyük mes’eleler için, Nurların o meselelere hizmeti cihetinde bir meşveret [danışma] dairesine alıp bir sual-cevap beklerdim. Evet, üç yüz elli milyon Müslümanların eski kardeşliğini ve muhabbetini ve hüsn-ü zannını [güzel düşünce] ve mânevî yardımlarını bu memleketteki millete kazandıracak çareleri bulmak ki, en kuvvetli çare ve vesile Risale-i Nur olduğuna delil şudur:

Bu sene Mekke-i Mükerremede gayet büyük bir âlim hem Hind lisanına, hem Arab lisanına Nurun büyük mecmualarını tercüme edip Hindistan’a ve Arabistan’a göndererek “En kuvvetli nokta-i istinadımız [dayanak noktası] olan vahdet [Allah’ın birliği] ve uhuvvet-i İslâmiyeyi [İslâm kardeşliği] temine çalıştığı gibi, Türk milletinin daima dinde ve imanda ileri olduğunu Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] gösteriyor” demişler.

Hem beklerdim ki, “Vatanımızda anarşiliğe inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] eden komünist tehlikesine karşı Nurların tesirleri ne derecededir ve bu mübarek vatan bu dehşetli seyelândan [akış] nasıl muhafaza edilecek?” gibi dağ misil[benzer] meselelerin sorulmasının lüzumu varken, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan ve hiçbir medar-ı mes’uliyet olmayan cüz’î [ferdî, küçük] ve şahsî ve garazkârların iftiralarıyla habbe, [dane, tohum] kubbeler [yarım küre şeklinde olan çatı] yapılmış meseleler için, bu ağır şerait altında hiç ömrümde çekmediğim bir perişaniyetime sebebiyet verildi. Bize üç mahkemenin sorduğu ve beraat verdiği aynı meselelerden ve âdi ve şahsî bir iki mesele için mânâsız sualler edildi.

Beşincisi: Risale-i Nur’la mübareze [karşı koyma] edilmez, o mağlûp olmaz. Yirmi seneden beri en muannid [inatçı] feylesofları susturuyor, iman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.

Altıncısı: Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlarıyla beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı âmmeden [umumun bakışı, genel bakış] düşürmek, Risale-i Nur’a zarar vermez, belki bir cihette kuvvet verir. Çünkü, benim bir fâni dilime bedel Risale-i Nur’un yüz bin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli  

699

lisanlarla o kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve küllî vazife-i Nuriyeyi, [Risale-i Nur vazifesi] şimdiye kadar olduğu gibi, kıyamete kadar devam ettirecekler.

Yedincisi: Sâbık [önceki, geçmiş] mahkemelerde dâvâ ettiğim ve hüccetlerini [delil] gösterdiğimiz gibi, bizim gizli düşmanlarımız ve hükûmeti iğfal [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] ve bir kısım erkânını [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] evhamlandıran ve adliyeleri aleyhimize sevk eden resmî ve gayr-ı resmî [resmi olmayan] muarızlarımız, [itiraz eden, karşı gelen] ya gayet fena bir surette aldanmış veya aldatılmış veya anarşilik hesabına gayet gaddar bir ihtilâlcidir veya İslâmiyet ve hakikat-i Kur’ân‘a [Kur’ân’ın hakikati] karşı mürtedâne [dinden çıkan] mücadele eden bir dessas [hilebaz, aldatıcı] zındıktır ki, bize hücum etmek için istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad[dinden dönme, dinden çıkma] mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlakaya medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, [gaflete düşürerek kandırma, aldatma] hem adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler. Onları Kahhâr-ı Zülcelâlin [haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye her zaman mutlak galip gelen ve kahretmeye gücü yeten Allah] kahrına havâle edip, kendimizi onların şerrinden muhafaza için حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 kal’asına [kale] iltica ederiz.

Sekizincisi: Geçen sene Ruslar, çoklukla hacıları hacca gönderip, onlarla propaganda yapıp, “Ruslar başka milletlerden ziyade Kur’ân’a hürmetkâr” diye, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] din noktasında bu vatandaki dindar millet aleyhine çevirmeye çalıştığı aynı zamanda, Risale-i Nur’un büyük mecmuaları hem Mekke-i Mükerremede, hem Medine-i Münevverede, hem Şam-ı Şerifte, [mübarek olan şehir; Şam şehri] hem Mısır’da, hem Halep’te âlimlerin takdirleri altında kısmen intişarıyla [açığa çıkma, yayılma] o komünist propagandasını kırdığı gibi, âlem-i İslâma [İslâm âlemi] gösterdi ki, Türk milleti ve kardeşleri eskisi gibi dinine ve Kur’ân’ına sahiptir ve sair ehl-i İslâmın [Müslümanlar] dindar büyük bir kardeşi ve Kur’ân hizmetinde kahraman kumandanıdır diye o ehemmiyetli, kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] merkezlerde o Nur mecmuaları bu hakikati gösterdiler. Acaba Nurun bu kıymettar hizmet-i milliyesi [milli hizmet] bu tarz işkencelerle mukabele [karşılama; karşılık verme] görse, zemini hiddete getirmez mi?

700

Dokuzuncusu: Denizli müdafaatında izahı ve ispatı bulunan bir meselenin kısacık bir hülâsasıdır. [esas, öz]

Bir dehşetli kumandan dehâ ve zekâvetiyle [zeki oluş] ordunun müsbet [isbat edilmiş, sabit] hasenelerini kendine alıp ve kendinin menfî seyyielerini [günah] o orduya vererek, o efrad [bireyler] adedince haseneleri, gazilikleri bire indirdiği ve seyyiesini [günah] o ordu efradına [bireyler] isnad ederek onların adedince seyyieler [günah] hükmüne getirdiğinden, dehşetli bir zulüm ve hilâf-ı hakikat [gerçeğe aykırı] olmasından, ben kırk sene evvel beyan ettiğim bir hadîsin o şahsa vurduğu tokada binaen, sâbık [önceki, geçmiş] mahkemelerimizde bana hücum eden bir müddeiumumîye [savcı] dedim: “Gerçi onu hadîslerin ihbarıyla kırıyorum, fakat ordunun şerefini muhafaza ve büyük hatalardan vikaye [koruma] ederim. Sen ise, birtek dostun için, Kur’ân’ın bayraktarı ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] kahraman bir kumandanı olan ordunun şerefini kırıyorsun ve hasenelerini hiçe indiriyorsun” dedim. İnşâallah, o müddeî [iddia sahibi] insafa geldi, hatâdan kurtuldu.

Onuncusu: Adliyede, adalet hakikati ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki, İmam-ı Ali (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmuşlar. Hem bir adliye reisi, bir memuru kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun o zalim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakikada o memuru azletti. Hem çok teessüf [eseflenme, üzülme] ederek dedi: “Şimdiye kadar adalet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pek çok zulmetmişler.”

Evet, “Hükm-ü kanunu icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez; etse zalim olur. Hattâ, kısas [ödeşmek, hakkını almak] cezası da olsa, hiddetle katletse, bir nevi kàtil olur” diye, o hâkim-i âdil [adaletle iş gören hükmedici, adaletli hükümdar] demiş.

İşte, madem mahkemede böyle hâlis ve garazsız [başka bir niyet taşımaksızın] bir hakikat hükmediyor. Üç mahkeme bizlere beraat verdiği ve bu milletin yüzde—bilseler—doksanı, Nur talebelerinin zararsız olarak millete ve vatana menfaatli olduklarına pekçok emârelerle şehadet ettikleri halde, burada o mâsum ve teselliye ve adaletin iltifatına

701

çok muhtaç Nur talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk hiddetli muameleler yapılıyor. Biz her musibete ve ihanetlere karşı sabra ve tahammüle karar verdiğimizden, sükût edip Allah’a havale ederek, “Belki bunda da bir hayır vardır.” dedik. Fakat evham yüzünden ve garazkârların jurnalleriyle [ihbar] bu bîçare mâsumlara böyle muameleler, belâların gelmesine bir vesile olacağından korktum, bunu yazmaya mecbur oldum. Zaten bu meselede bir kusur varsa benimdir. Bu bîçareler, sırf imanları ve âhiretleri için bana rıza-yı İlâhî [Allah rızası] dairesinde yardım etmişler. Pek çok takdire müstehak iken, böyle muameleler, hattâ kışı dahi hiddete getirdi.

Hem medar-ı hayrettir [hayret sebebi] ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini tekrar ileri sürüyorlar. Halbuki üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraat vermekle beraber, mâbeynimizde [ara] böyle medar-ı ittiham [suçlama sebebi] olacak hiçbir cemiyet, hiçbir emâre mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar [bilirkişi] bulmamışlar. Yalnız bir muallimin talebeleri ve dârülfünun [üniversite] şakirtleri [öğrenci] ve Kur’ân dersini veren hâfızın hıfza çalışanları gibi, Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var. Bunlara cemiyet namını veren ve onunla ittiham [suçlama] eden, bütün esnaf [sınıflar] ve mekteplilere ve vâizlere [nasihat veren] siyasî cemiyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben böyle asılsız ve mânâsız ittihamlarla [suçlama] buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum görmüyorum.

Yalnız, hem bu memleketi, hem âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] çok alâkadar eden ve maddî ve mânevî bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk [gerçekleşme] eden Risale-i Nur’u üç defa müdafaa ettiğimiz gibi, tekrar aynı hakikat ile müdafaamı men edecek hiçbir sebep yok ve hiçbir kanun ve hiçbir siyaset yasak etmez ve edemez.

Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her bir asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve hergün beş defa namazla o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle [tam bir saygı] alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ 1 kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin

702

efradındanız. [bireyler] Ve hususî vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkikî bir surette ehl-i imana [Allah’a inanan] bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve daimî ve berzahî [iki şey arasındaki geçiş yeri] haps-i münferitten [tek başına hapis, hücre hapsi] kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız [suçlama sebebi] olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmiyoruz. Ve dört mahkeme, inceden inceye tetkikten sonra, o cihette bize beraat vermiş.

ba

703

Evet, Nur şakirtleri [öğrenci] biliyorlar ve mahkemelerde hüccetlerini [delil] göstermişim ki, şahsıma değil bir makam, şan u şeref ve şöhret vermek ve uhrevî ve mânevî bir mertebe kazandırmak, belki bütün kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana [Allah’a inanan] bir hizmet-i imaniye [iman hizmeti] yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fâni makamatımı, belki—lüzum olsa—âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî bâki mertebeleri feda etmeyi, hattâ cehennemden bazı bîçare ehl-i imanları [Allah’a inanan] kurtarmaya vesile olmak için—lüzum olsa—Cenneti bırakıp Cehenneme girmeyi kabul ettiğimi hakikî kardeşlerim bildikleri gibi, mahkemelerde dahi bir cihette ispat ettiğim halde, beni bu ittihamla [suçlama] Nur ve iman hizmetime bir ihlâssızlık isnad etmekle ve Nurların kıymetlerini tenzil [indirme] etmekle, milleti onun büyük hakikatlerinden mahrum etmektir.

Acaba bu bedbahtlar dünyayı ebedî ve herkesi kendileri gibi dini ve imanı dünyaya âlet ediyor tevehhümüyle [kuruntu] dünyadaki ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] meydan okuyan ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] yolunda hem dünyevî hem-lüzum olsa-uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dâvâ ettiği gibi, bir tek hakikat-i imaniyeyi [iman gerçeği] dünya saltanatıyla değiştirmeyen ve siyasetten ve siyasî mânâsını işmam [hissetirme] eden maddî ve mânevî mertebelerden ihlâs sırrıyla bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül edip siyasete imanî meslek itibarıyla tenezzül etmeyen ve kendini nefsi itibarıyla talebelerinden çok aşağı bilen ve onlardan daima himmet [ciddi gayret] ve dua bekleyen ve kendi nefsini çok bîçare ve ehemmiyetsiz itikad [inanç] eden bir adam hakkında, bazı hâlis kardeşleri, Risale-i Nur’dan aldıkları fevkalâde kuvve-i imaniyeye mukàbil, onun tercümanı olan o bîçareye, tercümanlık münasebetiyle Nurların bazı faziletlerini hususî mektuplarında ona isnad etmeleri ve hiçbir siyaset hatırlarına gelmeyerek, âdete binaen, insanlar sevdiği âdi bir adama da “Sultanımsın, velînimetimsin” demeleri nev’inden yüksek makam vermeleri ve haddinden bin derece ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmeleri ve eskiden beri üstad ve talebeler mâbeyninde [ara] câri ve itiraz edilmeyen makbul bir âdetle teşekkür mânâsında pek fazla medh ü senâ etmeleri ve eskiden beri makbul kitapların

704

âhirlerinde mübalâğa ile medhiyeler ve takrizler yazılmasına binaen, hiç bir cihetle suç sayılabilir mi? Kimsesiz, garip ve düşmanları pek çok ve onun yardımcılarını kaçıracak çok esbab [sebebler] varken, insafsız çok muterizlere [itiraz eden] karşı sırf yardımcılarının kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye etmek ve kaçmaktan kurtarmak ve mübalâğalı [abartılı] medhedenlerin şevklerini kırmamak için, onların bir kısım medihlerini [övgü] Nurlara çevirip bütün bütün reddetmediği halde, onun bu yaşta ve kabir kapısındaki hizmet-i imaniyesini [iman hizmeti] dünya cihetine çevirmeye çalışan bazı resmî memurların ne derece haktan, kanundan, insaftan uzak düştükleri anlaşılır. Son sözüm, ﴾ لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّۤا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ 1 dur.

ba

 Afyon Mahkemesine ve Ağırceza Reisine beyan ediyorum ki:

Eskiden beri fıtratımda tahakkümü [baskı] kaldıramadığım için dünyaya karşı alâkamı kesmiştim. Şimdi o kadar mânâsız, lüzumsuz tahakkümler [baskı] içinde hayat bana gayet ağır gelmiş, yaşayamayacağım. Hapsin haricinde yüzler resmî adamların tahakkümlerini [baskı] çekmeye iktidarım yok. Bu tarz-ı hayattan [hayat tarzı] bıktım. Ben sizden bütün kuvvetimle tecziyemi [cezalandırma] talep ediyorum. Şimdi kabir elime geçmiyor. Hapiste kalmak bana lâzımdır. Makam-ı iddianın [iddia makamı] asılsız isnad ettiği suçlar, siz de bilirsiniz ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni mânen cezalandıracak, vazife-i hakikiyeye karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasipse, sorunuz, cevap vereyim.

Evet, büyük kusurlarımdan birtek suçum: Vatan ve millet ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi, dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine, şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.

Nur şakirtlerinin [öğrenci] hâlis ve sırf uhrevî Nurlara ve tercümanına karşı alâkalarına dünyevî ve siyasî cemiyet namını verip onları mes’ul etmeye çalışanların ne

705

kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç mahkemenin o cihetten bize beraat vermesiyle beraber deriz ki:

Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, [insanların sosyal hayatı] hususan millet-i İslâmiyetin [İslâm milleti] üssü’l-esası, [bir şeyin en temel unsuru, temel taşı] akrabalar içinde samimâne muhabbet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İslâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı, mânevî, fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini [sonsuz âhiret hayatı] kurtaran Kur’ân hakikatlerine ve nâşirlerine [neşreden, yayan, yayınlayan] sarsılmaz bir rabıta [bağ] ve iltizam [kabul etme, taraftarlık] ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] esasıyla temin eden bu rabıtaları [bağ] inkâr etmekle ve şimaldeki [kuzey] dehşetli anarşîlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet [yakınlık] ve milliyeti izale [giderme] eden ve medeniyet-i beşeriyeyi [insanlık medeniyeti] ve hayat-ı içtimaiyeyi [sosyal hayat] bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine [öğrenci] cemiyet namını verebilir. Onun için, hakikî Nur şakirtleri, [öğrenci] çekinmeyerek Kur’ân hakikatlerine karşı kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] alâkalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar [açığa çıkarma, gösterme] ediyorlar. O uhuvvet [kardeşlik] sebebiyle gelen her cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkemenizde hakikat-i hali [bir şeyin gerçek durumu] olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile, dalkavuklukla ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül etmiyorlar.

ba

706

 Afyon Mahkemesine, iddianameye karşı verilen

 itirazname tetimmesinin [ek] bir zeylidir [ek]

Evvelâ: Mahkemeye beyan ediyorum ki, iddianame Denizli ve Eskişehir mahkemelerimizdeki o eski iddianamelere ve aleyhimizde sathî [sığ, yüzeysel] ehl-i vukufların [bilirkişi] sathî [sığ, yüzeysel] tahkikatlarına [araştırma, inceleme] bina edildiğinden, mahkememizde dâvâ ettim ki: Bu iddianamenin yüz yanlışını ispat etmezsem, yüz sene cezaya razıyım. İşte o dâvâmı ispat ettim. Yüzden ziyade yanlışların cetvelini isterseniz takdim edeceğim.

Saniyen: [ikinci olarak] Ben Denizli Mahkemesinde, kitap ve evraklarımız Ankara’ya gittiği sırada, aleyhimizde hüküm verilecek diye telâş ve meyusiyetle [ümitsiz] beraber, arkadaşlarıma yazdım. Ve bazı müdafaatımın âhirinde bulunan o yazdığım parça şudur:

“Eğer Risale-i Nuru tenkid fikriyle tetkik eden adliye memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idam [hiçlik, yokluk] ile mahkûm etseler, şahit olunuz, ben hakkımı onlara helâl ediyorum. Çünkü biz hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek hizmet-i imaniyeyi [iman hizmeti] hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmaya mükellefiz.”

İşte, ey heyet-i hâkime, [hakimler heyeti, kurulu] bu hakikate binaen, Risale-i Nur’un cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez kuvvetli hüccetleri [delil] elbette mahkemede kalbleri kendine çevirmiş. Aleyhimde ne yapsanız ben hakkımı helâl ederim, gücenmem. Bunun içindir ki, eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ile bir eşedd-i istibdat tarzında, şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle çürütmekle damarıma dokundurulduğu halde tahammül ettim. Hattâ beddua da etmedim. Bize karşı bütün ittihamlara [suçlama] ve bütün isnad edilen suçlara karşı elinizdeki Risale-i Nur’un mecmuaları, benim mukabele [karşılama; karşılık verme] edilmez müdafaanamem ve cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] edilmez itiraznamemdirler. [itiraz dilekçesi, yazısı]

Medar-ı hayrettir [hayret sebebi] ki, Mısır, Şam, Halep, Medine-i Münevvere, Mekke-i Mükerreme allâmeleri [büyük âlim] ve Diyanet Riyasetinin [Diyanet İşleri Başkanlığı] müdakkik [dikkatli] hocaları o Nur mecmualarını

707

tetkik edip hiç tenkit etmeyerek takdir ve tahsin [beğenme, bir şeyin güzelliğini ilân etme] ettikleri halde, iddianameyi aleyhimize toplayan zekâvetli [zeki oluş] (!) zât, Kur’ân’ı, yüz kırk sûredir diye, acip ve pek zâhir bir yanlışıyla ne derece sathî [sığ, yüzeysel] baktığı ve Risale-i Nur bu ağır şerait içinde ve benim gurbet ve kimsesizliğim ve perişaniyetimde ve aleyhimde dehşetli hücumlarla beraber yüz binler ehl-i hakikate [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] kendini tasdik ettirdiği halde, daha Kur’ân’ın kaç sûresi var olduğunu bilmeyen o iddiacı zât, “Risale-i Nur Kur’ân’ın tefsirine ve hadîslerin te’viline çalışmasıyla beraber, bir kısmında okuyanlara birşey öğretme bakımından ilmî bir mâhiyet ve kıymet taşımadığı görülmektedir” diye tenkidi ne derece kanundan, hakikatten, adaletten ve haktan uzak olduğu anlaşılıyor.

Hem size şekvâ [şikayet] ediyorum ki, kırk sahifeli ve yüzer yanlışı bulunan ve kalblerimizi yaralayan iddianameyi tamamıyla bize iki saat dinlettirdiğiniz halde, ayn-ı hakikat [gerçeğin kendisi] bir buçuk sahifeyi ona karşı ısrarımla beraber iki dakika okumaya müsaade etmediğiniz için, ona mukàbil itiraznamemi [itiraz dilekçesi, yazısı] tamamıyla okumamı, adalet namına sizden istiyorum.

Salisen: [üçüncü olarak] Herbir hükûmette muhalifler var. Âsâyişe ilişmemek şartıyla, kanunen onlara ilişilmez. Ben ve benim gibi dünyadan küsmüş ve yalnız kabrine çalışanlar, elbette bin üç yüz elli senede, ecdadımızın mesleğinde ve Kur’ân’ımızın daire-i terbiyesinde ve her zamanda üç yüz elli milyon mü’minlerin takdis [Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma] ettiği düsturlarının [kâide, kural] müsaade ettiği tarzda hayat-ı bâkiyesine [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] çalışmayı terk edip, gizli düşmanlarımızın icbarıyla [zoraki, zorlama] ve desiseleriyle, [hile, aldatma] fâni ve kısacık hayat-ı dünyeviyesi [dünya hayatı] için, sefihâne [yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce] bir medeniyetin ahlâksızcasına, belki bir nevi bolşevizmde olduğu gibi vahşiyâne kanunlara, düsturlara [kâide, kural] tarafdar olup onları meslek kabul etmekliğimiz hiç mümkün müdür? Ve dünyada hiçbir kanun ve zerre miktar insafı bulunan hiçbir insan bunları onlara kabul ettirmeye cebretmez. Yalnız o muhaliflere deriz: Bize ilişmeyiniz, biz de ilişmemişiz.

İşte bu hakikate binaendir ki; Ayasofya’yı puthane ve Meşîhatı kızların lisesi

708

yapan bir kumandanın keyfî kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen taraftar değiliz. Ve şahsımız itibarıyla amel etmiyoruz. Ve bu yirmi sene işkenceli esaretimde eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] şahsıma edildiği halde siyasete karışmadık, idareye ilişmedik, âsâyişi bozmadık. Yüz binler Nur arkadaşım varken, âsâyişe dokunacak hiç bir vukuatımız kaydedilmedi. Ben şahsım itibarıyla hiç hayatımda görmediğim bu âhir ömrümde ve gurbetimde şiddetli ihanetler ve damarıma dokunduracak haksız muameleler sebebiyle yaşamaktan usandım. Tahakküm [baskı] altındaki serbestiyetten dahi nefret ettim. Size bir istida [dilekçe] yazdım ki, herkese muhalif olarak ben beraatimi değil, belki tecziyemi [cezalandırma] talep ediyorum ve hafif cezayı değil, sizden en ağır cezayı istiyorum. Çünkü, bu emsalsiz, acip muameleden kurtulmak için, ya kabre veya hapse girmekten başka çarem yok. Kabir ise, intihar caiz olmadığından ve ecel gizli olmasından şimdilik elime geçmediğinden, beş altı ay tecrid-i mutlakında [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] bulunduğum hapse razı oldum. Fakat, bu istidayı mâsum arkadaşlarımın hatırları için şimdilik vermedim.

Rabian: [dördüncü olarak] Benim bu otuz sene hayatımda ve yeni Said tabir ettiğim zamanımda bütün Risale-i Nur’da yazdıklarım ve şahsıma temas eden hakikatlerinin tasdikiyle ve benimle ciddî görüşen ehl-i insaf [insaf sahibi kimseler] zâtların ve arkadaşların şehadetleriyle iddia ediyorum ki: Ben nefs-i emmâremi [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] elimden geldiği kadar hodfuruşluktan, [kendi kendini beğenme] şöhretperestlikten, tefahurdan [gururlanma, övünme] men’e çalışmışım ve şahsıma ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] eden Nur talebelerinin belki yüz defa hatırlarını kırıp cerh [bir iddia ve fikri kabul etmeyip delillerle ispat ederek çürütme] etmişim. “Ben mal sahibi değilim. Kur’ân’ın mücevherat [kıymetli taşlar] dükkânının bir bîçare dellâlıyım” [davetçi, ilan edici] dediğimi hem yakın kardeşlerimin tasdikleriyle ve emârelerini görmeleriyle, ben, değil dünyevî makamatı ve şan ü şerefi şahsıma kazandırmak, belki mânevî büyük makamat faraza bana verilse de, fakat hizmetteki ihlâsıma nefsimin hissesi karışmak ihtimaline binaen korkarak o makamatı da hizmetime feda etmeye karar verdiğim ve fiilen de öylece hareket ettiğim halde, mahkeme-i âlinizden güya en

709

büyük bir siyasî mesele gibi, bana karşı bazı kardeşlerimin Nurdan istifadelerine mânevî bir şükran olarak ben kabul etmediğim halde, pederinden çok fazla hürmet etmesini medar-ı sual [soru sebebi] ve cevap yaptınız. Bir kısmını inkâra sevk ettiniz ve bize hayretle dinlettirdiniz. Acaba kendi razı olmadığı ve kendini lâyık bulmadığı halde başkaların onu medhetmeleriyle o bîçareye bir suç tevehhüm [kuruntu] edilebilir mi?

Hamisen: [beşinci olarak] Kat’îyen size beyan ediyorum ki, hiçbir cemiyetçilik ve cemiyetlerle ve siyasî cereyanlarla hiçbir alâkası olmayan Nur talebelerini, cemiyetçilik ve siyasetçilikle ittiham [suçlama] etmek, doğrudan doğruya kırk seneden beri İslâmiyet ve iman aleyhinde çalışan gizli bir zındıka komitesi ve bu vatanda anarşiliği yetiştiren bir nevi bolşevizm namına bilerek veya bilmeyerek bizimle bir mücadeledir ki, üç mahkeme cemiyetçilik cihetinde bütün Nurcuların ve Nur risalelerinin [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] beraatlerine karar vermişler. Yalnız Eskişehir Mahkemesi, tesettür-ü nisâ hakkında bir küçük risalenin birtek meselesini, belki bu gelen cümleyi, “Mesmuatıma [duyulanlar, işitilenler] göre, merkez-i hükûmette bir kundura boyacısı, çarşı içinde bir büyük adamın yarım çıplak karısına sarkıntılık edip o acip edepsizliği yapması tesettür aleyhinde olanın hayâsız yüzüne şamar vuruyor” diye eskiden yazılmış cümle sebebiyle, bir sene bana ve yüz yirmi adamdan on beş arkadaşıma altışar ay ceza verdiler. Demek, şimdi Risale-i Nur’u ve şakirtlerini [öğrenci] ittiham [suçlama] etmek, o üç mahkemeyi mahkûm etmek ve ittiham [suçlama] ve ihanet etmek demektir.

Sadisen: [altıncı olarak] Risale-i Nur ile mübareze [karşı koyma] edilmez. Onu gören bütün ulemâ-i İslâm [İslâm âlimleri] Kur’ân’ın gayet hakikatli bir tefsiri, yani hakikatlerinin kuvvetli hüccetleri [delil] ve bu asırda bir mu’cize-i mâneviyesi [mânevî mu’cize] ve şimalden [kuzey] gelen tehlikelere karşı bu millet ve bu vatanın bir kuvvetli seddi olduğundan, mahkemeniz bunun talebelerini bundan ürkütmek değil, belki hukuk-u âmme noktasında tergib [istek uyandırma, şevklendirme] etmek bir vazifeniz biliyoruz ve onu sizden bekliyoruz. Millete, vatana, âsâyişe muzır [zararlı] dinsizlerin

710

ve bazı siyasî zındıkların kitaplarına ve mecmualarına hürriyet-i ilmiye serbestiyetiyle ilişilmediği halde, mâsum ve muhtaç bir gencin imanını kurtarmak ve su-i ahlâktan kurtulmak için Nura talebe olması, elbette değil bir suç, belki hükûmet ve maarif [bilgiler] dairesi teşvik ve takdir edecek bir hâlettir. [durum]

Son sözüm: Cenâb-ı Hak, [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] hâkimleri adalet-i hakikiyeye [gerçek adalet] muvaffak etsin. Âmin deyip,

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1* نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ 2* اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * 3

dir.

ba

711

Son sözüm

Heyet-i hâkimeye [hakimler heyeti, kurulu] beyan ediyorum ki:

Hem iddianameden, hem uzun tecridlerimden anladım ki, bu meselede en ziyade şahsım nazara alınıyor ve şahsımı çürütmek maslahat [amaç, yarar] görülmüş. Güya şahsiyetimin idareye, âsâyişe, vatana zararı var. Ve ben de din perdesi altında dünyevî maksatlar güdüyormuşum, bir nevi siyaset peşinde koşuyormuşum. Buna karşı, size bunu kat’iyetle beyan ediyorum:

Bu evham yüzünden, benim şahsiyetimi çürütmek suretinde Risale-i Nur’a ve bu vatana ve bu millete fedakâr ve kıymettar olan şakirtlerini [öğrenci] incitmeyiniz. Yoksa bu vatana ve bu millete mânevî büyük bir zarar, belki bir tehlikeye vesile olur.

Bunu da size kat’iyen [kesinlikle] beyan ediyorum: Şahsıma tahkir [aşağılama] ve ihanet ve çürütmek ve işkence, ceza gibi ne gelse; Risale-i Nur’a ve şakirtlerine [öğrenci] benim yüzümden zarar gelmemek şartıyla, şimdiki mesleğim itibarıyla kabule karar vermişim. Bunda da âhiretim için bir sevap var. Ve nefs-i emmârenin [hazır zevke düşkün ve insanı kötülüğe sevk eden duygu] şerrinden kurtulmama bir vesiledir diye, bir cihette ağlarken memnun oluyorum. Eğer bu bîçare mâsumlar benimle beraber bu meselede hapse girmeseydiler, mahkemenizde pek şiddetli konuşacaktım. Siz de gördünüz ki, iddianameyi yazan, bin dereden su toplamak gibi, yirmi otuz senelik hayatımda, mahrem ve gayr-i mahrem bütün kitap ve mektuplarımdan, cerbezesiyle [akıl ve zekâyı doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şekilde kullanma] ve kısmen yanlış mânâ vermesiyle, güya umum onlar bu sene yazılmış, hiç mahkemeleri görmemiş, af kanunlarına ve mürur-u zamana [zaman aşımı, zamanın geçmesi] uğramamış gibi, onunla benim şahsımı çürütmek istiyor. Ben kendim, şahsımın çürük olduğunu yüz defa söylediğim ve aleyhimde olanlar her vesile ile yine şahsımı çürüttükleri halde, ehl-i siyaseti [siyaset adamları, politikacılar] evhamlandıracak derecede teveccüh-ü âmmeye [halkın ilgisi, sevgisi] karşı faide vermediğinin sebebi: İmanın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet şiddetli bir ihtiyac-ı kat’î ile bazı şahıslar lâzımdır ki, hakikati hiçbir şeye âlet etmesin, nefsine hiçbir hisse vermesin. Tâ ki, imana dair dersinden istifade edilsin, kanaat-i kat’îye gelsin.

712

Evet, hiçbir zaman, bu zeminde bu zaman kadar böyle bir ihtiyac-ı şedid [şiddetli ihtiyaç] olmamış gibidir. Çünkü tehlike hariçten şiddetle gelmiş. Şahsımın bu ihtiyaca karşı gelmediğini itiraf edip ilân ettiğim halde, yine şahsımın meziyetinden değil, belki şiddet-i ihtiyaçtan [ihtiyacın şiddeti] ve zâhiren başkalar çok görünmemesinden şahsımı o ihtiyaca bir çare zannediyorlar. Halbuki ben de çoktan beri buna taaccüp ve hayretle bakıyordum ve hiçbir cihetle lâyık olmadığım halde, dehşetli kusurlarımla beraber teveccüh-ü âmmenin [halkın ilgisi, sevgisi] hikmetini şimdi bildim. Hikmeti de şudur:

Risale-i Nur’un hakikati ve şakirtlerinin [öğrenci] şahs-ı mânevîsi, [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bu zaman ve zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendine çevirmiş. Benim şahsımın—hizmet itibarıyla binden bir hissesi ancak bulunduğu halde—o harika hakikatin ve o hâlis, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] şahsiyetin bir mümessili [temsilci] zannedip o teveccühü [ilgi] gösteriyorlar. Gerçi bu teveccüh [ilgi] hem bana zarar, hem ağır geliyor. Hem de hakkım olmadığı halde hakikat-i Nuriyenin ve şahsiyet-i mâneviyesinin [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] hesabına sükût edip o mânevî zararlara razı oluyordum. Hattâ İmam-ı Ali (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (k.s.) gibi bazı evliyanın ilham-ı İlâhî [Allah tarafından varlıklara verilmiş duygu] ile bu zamanımızda Kur’ân-ı Hakîmin [her âyet sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân] mu’cize-i mâneviyesinin [mânevî mu’cize] bir âyinesi [aynası] olan Risale-i Nur’un hakikatine ve hâlis talebelerinin şahs-ı mânevîsine [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] işaret-i gaybiye [geleceğe veya bilinmeyen bir olaya işaret] ile haber verdikleri içinde benim ehemmiyetsiz şahsımı o hakikate hizmetim cihetiyle nazara almışlar. Ben hata etmişim ki, onların şahsıma ait bir parçacık iltifatlarını bazı yerde te’vil edip Risale-i Nur’a çevirmemişim. Bu hatamın sebebi de, zaafiyetim [zayıflık, güçsüzlük] ve yardımcılarımı ürkütecek esbabın çoğaltılması ve sözlerime itimadı kazanmak için zâhiren şahsıma bir kısmını kabul etmiştim.

Size ihtar ediyorum! Fâni ve kabir kapısındaki çürük şahsımı çürütmeye ihtiyaç yok ve bu kadar ehemmiyet vermeye de lüzum yok. Fakat Risale-i Nur ile mübareze [karşı koyma] edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede [karşı koyma] millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini [öğrenci] dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına [torunlar] bu zamanda hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] muhafazası ve âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] nazarında eskisi gibi dindarâne [dindarca] kahramanlıkları

713

terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, [öğrenci] ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir âyinesi [aynası] olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve âsâyişe zarar vermeyeceklerdir.

Son sözüm,

فَاِنْ تَوَلَّوْ فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ * 1

ba

714

Bütün vekâletlere, Diyanet dairesine,

 Temyiz Riyasetine gönderilen bir istidadır [kabiliyet]

Haşirdeki mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir arzuhaldir. Ve dergâh-ı İlâhiyeye [Allah’ın yüce katı] bir şekvâdır. [şikayet] Ve bu zamanda Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] ve istikbaldeki nesl-i âti [gelecek nesil] ve dârülfünunların [üniversite] münevver [aydın] muallim ve talebeleri dahi dinlesinler. İşte bu yirmi üç senede yüzer işkenceli musibetlerden on tanesini, Âdil Hâkim-i Zülcelâlin [sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan ve herşeye hükmeden Allah] dergâh-ı adaletine [adalet kapısı] müştekiyâne [şikâyet eder gibi] takdim ediyorum.

Birincisi: Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. “Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir hakikate, yani Kur’ân hakikatine benim başım dahi feda olsun” diye bütün kuvvetimle Risale-i Nur’la çalıştım. Bütün zalimâne tâziplere [azap] karşı tevfik-i İlâhî [Allah’ın yardım ederek başarılı kılması] ile dayandım. Geri çekilmedim.

Ezcümle, bu Afyon hapsimde ve mahkememde başıma gelen çok gaddarâne muamelelerden birisi: Üç defa ve her defasında iki saate yakın, aleyhimizde garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ve müfteriyâne [iftira ederek] ittihamnameleri [suçlama] bana ve adaletten teselli bekleyen mâsum Nur talebelerine cebren dinlettirdikleri halde, çok rica [ümit] ettim, “Beş on dakika bana müsaade ediniz ki, hukukumuzu müdafaa edeyim.” Bir iki dakikadan fazla izin vermediler.

Ben yirmi ay tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] durdurulduğum halde, yalnız üç dört saat bir iki arkadaşıma izin verildi. Müdafaatımın yazısında az bir parça yardımları oldu. Sonra onlar da men edildi. Pek gaddarâne muameleler içinde cezalandırdılar. Müddeînin [iddia sahibi] bin dereden su toplamak nev’inden ve yanlış mânâ vermekle ve iftiralar ve yalan isnatlarla garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ve on beş sahifesinde seksen bir hatâsını ispat ettiğim aleyhimizdeki ittihamnamelerini [suçlama] dinlemeye bizi mecbur ettiler. Beni konuşturmadılar. Eğer konuştursalardı, diyecektim:

715

Hem dininizi inkâr, hem ecdadınızı dalâletle [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] tahkir [aşağılama] eden ve Peygamberinizi (a.s.m.) ve Kur’ân’ınızın kanunlarını reddedip kabul etmeyen Yahudî ve Nasranî ve Mecûsîlere, hususan şimdi bolşevizm perdesi altındaki anarşist ve mürted [dinden çıkan] ve münafıklaraHaşiye hürriyet-i vicdan, [vicdan hürriyeti] hürriyet-i fikir [düşünce özgürlüğü] bahanesiyle ilişmediğiniz halde; ve İngiliz gibi Hıristiyanlıkta mutaassıp, cebbar [zorba] bir hükûmetin daire-i mülkünde [hükümetin sahip olduğu alan, vatan sınırları] ve hâkimiyetinde, milyonlarla Müslümanlar her vakit Kur’ân dersiyle İngilizin bütün bâtıl akîdelerini [inanç] ve küfrî [inkârcılığa ait, inkâr ve inançsızlığa sebep olan iş, söz] düsturlarını [kâide, kural] reddettikleri halde, onlara mahkemeleriyle ilişmediği; ve her hükûmette bulunan muhalifler alenen fikirlerinin neşrinde, o hükûmetlerin mahkemeleri ilişmediği halde; benim kırk senelik hayatımı ve yüz otuz kitabımı ve en mahrem risale ve mektuplarımı, hem Isparta hükûmeti, hem Denizli Mahkemesi, hem Ankara Ceza Mahkemesi, hem Diyanet Riyaseti, [Diyanet İşleri Başkanlığı] hem iki defa, belki üç defa Mahkeme-i Temyiz [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] tam tetkik ettikleri ve onların ellerinde iki üç sene Risale-i Nur’un mahrem ve gayr-ı mahrem [gizli olmayan] bütün nüshaları kaldığı ve bir küçük cezayı icap [gerekli kılma] edecek birtek maddeyi göstermedikleri, hem bu derece zafiyetim ve mazlumiyetim ve mağlûbiyetim ve ağır şeraitle beraber iki yüz bin hakikî ve fedakâr şakirtlere [öğrenci] vatan ve millet ve âsâyiş menfaatinde en kuvvetli ve sağlam ve hakikatli bir rehber olarak kendini

716

gösteren Risale-i Nur’un elinizdeki mecmuaları ve dört yüz sahife müdafaatımız mâsumiyetimizi ispat ettikleri halde, hangi kanun ile, hangi vicdan ile, hangi maslahat [amaç, yarar] ile, hangi suç ile bizi ağır ceza ve pek ağır ihanetler ve tecritlerle mahkûm ediyorsunuz? Elbette mahkeme-i kübrâ-i haşirde sizden sorulacak!..

İkincisi: Beni cezalandırmak için gösterdikleri bir sebep, benim tesettür, irsiyet, [miras] zikrullah, [Allah’ı anmak] taaddüd-ü zevcat [birden fazla kadınla evlilik] hakkında Kur’ân’ın gayet sarih [açık] âyetlerine, medeniyetin itirazlarına karşı onları susturacak tefsirimdir.

On beş sene evvel Eskişehir Mahkemesine ve Ankara’ya Mahkeme-i Temyize [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] ve tashihe yazdığım ve aleyhimdeki kararnamemde yazdıkları bu gelen fıkrayı, [bölüm] hem haşirde mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] bir şekvâ, [şikayet] hem istikbalde münevver [aydın] ehl-i maarif [eğitimciler; ilim ve irfan [bilgi, anlayış] ehli olanlar] heyetine bir ikaz, hem iki defa beraatimizde insaf ve adaletle feryadımızı dinleyen Mahkeme-i Temyize, [Temyiz Mahkemesi, Yargıtay] el-Hüccetü’z-Zehrâ [Bediüzzaman Said Nursi’nin Afyon hapishanesinde iken kaleme aldığı ve iman hakikatlerinin anlatıldığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser] ile beraber bir nevi lâyiha-i temyiz, [mahkemelerce verilen bir kararın kanun ve usul yönünden incelenmesi için verilen dilekçe] hem beni konuşturmayan ve seksen hatâsını ispat ettiğimiz garazkârâne [garaz edercesine, kin tutarcasına] ittihamname [suçlama] ile beni iki sene ağırceza ve tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve iki sene başka yere nefiy [inkâr] ve göz nezareti hapsiyle mahkûm eden heyete, aynen o fıkra[bölüm] tekrar ediyorum:

İşte, ben de adliyenin mahkemesine derim ki: “Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların hayat-ı içtimaiyesinde [sosyal hayat] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve hakiki bir düstur-u İlâhîyi, [İlâhî prensip] üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin üç yüz senede geçmiş ecdadımızın itikadlarına [inanç] iktidaen [uyarak] tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rû-yi zeminde [yeryüzü] adalet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir” [bozma, yok sayma] diye bağırıyorum. Bu asrın sağır kulakları dahi işitsin! Acaba bu zamanın bazı ilcaâtının [mecburiyetler, zorlamalar] iktizasıyla [bir şeyin gereği] muvakkaten [geçici] kabul edilen bir kısım ecnebî kanunlarını fikren ve ilmen kabul etmeyen ve siyaseti bırakan ve hayat-ı içtimaiyeden [sosyal hayat] çekilen bir adamı, o âyâtın tefsirleriyle suçlu yapmakla, İslâmiyeti inkâr ve dindar ve kahraman bir milyar ecdadımıza ihanet ve milyonlarla tefsirleri ittiham [suçlama] çıkmaz mı?

717

Üçüncüsü: Mahkûmiyetime gösterdikleri bir sebep, emniyeti ihlâl ve âsâyişi bozmaktır. Pek uzak bir ihtimal ve yüzde, belki binde bir imkânla, hattâ uzak imkânatı vukuat yerinde koyup bazı mahrem risale ve hususi mektuplardan Risale-i Nur’un yüz bin kelime ve cümlelerinden kırk elli kelimesine yanlış mânâ vererek bir senet gösterip bizi ittiham [suçlama] ve cezalandırdılar.

Ben de bu otuz kırk senelik hayatımı bilenleri ve Nurun binler has şakirtlerini [öğrenci] işhad [şahid gösterme] ederek derim: İstanbul’u işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilâf atıp, hattâ Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek “itilâfçı”, “ittihatçı” fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunanın galebesine [üstün gelme] ve harekât-ı milliyenin [İstiklâl Savaşında savaşan güçlere verilen isim] mağlûbiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde Hutuvât-ı Sitte [altı adım anlamına gelen ve şeytanın altı desisesinin anlatıldığı Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinden biri] eserimi Eşref [en şerefli] Edib‘in [edebiyatçı] gayretiyle tab’ [baskı basma] ve neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idam [hiçlik, yokluk] tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara’ya kaçmayan ve esarette Rusun başkumandanının idam [hiçlik, yokluk] kararına ehemmiyet vermeyen ve Otuz Bir Mart Hadisesinde sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfîde, mahkemedeki paşaların “Sen de mürtecisin, şeriat istemişsin” diye suallerine karşı, idama beş para kıymet vermeyip, cevaben “Eğer meşrutiyet [meclise dayalı yönetim şekli] bir fırkanın istibdadından [baskı ve zulüm] ibaretse, bütün cin ve ins şahit olsun ki ben mürteciyim ve şeriatın birtek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” diyen ve o büyük zabitleri [subay] hayretle takdire sevk edip, idamını beklerken beraatine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken, onlara teşekkür etmeyerek “Zalimler için yaşasın Cehennem!” diye yolda bağıran ve Ankara’da divan-ı riyasette, [başkanlık divanı, makamı] Mustafa Kemal [fazilet, olgunluk] hiddetle ona dedi: “Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin.” Ona karşı, “İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduttur” diye kırk elli mebusun huzurunda söyleyen ve o  

718

dehşetli kumandan ona bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldıran ve altı vilâyet zabıtasınca ve hükûmetçe âsâyişin ihlâline dair birtek maddesi kaydedilmeyen ve yüz binlerle Nur şakirtlerinin [öğrenci] hiçbir vukuatı görünmeyen, yalnız bir küçük talebenin, haklı bir müdafaada küçük bir vukuatından başka hiçbir şakirdinden [talebe, öğrenci] bir cinayet işitilmeyen ve hangi hapse girmişse o mahpusları ıslah eden ve yüz binler Risale-i Nur’dan memlekette intişar [açığa çıkma, yayılma] etmekle beraber, menfaatten başka hiç bir zararı olmadıklarını yirmi üç senelik hayatının ve üç hükûmet ve mahkemelerin beraatler vermelerinin ve Nurun kıymetini bilen yüz bin şakirtlerinin [öğrenci] kavlen [söz] ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle ispat eden ve münzevî, mücerred, [bekar] garip, ihtiyar, fakir ve kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fâni şeyleri bırakıp, eski kusuratına [kusurlar] bir kefâret ve hayat-ı bâkiyesine [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] bir medar [kaynak, dayanak] arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden [şefkatin şiddeti] mâsumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için, kendisine zulüm ve tâzip [azap] edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında, “Bu ihtiyar münzevi âsâyişi bozar, emniyeti ihlâl eder. Ve maksadı dünya entrikalarıdır ve muhabereleri dünya içindir. Öyle ise suçludur” diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm edenler, elbette yerden göğe kadar suçludur, mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] hesabını verecekler!

Acaba bir nutuk ile, isyan eden sekiz taburu itaate getiren ve kırk sene evvel bir makalesiyle binler adamı kendine taraftar yapan ve mezkûr [adı geçen] üç dehşetli kumandanlara karşı korkmayan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete [doğru yoldan sapmak, inkârcılık, inançsızlık] teslim-i silâh [silâhın teslim edilmesi, mücadeleden vazgeçme] edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-i Kur’ân‘a [Kur’ân’ın hakikati] feda olan bu başımı zalimlere eğmem” diyen ve Emirdağı’nda beş on âhiret kardeşi ve üç dört hizmetçilerden başka kimse ile alâkadar olmayan bir adam hakkında, ittihamnamede, [suçlama] “Bu Said Emirdağı’nda gizli çalışmış,

719

âsâyişe zarar vermek fikriyle orada bir kısım halkları zehirlemiş. Yirmi adam da etrafında onu medhedip hususî mektuplar yazdıkları gösteriyor ki, o adam inkılâp [büyük çaplı yenilikler, değişimler yapma] ve hükûmet aleyhinde gizli bir siyaset çeviriyor” diyerek emsalsiz bir adavet [düşmanlık] ve ihanetlerle iki sene hapse sokmak ve hapiste tecrid-i mutlakla [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve mahkemede konuşturmamakla tâzip [azap] edenler ne derece haktan ve adaletten ve insaftan uzak düştüklerini vicdanlarına havale ediyorum.

Hiç mümkün müdür ki, böyle haddinden yüz derece ziyade teveccüh-ü âmmeye [halkın ilgisi, sevgisi] mazhar [erişme, nail olma] ve bir nutuk ile binler adamı itaate getiren ve bir makaleyle binlerle insanları İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) Cemiyetine iltihak [karışma, katılma] ettiren ve Ayasofya Camiinde elli bin adama takdirle nutkunu [konuşma] dinlettiren bir adam, üç sene Emirdağı’nda çalışsın, yalnız beş on adamı kandırsın ve âhiret işini bırakıp siyaset entrikalarıyla uğraşsın, yakın olduğu kabrine nurlar yerine lüzumsuz zulmetler doldursun. Hiç kàbil [gibi] midir? Elbette şeytan dahi bunu kimseye kabul ettiremez.

Dördüncüsü: Şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymediğimi mahkûmiyetime ehemmiyetli bir sebep göstermeleridir. Beni konuşturmadılar. Yoksa beni cezalandırmaya çalışanlara diyecektim ki:

Üç ay Kastamonu’da polisler ve komiser karakolunda misafir kaldım. Hiçbir vakit bana demediler, “Şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] başına koy.” Ve üç mahkemede şapkayı [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] başıma koymadığım ve başımı mahkemede açmadığım halde bana ilişmedikleri ve yirmi üç sene bazı dinsiz zalimlerin o bahaneyle bana gayr-ı resmî [resmi olmayan] çok sıkıntılı ve ağır bir nevi ceza çektirdikleri ve çocuklar ve kadınlar ve ekseri köylüler ve dairelerde memurlar ve bere giyenler şapka [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymeye mecbur olmadıkları ve hiçbir maddî maslahat, [amaç, yarar] giymesinde bulunmadığı halde, benim gibi bir münzevî, bütün müçtehidlerin ve umum şeyhülislâmların yasak ettikleri bir serpuşu [başa giyilen bir tür başlık, şapka] [alüminyum ve potasyum sülfatından meydana gelen renksiz madde] giymediğim bahanesiyle ve uydurmalar ilâvesiyle yirmi sene cezasını çektiğim ve libasa [elbise] ait mânâsız bir âdetle tekrar beni cezalandırmaya çalışan ve çarşıda, Ramazan’da, gündüzde rakı içip namaz kılmayanları “hürriyet-i şahsiye [şahsî hürriyet; kişisel özgürlük] var” diye kendine kıyas edip ilişmediği halde, bu derece şiddet ve tekrarla ve ısrarla beni kıyafetim için suçlandırmaya çalışan, elbette ölümün idam-ı ebedîsini [dirilmemek üzere sonsuz yok oluş] ve kabrin daimî haps-i münferidini [hücre hapsi; tek başına hapsedilme] gördükten sonra, mahkeme-i kübrâda [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] ondan bu hatâsı sorulacak.

720

Beşincisi: Otuz üç âyât-ı Kur’âniyenin tahsinkârâne [iyilik ve güzelliğini överek] işaretine mazhariyeti; ve İmam-ı Ali (Kerremallahu Vechehu) [cihet, yön, taraf] ve Gavs-ı Âzam (kuddise sırruhu) gibi evliyanın takdirlerini ve yüz bin ehl-i imanın [Allah’a inanan] tasdiklerini ve yirmi senede millete, vatana zararsız pek çok menfaatli bir mertebeyi kazandıran Risale-i Nur’u, sinek kanadı gibi bahanelerle, bazı riselelerinin müsaderesine, hattâ dört yüz sahife ve yüz bin adamın imanlarını kurtaran ve kuvvetlendiren Zülfikar, [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] Mu’cizât-ı Ahmediye [Hz. Muhammed’in mu’cizeleri] mecmuasını, eskiden yazılmış ve mürûr-u zaman [zamanın geçmesi] ve af kanunları görmüş iki âyetin tam haklı tefsirine dair iki sahifeyi bahane ederek, o pek çok menfaatli ve kıymettar mecmuanın müsaderesine sebep oldukları gibi, şimdi de Nurun kıymettar risalelerini, herbirisinden bin kelime içinde bir iki kelimeye yanlış mânâ vermekle, o bin menfaatli risalenin müsaderesine çalışıldığını, bu üçüncü iddianameyi işiten ve neşrettiğimiz kararnameyi gören tasdik eder. Biz dahi,

لِكُلِّ مُصِيبَةٍ: ﴿ إِنَّا لِلّٰهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ ﴾ * 1

حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ * 2

deriz.

Altıncısı: Nurun şakirtlerinden [öğrenci] bazılarının Nurlardan fevkalâde iman hüccetlerini [delil] ve sarsılmaz, aynelyakîn [gözle görerek kesin bilgi edinme] ulûm-u imaniyeyi [iman ilimleri] görüp istifade ettiklerinden, bu bîçare tercümanına bir nevi teşvik ve tebrik ve takdir ve teşekkür nev’inde ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] ile müfritâne [çok aşırıya kaçarak] methetmeleriyle [övme] beni suçlu gösterene derim:

Ben âciz, zayıf, gurbette, menfî, yarım ümmî, aleyhimde propaganda ile halkı benden ürkütmek hâleti [durum] içinde Kur’ân’ın ilâçlarından ve imanî ve kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hakikatlerinden dertlerime tam derman olarak kendime bulduğum zaman, bu millete ve

721

bu vatan evlâtlarına dahi tam bir ilâç olacağına kanaat getirdiğim için, o kıymettar hakikatleri kaleme aldım. Hattım pek noksan olmasından yardımcılara pek çok muhtaç iken, inayet-i İlâhiye [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bana sadık, has, metin [sağlam] yardımcıları verdi.

Elbette ben onların hüsn-ü zanlarını [güzel düşünce] ve samimâne medihlerini [övgü] bütün bütün reddetmek ve hatırlarını tekdir [azarlama] ile kırmak, o hazine-i Kur’âniyeden [Kur’ân hazinesi] alınan Nurlara bir ihanet ve adavet [düşmanlık] hükmüne geçer. Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye, onların âdi, müflis [iflas etmiş] şahsıma karşı medh ü senâlarını, asıl mal sahibi ve bir mânevî mu’cize-i Kur’âniye [Kur’ân mu’cizeleri] olan Risale-i Nur’a ve has şakirtlerinin [öğrenci] şahsiyet-i mâneviyesine [belli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik] çeviriyordum. “Benim haddimden yüz derece ziyade hisse veriyorsunuz” diye bir cihette hatırlarını kırıyordum. Acaba hiç bir kanun, müstenkif [kaçınan, çekimser] ve razı olmayan bir adamı başkaların onu methetmesiyle [övme] suçlu yapar mı ki, kanun namına hareket eden resmî memur beni suçlu yapıyor?

Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sahifesinde, “Âhirzamanın o büyük şahsı neslen Âl-i Beytten olacak. Biz Nur şakirtleri, [öğrenci] ancak mânevî Âl-i Beytten sayılabiliriz. Hem Nurun mesleğinde hiç bir cihette benlik, şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz. Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim” denmektedir diye kararnamede yazdıkları; ve yine kararnamede, yirmi ikinci ve üçüncü sahifesinde “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül [alçalma] ile dergâh-ı İlâhîye [Allah’ın yüce katı, makamı] iltica etmek ki, o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bîçare, âciz, kusurlu görüyorum. O halde, bütün halk beni medh ü senâ etse, beni inandıramazlar ki iyiyim, sahib-i kemâlim. [fazilet ve iyilik sahibi] Sizi bütün bütün kaçırmamak için, üçüncü hakikî şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve su-i hallerini söylemeyeceğim. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] inayetiyle, [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] en ednâ [basit, aşağı] bir nefer [asker] gibi, bu şahsımı esrar-ı Kur’âniyede [Kur’ân’daki sırlar] istihdam [çalıştırma] ediyor. Yüz bin şükür olsun. “Nefis cümleden  

722

edna, vazife cümleden âlâ” fıkrasını, [bölüm] kararname yazdığı halde, beni başka bir zâtların methiyle ve Risale-i Nur mânâsıyla büyük bir hidâyet edici vasfını vermekle beni suçlu yapanlar, elbette bu hatânın cezasını dehşetli çekmeye müstehak olurlar.

Yedincisi: Biz ve umum Nur Risaleleri, [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] Denizli ve Ankara ağırcezalarının ve Temyiz mahkemelerinin ittifakıyla beraat ettiğimiz ve umum risale ve mektuplarımızı bize iade ettikleri ve Temyizin bozma kararında, Denizli beraatinde faraza bir hatâ dahi olsa, o beraat ve hüküm kat’iyet kesb [elde etme, kazanma] etmiş; daha tekrar muhakeme edilmez” dedikleri halde, ben Emirdağı’nda üç sene münzevî ve iki üç terzi çırağı nöbetle bana hizmet ve pek nadir olarak beş on dakika bazı dindar zâtlardan başka zaruret olmadan konuşmayan ve tek bir yere Nurlara teşvik için haftada birtek mektuptan başka göndermeyen ve kendi müftü kardeşine üç senede üç mektuptan başka yazmayan ve yirmi otuz seneden beri devam eden telifini [kaleme alma] bırakan yalnız bütün ehl-i Kur’ân [Kur’ân ilmiyle uğraşanlar; Kur’âna bağlı olan mü’minler] ve imana menfaatli yirmi sahifelik iki nükte—biri [derin anlamlı söz] Kur’ân’daki tekrarların hikmetini, diğeri melekler hakkında—bazı mes’elelerden başka hiçbir risale daha telif [kaleme alma] etmeyen, yalnız mahkemelerin iade ettikleri risalelerin büyük mecmualar yapılmasına ve eski harfle tab [basma] edilen Âyetü’l-Kübrâ‘nın [en büyü delil; Risale-i Nur Külliyatı’ndan Yedinci Şuâ] beş yüz nüshası mahkeme tarafından bize teslim edildiğinden ve teksir [çoğalma] makinesi resmen yasak olmadığından, âlem-i İslâmın [İslâm âlemi] istifadesi fikriyle kardeşlerime neşir için teksirine [çoğalma] izin vererek onların tashihleriyle meşgul olan ve kat’iyen [kesinlikle] hiçbir siyasetle alâkadar olmayan ve memleketine gitmek için resmen izin verildiği halde, bütün menfîlere muhalif olarak, dünyaya ve siyasete karışmamak için sıkıntılı bir gurbeti kabul edip memleketine gitmeyen bir adam hakkında, bu üçüncü ittihamnamedeki [suçlama] asılsız isnatlar ve yalan bahisler ve yanlış mânâlar ile o adamı suçlu yapmaya çalışanda—şimdilik söylemeyeceğim—dehşetli iki mânâ hükmettiğini, bu yirmi ayda bana karşı muamelesi ispat ediyor. Ben de derim: Kabir ve sakar [cehennemin bir ismi] yeter; mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] havale ediyorum.

Sekizincisi: “Beşinci Şuâ”, iki sene Denizli ve Ankara mahkemelerinin ellerinde kalıp sonra bize iade ettiklerinden, Denizli Mahkemesinde beraatimizi  

723

netice veren müdafaatımla beraber “Sirâcü’n-Nur[nur lâmbası] âhirinde yazılmış. Gerçi evvelce mahrem tutuyorduk; fakat madem mahkemeler onu teşhir edip beraatle bize iade ettiler. Demek bir zararı yoktur diye teksirine [çoğalma] izin verdim. Ve o “Beşinci Şuânın” aslı, otuz kırk sene evvel yazılmış müteşabih [mânâsı açık olmayan, mânâları birbirine benzediği için anlaşılamayan ifade] hadîslerdir; fakat ümmette eskiden beri intişar [açığa çıkma, yayılma] eden bir kısmına gerçi bazı ehl-i hadîs [hadîs âlimleri, hadîs ilmiyle uğraşanlar] bir zaafiyet [zayıflık, güçsüzlük] isnad etmişler, fakat zâhirî mânâları medâr-ı itiraz [itiraz sebebi] olmasından, sırf ehl-i imanı [Allah’a inanan] şüphelerden kurtarmak için yazıldığı halde, bir zaman sonra onun harika te’villerinin bir kısmı gözlere göründüğü için biz onu mahrem tuttuk, tâ yanlış mânâ verilmesin. Sonra, müteaddit [bir çok] mahkemeler onu tetkik edip teşhirine sebep olmakla beraber, bize iade ettikleri halde, şimdi beni tekrar onunla suçlu yapmak ne kadar adaletten, haktan, insaftan uzak olduğunu, bizi kanaat-ı vicdaniye [vicdanî kanaat, vicdana ait fikir] ile mahkûm edenlerin vicdanlarına ve onları dahi mahkeme-i kübrâya [âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme] havale ederek, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ 1 deriz.

Dokuzuncusu: Çok mühimdir. Fakat bizi mahkûm edenlerin, Risale-i Nur’u mütalâalarının hatırı için, onları kızdırmamak fikriyle yazmadım.

Onuncusu: Kuvvetli ve ehemmiyetlidir. Fakat yine onları küstürmemek niyetiyle şimdilik yazmadım.Haşiye [dipnot]

ba

724

Bediüzzaman Said Nursî’nin Afyon hapishanesinde tecrid-i mutlakta [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] iken talebelerine yazdığı mektuplardan bazı kısımlar

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Sizi tâziye değil, belki tebrik ediyorum. Madem kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] bizi bu üçüncü medrese-i Yusufiyeye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] bir hikmet için sevk etti ve bir kısım rızkımızı bize burada yedirecek ve rızkımız bizi buraya çağırdı. Ve madem şimdiye kadar kat’î tecrübelerle عَسٰۤى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ 2 sırrına inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] bizi mazhar [erişme, nail olma] etmiş. Ve madem medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] yeni kardeşlerimiz herkesten ziyade Nurlardaki teselliye muhtaçtırlar ve adliyeciler, memurlardan ziyade Nur kaidelerine ve sair kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] kanunlarına ihtiyaçları var. Ve madem Nur nüshaları pek kesretle [çokluk] hariçteki vazifenizi görüyorlar ve fütuhatları [fetihler, yayılmalar] tevakkuf [durağan olma] etmiyor. Ve madem burada herbir fâni saat, bâki ibadet saatleri hükmüne geçer. Elbette biz bu hadiseden, mezkûr [adı geçen] noktalar için kemâl-i sabır [tam bir sabır] ve metanet [gayret, kararlılık] içinde mesrurâne [mutlu] şükretmemiz lâzımdır. Denizli hapsinde teselli için yazdığımız bütün o küçük mektupları size de aynen tekrar ederim. İnşaallah o hakikatli fıkralar [bölüm] sizi de mütesellî [teselli bulan] ederler.

Said Nursî

725

وَبِهِ نَسْتَعِينُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Benim şahsıma edilen eziyet ve ihanetlerden müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Çünkü Risale-i Nur’da bir kusur bulamıyorlar, onun bedeline benim ehemmiyetsiz ve çok kusurlu şahsımla uğraşıyorlar. Ben bundan memnunum. Risale-i Nur’un selâmetine ve şerefine binler şahsî elemler, belâlar, tahkirler [aşağılama] görsem, yine müftehirâne [iftihar ederek] şükretmek, Nurdan aldığım dersin muktezasıdır. [bir şeyin gereği] Ve onun için bana bu cihette acımayınız.

Saniyen: [ikinci olarak] Pek geniş ve şiddetli ve merhametsiz bu taarruz ve hücum, şimdilik yirmiden bire indi. Binler haslar yerinde birkaç zât ve yüz binler alâkadarlar bedeline mahdut [sınırlanmış] birkaç yeni kardeşleri topladılar. Demek inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] ile pek hafif bir surete çevrilmiş.

Salisen: [üçüncü olarak] İnâyet-i Rabbâniye ile, iki sene aleyhimizde plân çeviren sabık [daha önceden geçen] vali def oldu. Ve aleyhimizde pek ziyade evhamlandırılan Dahiliye Vekilinin, [İçişleri Bakanı] hemşehriliği ve nesilce cedleri ziyade dindarlık cihetiyle, bu dehşetli hücumu pek çok hafifleştirdiğine kuvvetli bir ihtimal var. Onun için meyus [ümitsiz] olmayınız ve telâş etmeyiniz.

Rabian: [dördüncü olarak] Pek çok tecrübelerle ve hadiselerle kat’î kanaat verecek bir tarzda, Risale-i Nur’un ağlamasıyla ya zemin titriyor veya hava ağlıyor. Gözümüzle çok gördüğümüz ve kısmen mahkemede dahi ispat ettiğimiz gibi, tahminimce bu kış emsalsiz bir tarzda, yaz gibi bidayette gülmesi, Risale-i Nur’un perde altında teksir [çoğalma] makinesiyle gülmesine ve intişarına [açığa çıkma, yayılma] tevafuku; ve her tarafta taharri [araştırma] ve müsadere endişesiyle tevakkufla [durağan olma] ağlamasına, birden bire kış dehşetli hiddeti ve ağlamasıyla tetabuku [uygunluk] kuvvetli bir emaredir ki, hakikat-i Kur’âniyenin [Kur’ân’ın hakikati] bu asırda parlak bir mu’cize-i kübrâsıdır, [büyük mu’cize] zemin ve kâinat onun ile alâkadar…

Said Nursî

726

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Garip ve lâtif [berrak, şirin, hoş] bir hâlimi beyan etmek lâzım geldi.

…Bir zaman meşhur bir allâmeyi, [büyük âlim] harbin müteaddit [bir çok] cephesinde cihada gidenler görmüşler, ona demişler. O da demiş: “Bana sevap kazandırmak ve derslerimden ehl-i imana [Allah’a inanan] istifade ettirmek için benim şeklimde bazı evliyalar benim yerimde işler görmüşler.” Aynen bunun gibi, Denizli’de camilerde beni gördükleri, hattâ resmen ihbar edilmiş ve müdür ve gardiyana aksetmiş. Bazıları telâş ederek, “Kim ona hapishane kapısını açıyor?” demişler. Hem burada dahi aynen öyle oluyor. Halbuki benim çok kusurlu, ehemmiyetsiz şahsiyetime pek cüz’î [ferdî, küçük] bir harika isnadına bedel, Risale-i Nur’un harikalarını ispat edip gösteren Sikke-i Gaybî Mecmuası yüz derece, belki bin derece ziyade Nurlara itimat kazandırır ve makbuliyetine [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] imza basar. [görme] Hususan Nurun kahraman talebeleri, hakikaten hârika halleri ve kalemleriyle imza basıyorlar.

Said Nursî

ba

727

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak [arzulu, aşırı istekli] yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet, tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor. Şimdi Hüsrev gibi Nur kahramanı size ihsan [bağış] edildi. İnşaallah bu medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] dahi, Medresetü’z-Zehra’nın bir mübarek dershanesi olacak. Ben şimdiye kadar Hüsrev’i ehl-i dünyaya [dünyada yaşayanlar] tam göstermiyordum, gizlerdim. Fakat neşredilen mecmualar, onu ehl-i siyasete [siyaset adamları, politikacılar] tamamıyla gösterdi, gizli birşey kalmadı. Onun için, ben hem o, daha gizlemek değil, lüzum ise aynı hakikat beyan edilecek. Fakat şimdilik karşımızda hakikati dinleyecekler içinde dehşetli ve tezahür etmiş iki muannid, [inatçı] hem zındık, hem komünist hesabına—biri Emirdağı’nda mâlum olmuş, biri de burada—gayet dessasâne, [hile yaparak, aldatarak] aleyhimizde iftiralarla memurları ürkütmeye çalışıyorlar. Onun için biz şimdilik çok ihtiyat [dikkat, tedbir] edip telâş etmemek ve inâyet-i İlâhiyenin [Allah’ın inayeti, yardımı] imdadımıza gelmesini tevekkülle beklemek lâzımdır.

Said Nursî

ba

728

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim

Ben hem Risale-i Nur’u, hem sizleri, hem kendimi, Hüsrev ve Hıfzı ve Bartınlı Seyyid’in kıymettar müjdeleriyle hem tebrik, hem tebşir [müjdeleme] ediyorum. Evet, bu sene hacca gidenler, Mekke-i Mükerremede Nurun kuvvetli mecmualarını büyük âlimlerin hem Arapça, hem Hintçe tercüme ve neşre çalışmaları gibi, Medine-i Münevverede dahi o derece makbul olmuş ki, Ravza-i Mutahharanın [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) kabri ile minberi arasındaki şerefli alan, saha] Makber-i Saadeti [Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek kabirleri] üstünde konulmuş. Hacı Seyyid, kendi gözüyle Asâ-yı Mûsâ [Hz. Mûsâ’nın asâsı, bastonu] mecmuasını kabr-i Peygamberî [Hz. Peygamberin mezar-ı şerifleri] (a.s.m.) üzerinde görmüş. Demek makbul-ü Nebevî [Peygamber Efendimizin kabulü] olmuş ve rıza-yı Muhammedî [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) rızası] aleyhissalâtü vesselâm dairesine girmiş. Hem niyet ettiğimiz ve buradan giden hacılara dediğimiz gibi, Nurlar bizim bedelimize o mübarek makamları ziyaret etmişler. Hadsiz şükür olsun, Nurun kahramanları bu mecmuaları tashihli olarak neşretmeleriyle, pekçok faidelerinden birisi de; beni tashih vazifesinden ve merakından kurtardığı gibi, kalemle yazılan sair nüshalara tam bir me’haz [kaynak] olmak cihetinde yüzer tashihçi hükmüne geçtiler. Cenâb-ı Erhamürrâhimîn [merhametlilerin en merhametlisi olan şeref ve azamet sahibi yüce Allah] o mecmuaların herbir harfine mukàbil onların defter-i hasenatlarına [sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter] bin hasene yazdırsın. Âmin, âmin, âmin.

Said Nursî

ba

729

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hapis arkadaşlarım,

Evvelâ: Sureten [görünüş itibarıyla] görüşmediğimizden merak etmeyiniz. Bizler mânen her zaman görüşüyoruz. Benim ehemmiyetsiz şahsıma bedel, Nurdan elinize geçen hangi risaleyi okusanız veya dinleseniz benim âdi şahsım yerine, Kur’ân’ın bir hâdimi haysiyetiyle, benimle o risale içinde sohbet edersiniz. Zaten ben de sizinle bütün dualarımda ve yazılarınızda ve alâkanızda hayalimde görüşüyorum ve bir dairede beraber bulunmamızdan her vakit görüşüyoruz gibidir.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu yeni medrese-i Yusufiyedeki [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] Risale-i Nur’un yeni talebelerine deriz: Kuvvetli hüccetlerle, [delil] hattâ ehl-i vukufu [bilirkişi] da teslime mecbur eden işârât-ı Kur’âniye [Kur’ân’ın işaretleri] ile “Nurun sadık şakirtleri [öğrenci] imanla kabre girecekler. Hem şirket-i mâneviye-i Nuriyenin [Risale i Nur hizmetleriyle alâkalı mânevî şirket, mânevî ortaklık] feyziyle, herbir şakirt [öğrenci] derecesine göre umum kardeşlerinin mânevî kazançlarına ve dualarına hissedar olur. Güya âdetâ binler dil ile istiğfar [af dileme] eder, ibadet eder.” Bu iki faide ve netice, bu acîp zamanda bütün zahmetleri, sıkıntıları hiçe indirir, pekçok ucuz olarak o iki kıymettar kârları sadık müşterilerine verir.

Said Nursî

ba

* بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Afyon müdafaanamesinin hem bize, hem bu Nurlara, hem bu memlekete, hem âlem-i İslâma [İslâm âlemi] alâkadar ehemmiyetli hakikatleri var. Herhalde bunu yeni hurufla [harfler] beş on nüsha çıkarmak lâzımdır, tâ Ankara makamatına gönderilsin. Bizi tahliye ve tecziye [cezalandırma] etseler de hiç ehemmiyeti yok. Şimdi vazifemiz, o müdafaattaki hakikatleri hem hükûmete, hem adliyelere, hem millete bildirmektir. Belki de kader-i İlâhînin [Allah’ın belirlediği kader programı] bizi bu dershaneye sevketmesinin bir hikmeti de budur. Mümkün olduğu kadar çabuk makine ile çıksın. Bizi bugün tahliye etseler, biz yine onu

730

bu makamata vermeye mecburuz. Sizi aldatıp tehir edilmesin. Artık yeter, aynı mesele için on beş senede üç defa bu eşedd-i zulüm [zulmün en şiddetlisi] ve bahaneler ve emsalsiz işkencelere karşı son müdafaamız olsun. Madem kanunen kendimizi müdafaa etmek için sabık [daha önceden geçen] mahkemelerde makineyi bize vermişler; burada o hakkımızı bizden hiç bir kanunla men edemezler. Eğer resmen çare bulmadınız ise, hariçten bizim avukat herşeyden evvel bunun makine ile beş nüshasını çıkarsın; hem sıhhatine çok dikkat edilsin.

Said Nursî

ba

731

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugün benim pencerelerimi mıhlamalarının [çivi] sebebi, mahpuslarla mürafaa [karşılıklı görüşme, mahkeme duruşması, yargılama] ve selâmlaşmamaktır. Zâhirde başka bahane gösterdiler. Hiç merak etmeyiniz. Bilâkis, benim ehemmiyetsiz şahsımla meşgul olup Nurlara ve talebelerine çok sıkıntı vermediklerinden, beni cidden ve kalben onların şahsımı ihanetler ve işkencelerle tazip [azap verme] etmeleri, Nurların ve sizlerin bedeline olduğu ve bir derece Nurlara ilişmemeleri cihetinde memnunum ve sabır içinde şükrederim. Merak etmiyorum; siz dahi hiç müteessir [etkileme, tesiri altında bırakma] olmayınız. Gizli düşmanlarımız memurların nazar-ı dikkatini şahsıma çevirmesinden, Nurların ve talebelerinin selâmet [huzur] ve maslahatları [amaç, yarar] noktasında bir inâyet [Allah’ın herşeyi düzen altına alıp saadet ve huzur veren sıfatı] ve bir hayır var diye kanaatim var. Bazı kardeşlerimiz hiddet edip dokunaklı konuşmasınlar. Hem ihtiyatla [dikkat, tedbir] hareket etsinler ve telâş etmesinler, hem herkese bu mes’eleden bahis açmasınlar. Çünkü, safdil [saf kalbli, kolay aldanan] kardeşlerimiz ve ihtiyata [dikkat, tedbir] daha alışmayan yeni kardeşlerimizin sözlerinden mânâ çıkaran casuslar bulunur. Habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapar, ihbar edebilir. Şimdi vaziyetimiz şaka kaldırmıyor. Bununla beraber, hiç endişe etmeyiniz. Biz inâyet-i İlâhiye [Allah’ın inayeti, yardımı] altındayız ve bütün meşakkatlere karşı kemâl-i sabırla, [tam bir sabır] belki şükürle mukabele [karşılama; karşılık verme] etmeye azmetmişiz. Bir dirhem zahmet, bir batman [çok; eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi] rahmet ve sevabı netice verdiğinden, şükür etmeye mükellefiz.

Said Nursî

ba

732

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

İki ehemmiyetli sebep ve bir kuvvetli ihtara binaen, ben bütün vazife-i müdafaatı [savunma görevi] buraya gelen ve gelecek Nur erkânlarına [bir şeyin mahiyetini oluşturan temel esaslar, rükünler] [esas, şart] bırakmaya kalben mecbur oldum. Hususan ( خ, ر, ط, ف, ص 2 )

Birinci sebep: Ben hem sorgu dairesinde hem çok emarelerden kat’î bildim ki, bana karşı ellerinden geldiği kadar müşkülât yapmaya ve fikren onlara galebe [üstün gelme] etmemden kaçmaya çalışıyorlar ve resmen de onlara iş’ar [işaret etme, belirtme] var. Güya ben konuşsam, mahkemeleri ilzam [susturma] edecek derecede ve diplomatları susturacak bir iktidar-ı ilmî [ilmi güç] ve siyasî göstereceğim diye, benim konuşmama bahanelerle mâni oluyorlar. Hattâ sorguda bir suale karşı dedim: “Tahattur [hatıra gelme] edemiyorum.” O hâkim taaccüp ve hayretle dedi: “Senin gibi fevkalâde acîp zekâvet [zeki oluş] ve ilim sahibi nasıl unutur?” Onlar Risale-i Nur’un hârika yüksekliklerini ve ilmî tahkikatını [araştırma, inceleme] benim fikrimden zannedip dehşet almışlar. Beni konuşturmak istemiyorlar. Hem güya benimle kim görüşse birden Nurun fedakâr bir talebesi olur. Onun için beni görüştürmüyorlar. Hattâ Diyanet Reisi dahi demiş: “Kim onunla görüşse ona kapılır. Cazibesi kuvvetlidir.”

Demek şimdi işimi de sizlere bırakmaya maslahatımız [amaç, yarar] iktiza [bir şeyin gereği] ediyor. Ve yanınızdaki yeni ve eski müdafaatlarım benim bedelime sizin meşveretinize [danışma] iştirak eder, o kâfidir.

ba

733

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bugün mânevî bir ihtarla sizin hesabınıza bir telâş, bir hüzün bana geldi. Çabuk çıkmak isteyen ve derd-i maişet [geçim derdi] için endişe eden kardeşlerimizin hakikaten beni müteellim [acı çeken] ve mahzun ettiği ayni dakikada bir mübarek hatıra ile bir hakikat ve bir müjde kalbe geldi ki: Beş günden sonra çok mübarek ve çok sevaplı ibadet ayları olan şuhûr-u selâse [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] gelecekler. Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte [mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi] yüzden geçer, Şâban-ı Muazzamda üç yüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve Cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] otuz bine çıkar. Bu pekçok uhrevî faideleri kazandıran ticaret-i uhreviyenin [âhiret ile ilgili ticaret] bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] pazarı ve ehl-i hakikat [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] ve ibadet için mümtaz [seçkin] bir meşheri [sergi] ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl-i imana [Allah’a inanan] temin eden şuhûr-u selâseyi [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] böyle bire on kâr veren medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] geçirmek, elbette büyük bir kârdır. Ne kadar zahmet çekilse ayn-ı rahmettir. [rahmetin tâ kendisi]

İbadet cihetinde böyle olduğu gibi, Nur hizmeti dahi nisbeten—kemiyet değilse de keyfiyet itibarıyla—bire beştir. Çünkü bu misafirhanede mütemadiyen giren ve çıkanlar, Nurun derslerinin intişarına [açığa çıkma, yayılma] bir vasıtadır. Bazan bir adamın ihlâsı, yirmi adam kadar faide verir. Hem Nurun sırr-ı ihlâsı, [ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme değeri] siyasetkârâne [siyaset yaparak] kahramanlık damarını taşıyan, Nurun tesellilerine pekçok muhtaç bulunan mahpus biçareler içinde intişarı [açığa çıkma, yayılma] için bir parça zahmet ve sıkıntı olsa da, ehemmiyeti yok. Derd-i maişet [geçim derdi] ciheti ise: Zaten bu üç ay âhiret pazarı olmasından, herbiriniz çok şakirtlerin [öğrenci] bedeline, hattâ bazınız bin adamın yerinde buraya girdiğinden, elbette sizin haricî işlerinize yardımları olur diye tamamıyla ferahlandım ve bayrama kadar burada bulunmak büyük bir nimettir bildim.

Said Nursî

ba

734

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Bazı emarelerle bildim ki, gizli düşmanlarımız, Nurların kıymetini düşürmek fikriyle, siyaset mânâsını hatırlatan Mehdilik dâvâsını tevehhüm [kuruntu] ile, güya Nurlar buna bir âlettir diye, çok asılsız bahaneleri araştırıyorlar. Belki benim şahsıma karşı bu işkenceler, bu evhamlarından ileri geliyor. Ben, o gizli zalim düşmanlara ve onları aleyhimizde dinleyenlere derim: Hâşâ, sümme hâşâ! [asla, kesinlikle öyle değil] Hiçbir vakit böyle haddimden tecavüz edip iman hakikatlarını şahsiyetime bir makam-ı şan ü şeref kazandırmaya âlet etmediğime bu yetmiş beş, hususan otuz senelik hayatım ve yüz otuz Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] ve benim ile tam arkadaşlık eden binler zâtlar şehadet ederler.

Evet, Nur şakirtleri [öğrenci] biliyorlar ve mahkemelerde hüccetlerini [delil] göstermişim ki, şahsıma değil bir makam, şan ü şeref ve şöhret vermek ve uhrevî ve mânevî bir mertebe kazandırmak, belki bütün kanaat ve kuvvetimle ehl-i imana [Allah’a inanan] bir hizmet-i imaniye [iman hizmeti] yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fâni makamatımı, belki lüzum olsa âhiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevî, bâkî mertebelerini feda etmeyi, hattâ Cehennemden bazı biçareleri kurtarmaya vesile olmak için, lüzum olsa Cenneti bırakıp Cehenneme girmeyi kabul ettiğimi hakiki kardeşlerim bildikleri gibi—mahkemelerde dahi bir cihette ispat ettiğim halde—beni bu ittihamla, [suçlama] Nur ve iman hizmetime bir ihlâssızlık isnat etmekle ve Nurların kıymetlerini tenzil [indirme] etmekle milleti onun büyük hakikatlerinden mahrum etmektir.

Acaba bu bedbahtlar, dünyayı ebedî ve herkesi kendileri gibi, “Dini ve imanı dünyaya âlet ediyor” tevehhümüyle, [kuruntu] dünyadaki ehl-i dalâlete [doğru ve hak yoldan sapan kimseler] meydan okuyan ve hizmet-i imaniye [iman hizmeti] yolunda hem dünyevî, hem lüzum olsa, uhrevî hayatlarını feda eden ve mahkemelerde dâvâ ettiği gibi, bir tek hakikat-ı imaniyeyi [iman hakikatı, gerçeği] dünya saltanatı ile değiştirmeyen ve siyasetten ve siyaseti işmam [hissetirme] eden maddî ve mânevî mertebelerden, ihlâs sırrıyla, bütün kuvvetiyle kaçan ve yirmi sene emsalsiz işkencelere tahammül eden ve siyasete, meslek itibariyle, tenezzül etmeyen ve kendini nefsi itibariyle talebelerinden çok aşağı bilen ve onlardan daima himmet [ciddi gayret] ve dua bekleyen ve kendi nefsini çok biçare ve ehemmiyetsiz itikad [inanç] eden bir

735

adam hakkında, bazı hâlis kardeşleri, Risale-i Nur’dan aldıkları fevkalâde kuvve-i imaniyeyi, onun tercümanı olan o biçareye—tercümanlık münasebetiyle—Nurların bazı faziletlerini ona isnat etmek ve hiçbir siyaset hatırına gelmeyerek yüksek makamlar vermek ve haddinden bin derece ziyade hüsn-ü zan [güzel düşünce] etmek, eskiden beri, üstad ve talebeler mabeyninde [ara] câri ve itiraz edilmeyen bir makbul adet ile, teşekkür mânâsında pek fazla medh-ü sena etmek, hiçbir kanunla suç olabilir mi?

Gerçi mübalâğa itibariyle hakikata bir cihette muhaliftir, fakat, kimsesiz, garip ve düşmanları pek çok ve onun yardımcılarını kaçıracak çok esbap [sebepler] varken, insafsız çok muterizlere [itiraz eden] karşı, sırf yardımcılarının kuvve-i mâneviyelerini [mânevî güç] takviye etmek ve kaçmaktan kurtarmak ve mübalâğalı [abartılı] medhedenlerin şevklerini kırmamak için, onların medihlerini [övgü] Nura çevirip bütün bütün reddetmediği halde, onun bu kabir kapısındaki hizmet-i imaniyesini [iman hizmeti] dünya cihetine çevirmeye çalışan bazı resmî memurların ne derece kanundan, insaftan uzak düştükleri anlaşılır.

Said Nursî

ba

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Hiç telâş ve merak etmeyiniz. Hakkımızdaki her hadisede, hem perde altında, hem neticeler itibarıyla, hem rahmet ve inayetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] iltifatları ve tebessümleri, hem kader ve kısmetin ve adalet ve şefkatin terbiyeleri var olduğu kat’î ve mükerrer tecrübelerle tahakkuk [gerçekleşme] ettiğinden, biz en acı vaziyet ve sıkıntılara karşı, kemal-i sabır içinde şükretmekle mükellefiz. Ve ciltleri ve derileri soyulan “Cercis aleyhisselâm” gibi, binler, milyonlar hakikat mücahitlerinin hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] hizmetinin bir nümunesine mazhar [erişme, nail olma] olan Nur şakirtlerinin [öğrenci]

736

çektikleri zahmetler, o eski zatların zahmetlerine nispeten binde bir olmaz. Ve ücret ve kazanç cihetinde, inşaallah [Allah dilerse] birdirler ve beraberdirler.

Saniyen: [ikinci olarak] On bir defa bana suikast eden ve dört defa mahkemeleri aleyhimize sevk edip üç defa hapse sokan gizli düşmanlarımızın Nurlar hakkında plânları akîm [neticesiz] kaldığından, bütün desiseleriyle, [hile, aldatma] ehemmiyetsiz şahsıma karşı sıkıntı, tecrid-i mutlak [hücre hapsi, kimseyle görüştürmeme] ve kimse ile temas etmemek ve damarıma dokundurmakla işkenceler verdirmeye çalışıyorlar. Ben de, o işkencelerin altında inayetin [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] iltifatını görüp tahammül ederek şükrederim. Zannederim, herbirinizden vücutça on derece zayıf ve on derece ziyade sıkıntılarıma karşı tahammülüm, sizin gibi kuvvetli ve âlicenap [yüksek ahlâk sahibi] zatların, küçücük ve geçici ve cüz’î [ferdî, küçük] sıkıntılarınızı nazarınızda hiçe indirir diye, daha size tesellî vermeye lüzum görmüyorum.

Salisen: [üçüncü olarak] Şimdi, şahsımı çürütmeye çalıştıklarından ve sıktıklarından ve ihanet ettiklerinden dolayı sıkılmayınız. Çünkü, Nurlara ve talebelerine ilişilmediğine bir alâmettir ve tam aldandıklarına bir emaredir. Yani, kıymeti, hüneri şahsımda zannedip beni sıkıyorlar, çürütmek istiyorlar Bu aldanmalarında pek büyük bir maslahat [amaç, yarar] ve Nurlara çok faidesi var. Benim tam yapamadığım vazife-i şahsiyemi ve hizmet-i Nuriyemi [Risale-i Nur Hizmeti] bu suretle menfî bir tarzda bana yaptırıyorlar. İnşaallah, o nispette sevap kazandıran kusuratlarıma [kusurlar] kefaret olur.

Rabian: [dördüncü olarak] Gizli münafıklar, her nasılsa bazı resmî memurları aldatıp, “Said ile görüşen, dost ve Nurcu olur. Kimse temas etmesin” diye onları evhamlandırmışlar. Hattâ, heyet-i idare [idare heyeti, yönetim kurulu] ve gardiyanlar dahi benden kaçıyorlar. Ben de memnun oluyorum ve bu hale şükrediyorum. Sizlerle sureten [görünüş itibarıyla] görüşmediğimden zararı yok. Çünkü bir hanede maddeten ve mânen ve ruhen ve kalben ve vazifeten ve fikren ve muaveneten [yardım] daima beraberiz. Mânevî görüşüyoruz, yeter.

Said Nursî

ba

737

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyede fedakâr ve metin [sağlam] arkadaşlarım,

Birkaç gündür sizinle kalemle konuşmadığımdan sıkılmayınız. Şimdi iki noktayı beyan etmek kalbe geldi.

Birincisi: اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 2 sırrıyla, teslim ve tevekkülden sonra tesellî hissettim. Şöyle ki:

Bizi, hususan Çalışkanları tahliye etmeyip ve tefrik etmeyerek tehir etmelerinde, inşaallah [Allah dilerse] maddî bir zarara mukabil, mânevî yüz menfaat ve kazanç olacak. Meselâ, Ankara’nın altı makamatına gönderilen ilmî ve imanî ve pek kuvvetli müdafaat, şimdi yirmi gündür onların nazarlarındadır. Hem onun kıymettar hakikatleri, hem alâkadarların merakla nazar-ı dikkatlerini [dikkat içeren bakış] celb [çekme] eden meselemizin safahatı, [zevk, keyif] o makamatı elbette lâkayd bırakmazlar. Herhalde, eğer o hakikatlere mağlûp olmasaydılar, şimdiye kadar bize tecavüz ve şiddetli iş’ar [işaret etme, belirtme] ve emirler olacaktı. Eğer olsaydı, hakkımızda habbeyi kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] yapanlardan tereşşuhatı [belirti] hissedilecekti. Demek hakikat galebe [üstün gelme] etmiş, olsa olsa tedafüî [birbirini uzaklaştırma, birbirine karşı savunma vaziyeti alma] bir vaziyetle bize hafif bir ilişmek olur. Ben kendi hesabıma, o netice için, şimdiye kadar maddî zarar ve sıkıntılarımın yüz derece fevkinde [üstünde] mânevî kazancım var. Sizden herbir kardeşimizi, benden ziyade hissedar biliyorum. Demek, tahliyemizin tehiri hayırlıdır. Hem, Çalışkanlardan üç kardeş, pek çok Nur şakirtlerini [öğrenci] buraya gelmekten kurtardıkları gibi, haklarında edilen iftiralar vasıtasıyla dahi, Risale-i Nur’un bir cihette, şimdiki mahkemenin nazarından kurtulmasına bir vesile oldular. Bu iki kıymettar kazanç onların hususî tahliyeleriyle bozulacaktı. Hem, onların Nurlara pek ciddî alâkaları halkın nazarında sönecekti.

İkinci nokta: Meselemiz, âlem-i İslâmı [İslâm âlemi] alâkadar eden pek büyük bir vazife-i Kur’âniye [Kur’ân vazifesi] ve imaniyedir. Ondan dehşet alan gizli münafıklar, ellerinden geldiği

738

kadar küçültmek isterler. Ve çok ehemmiyet verdiklerinden, zahiren ehemmiyetsiz göstermeye çalışıyorlar, hükûmeti ve adliyeyi aldatıyorlar. Meselâ, Nurlara mensup feriklerden ve miralaylardan sarf-ı nazar edip, Ankara’da Nur talebesi bir nefer [asker] askerin elinde, zararsız birkaç risale bulunmasıyla, buradaki mahkeme, meseleyi uzattırmaya vesile ediyorlar. Ve benim şahsımın ehemmiyetsizliğini, ihanetler ve tazyiklerle, tecrübelerle gösterip, binler derece şahsımdan ehemmiyetli olan Nurların kuvvetli derslerini ve şakirtlerinin [öğrenci] sarsılmaz ve susmaz şahs-ı mânevilerini [mânevî kişilik] nazara almayıp, güya ehemmiyet vermiyorlar. Halbuki, onun ehemmiyetinden titriyorlar ki, o kubbeleri [yarım küre şeklinde olan çatı] habbe [dane, tohum] göstermek istiyorlar.

Hem tam aldanmışlar. İçimizden yalnız dört-beş kardeşimiz, ailevî ticaret cihetinde bu tehirden bir zararları olsa da, inşaallah [Allah dilerse] pek çok mânevî kazançları o maddî zararı hiçe indirecek bir inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] altındayız. Hiç merak ve telâş etmeyiniz. Vazifemiz, sabır içinde şükretmek ve mümkün oldukça Nurlarla meşgul olmaktır ve bizden çok ziyade sıkıntıda bulunan mahpuslara tesellî vermektir.

Said Nursî

ba

739

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Mücmel [kısa, kısaca] bir mânevî ihtar ile bir meseleyi kalbe geldiği gibi beyan edeceğim. Altı makamata giden ve galebe [üstün gelme] eden müdafaatın cevabı gelmiş ve bize tecavüze çare bulamamışlar. Yalnız bir makamın, gizli bir iş’ar [işaret etme, belirtme] ile, benim fedakâr kardeşlerimi benden soğutmak ve şiddetli alâkalarını gevşetmek planı var. Zaten çoktan beri, beni ihanetlerle ve iftiralarla ve tecritlerle, bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] ve uhrevî ve imanî alâkayı bozmaya çalıştılar, muvaffak olamadılar. Şimdi Nurcuları ürkütmek, zayıf bir damar bulup nazarlarını başka tarafa çevirmeye bazı bahaneleri buluyorlar. İnşaallah, demir gibi metin [sağlam] Nurcuların kahramanane sebatları [kalıcı olma, sabit kalma] ve tahammülleri ve mücahid-i ekber [en büyük mücahit] olan Nurun hakikatleri, onun elinde birer elmas kılıç bulunan şakirtlerin [öğrenci] şahs-ı mânevîsinin [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] pek harika fedakârlığı, onların bu plânını da akîm [neticesiz] bırakacak. Evet, Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem dahi lüzumsuz değil. Sizlere tekrarla beyan edilmiş: Eski zamanın kahraman mücahidlerine nispeten en az zahmet, ağır şerait ve bu zamanın şiddet-i ihtiyaç [ihtiyacın şiddeti] cihetiyle çok sevap kazanan, inşaallah [Allah dilerse] halis Nurculardır. Ve boş boşuna, bâd-ı hevâ, [boşu boşuna, faydasız] belki günahlı, zararlı giden birkaç sene ömrünü, böyle kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] bir hizmet-i imaniye [iman hizmeti] ve Kur’âniyeye sarf eden ve onunla ebedî bir ömrü kazanan, Nur talebeleridir. Ben, kendi hisseme düşen bütün bu hücumlarına karşı, pek çok zaafiyetimle [zayıflık, güçsüzlük] beraber tahammüle karar verdim. İnşaallah, kuvvetli, fedakâr, genç, kahraman kardeşlerim benden geri kalmaz ve kaçmazlar ve kaçanları da geri çevirmeye, şimdiye kadar çalıştıkları gibi çalışacaklar.

Said Nursî

ba

740

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Receb-i Şerifinizi [mübarek aylardan birincisi olan Recep ayı; hicrî ayların yedincisi] ve yarınki Leyle-i Regaibinizi [Regaib Gecesi; Receb ayının ilk Cuma gecesi] ruh u canımızla tebrik ederiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Meyus [ümitsiz] olmayınız, hem merak ve telâş etmeyiniz. İnayet-i Rabbâniye inşaallah [Allah dilerse] imdadımıza yetişir. Bu üç aydan beri aleyhimizde ihzar [hazırlama] edilen bomba patladı. Benim sobam ve Feyzilerin su bardağı ve Hüsrev’in su bardaklarının verdikleri haber doğru çıktı. Fakat dehşetli değil, hafif oldu. İnşaallah o ateş tamamen sönecek. Bütün hücumları, şahsımı çürütmek ve Nurun fütuhatına [fetihler, yayılmalar] bulantı vermektir. Emirdağ’ındaki malûm münafıktan daha muzır—ve [zararlı] gizli zındıkların elinde âlet—bir adam, bid’atkâr [aslen dinde olmayıp sonradan dine aykırı şekilde ortaya çıkan şeyler] bir yarım hoca ile beraber bütün kuvvetleriyle bize vurmaya çalıştıkları darbe, yirmiden bire inmiş. İnşaallah o bir dahi, bizi mecruh [yaralı, yaralanmış] ve yaralı etmeyecek ve düşündükleri ve kasdettikleri bizi birbirinden ve Nurlardan kaçırmak plânları dahi akîm [neticesiz] kalacak. Bu mübarek ayların hürmetine ve pek çok sevap kazandırmalarına itimaden sabır ve tahammül içinde şükür ve tevekkül etmek ve مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ 2 düsturuna [kâide, kural] teslim olmak elzemdir, vazifemizdir.

Said Nursî

ba

741

Aziz, sıddık kardeşlerim ve bu dünyada medar-ı tesellilerim [teselli kaynağı] ve hakikatin hizmetinde yorulmaz arkadaşlarım,

Bu mübarek aylarda ve sevabı ziyade bu çilehanede mümkün olduğu kadar bir meşgale-i Kur’âniye ve Nuriye ile sıkıntılı vaktiniz sarf edilse, çok faideleri var. Sıkıntı hafifleştiği gibi, kıymettar kalb ve ruhun ferahlarına medar, [kaynak, dayanak] sevabı yüksek bir ibadet, o Nurlarla iman cihetinde iştigal, [meşgul olma, uğraşma] hem tefekkürî [düşünme ve ibret alma şeklinde] bir ibadet, hem “İhlâs Risalesi“nin [Risale-i Nur Külliyatında yer alan bir bölüm; Yirmi Birinci Lem’a] [parıltı] âhirinde yazıldığı gibi, beş vecihle [yön] bir nevi ibadet sayılabilir. Ben, bugünlerde, kısmen müdafaatla zihnen meşguliyetimden teessüf [eseflenme, üzülme] ederken kalbe geldi ki: “O iştigal [meşgul olma, uğraşma] dahi ilmîdir, hakaik-i imaniyenin [iman hakikatleri, esasları] neşrine ve serbestiyetine bir hizmettir ve bu cihette bir nevi ibadettir.” Ben de sıkıldıkça, yüz defa temâşâ ettiğim Nur meselelerini, yine zevkle tekrar mütalâaya başlıyorum. Hattâ, müdafaatları dahi Nurun ilmî risaleleri gibi görüyorum. Eskiden bir kardeşimiz bana demişti: “Ben otuz defa Onuncu Sözü okuduğum halde, yine tekrarla okumasına iştiyak [arzu, istek] ve ihtiyaç hissediyorum.” Ve bundan bildim ki, Kur’ân’ın mümtaz [seçkin] bir hassası olan usandırmamak, Kur’ân hakikatlerinin bir mâkesi, [yansıma yeri] bir âyinesi, [aynası] bir hakikatli tefsiri olan Nur Risalelerine [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] de in’ikâs [yansıma] etmiş bulunuyor.

Said Nursî

ba

742

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Bu dünyada, hususan bu zamanda, hususan musibete düşenlere ve bilhassa Nur şakirtlerindeki [öğrenci] dehşetli sıkıntılara ve meyusiyetlere [ümitsiz] karşı en tesirli çare, birbirine teselli ve ferah vermek ve kuvve-i mâneviyesini [mânevî güç] takviye etmek ve fedakâr hakikî kardeş gibi birbirinin gam ve hüzün ve sıkıntılarına merhem sürmek ve tam şefkatle kederli kalbini okşamaktır. Mâbeynimizdeki [ara] hakikî ve uhrevî uhuvvet, [kardeşlik] gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Madem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatimi ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz. Hattâ kasemle [yemin] temin ederim ki, sekiz gündür Nurun iki rüknü [esas, şart] zâhirî birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hadise, bu sırada benim kalbime verdiği azap cihetiyle, “Eyvah, eyvah! El’aman, el’aman! [yardım!, imdat!] Yâ Erhamerrâhimîn, [ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah] medet! [yardım istiyorum] Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet [kardeşlik] ve şefkatle doldur” diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryat edip ağladılar.

Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim, bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor. Gerçi hadiseniz pek cüz’î [ferdî, küçük] ve geçici ve küçük idi. Fakat saatimizin zembereğine ve gözümüzün hadekasına [gözbebeği] gelen bir saç, bir zerrecik dahi incitir. Ve bu noktada ehemmiyetlidir ki, maddî üç patlak ve mânevî üç müşahedeler tam tamına haber verdiler.

Said Nursî

ba

743

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Leyle-i Mirac, [Mi’rac Gecesi; Peygamber Efendimizin Mi’raca çıktığı gece; Recep Ayının yirmi yedinci gecesi] ikinci bir Leyle-i Kadir [Kadir Gecesi] hükmündedir. Bu gece mümkün oldukça çalışmakla kazanç birden bine çıkar. Şirket-i mâneviye [mânevî şirket, ortaklık] sırrıyla, inşaallah [Allah dilerse] herbiriniz kırk bin dille tesbih eden bazı melekler gibi, kırk bin lisan ile bu kıymettar gecede ve sevabı çok bu çilehanede ibadet ve dualar edeceksiniz. Ve hakkımızda gelen fırtınada binden bir zarar olmamasına mukàbil, bu gecedeki ibadetle şükredersiniz. Hem sizin tam ihtiyatınızı [dikkat, tedbir] tebrik ile beraber, hakkımızda inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] pek zâhir bir surette tecelli ettiğini tebşir [müjdeleme] ederiz.

Said Nursî

ba

* بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık, muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] kardeşlerim,

Bizler imkân dairesinde bütün kuvvetimizle Lem’a-i İhlâsın [İhlâs Lem’ası, Yirmi Birinci Lem’a] düsturlarını [kâide, kural] ve hakikî ihlâsın sırrını mâbeynimizde [ara] ve birbirimize karşı istimal [çalıştırma, vazifelendirme] etmek, vücup [kesinlik, gereklilik] derecesine gelmiş. Kat’î haber aldım ki, üç aydan beri buradaki has kardeşleri birbirine karşı meşrep [hareket tarzı, metod] veya fikir ihtilafıyla bir soğukluk vermek için üç adam tayin edilmiş. Hem metin [sağlam] Nurcuları usandırmakla sarsmak ve nazik ve tahammülsüzleri evhamlandırmak [kuruntulandırmak, şüphelendirmek] ve hizmet-i Nuriyeden [Risale-i Nur Hizmeti] vazgeçirmek için sebepsiz mahkememizi uzatıyorlar. Sakın, sakın! Şimdiye kadar mâbeyninizdeki [ara] fedakârâne uhuvvet [kardeşlik] ve samimâne muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize büyük

744

zarar olur. Bizler birbirimize—lüzum olsa—ruhumuzu feda etmeye hizmet-i Kur’âniye [Kur’ân hakikatlerini yayma hizmeti] ve imaniyemiz iktiza [bir şeyin gereği] ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirine karşı küsmeye değil, belki kemâl-i mahviyet ve tevazu [alçakgönüllülük] [tam anlamıyla tevâzu [alçak gönüllü olma] ve alçakgönüllülük içinde olmak] ve teslimiyetle kusuru kendine alır, muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe [yarım küre şeklinde olan çatı] olup tamir edilmeyecek bir zarar verebilir. Sizin ferasetinize [anlayışlılık, çabuk seziş] havale edip kısa kesiyorum.

Said Nursî

ba

745

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: اَلْخَيْرُ فِيمَا اخْتَارَهُ اللهُ 2 sırrıyla, inşaallah [Allah dilerse] mahkememizin tehirinde ve tahliye olan kardeşlerimizin yine mahkeme gününde burada bulunmalarında büyük hayırlar var.

Evet, Risale-i Nur’un meselesi, âlem-i İslâmda, [İslâm âlemi] hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalar ile umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatlerine celb [çekme] etmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın [dikkat, tedbir] ve gizlememizin ve muarızların [itiraz eden, karşı gelen] küçültmelerinin fevkinde [üstünde] ve ihtiyarımızın haricinde böyle şâşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düşmana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] çekinmeyerek gösteriyor. Madem hakikat budur; biz küçücük sıkıntılarımızı “kinin[ateşli hastalıkların ve özellikle sıtmanın tedavisinde kullanılan bir tür bitki] gibi bir acı ilâç bilip sabır ve şükretmeliyiz, “Yâhu bu da geçer” demeliyiz.

Saniyen: [ikinci olarak] Bu medrese-i Yusufiyenin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] nâzırına yazdım: Ben Rusya’da esirken, en evvel bolşevizmin fırtınası hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yad edilen mahpuslardan çıkmasına binaen, biz Nur şakirtleri, [öğrenci] hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada mümkün oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam faidesi görüldü. Burada daha ziyade faide olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde Nurun dersleriyle geçen fırtınacıkHaşiye yüzden bire indi. Yoksa ihtilâftan ve böyle hadiselerden istifade eden ve fırsat bekleyen haricî muzır [zararlı] cereyanlar, o baruta ateş atıp bir yangın çıkacaktı.

Said Nursî

ba

746

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, sarsılmaz, sıkıntıdan usanıp bizlerden çekilmez kardeşlerim,

Şimdi maddî, mânevî bir sıkıntıdan nefsim sizin hesabınıza beni mahzun eylerken, birden kalbe geldi ki, hem senin, hem buradaki kardeşlerin tek birisiyle yakında görüşmek için bu zahmet ve meşakkatin başka surette on mislini [benzer] çekseydiniz yine ucuz olurdu. Hem Nurun takvâdârâne [takvaya düşkün kimse olarak] ve riyazetkârâne [nefsi terbiye ederek] meşrebi, [hareket tarzı, metod] hem umuma ve en muhtaçlara, hattâ muarızlara [itiraz eden, karşı gelen] ders vermek mesleği, hem dairesindeki şahs-ı mânevîyi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] konuşturmak için eski zamanda ehl-i hakikatin [bir meselenin hakikatini ve gerçek yönlerini bütün yönleriyle araştırarak elde eden kimseler] senede hiç olmazsa bir iki defa içtimaları [bir araya gelme, toplanma] ve sohbetleri gibi, Nur şâkirtlerinin [Allah’a şükreden] de, birkaç senede en müsait olan medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] bir defa toplanmalarının lüzumu cihetinde bin sıkıntı ve meşakkat dahi olsa ehemmiyeti yoktur. Eski hapislerimizde birkaç zayıf kardeşlerimizin usanıp daire-i Nuriyeden [Risale-i Nur dairesi] çekinmeleri onlara pek büyük bir hasâret [zarar] oldu ve Nurlara hiç zarar gelmedi. Onların yerine daha metin, [sağlam] daha muhlis [samimi, ihlâslı; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözeten] şakirtler [öğrenci] meydana çıktılar. Madem dünyanın bu imtihanları geçicidir, çabuk giderler; sevaplarını, meyvelerini bizlere verirler. Biz de inâyet-i İlâhiyeye [Allah’ın inayeti, yardımı] itimad edip sabır içinde şükretmeliyiz.

Said Nursî

ba

747

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim, bu medrese-i Yusufiyede [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] ders arkadaşlarım,

Bu gelen gece olan Leyle-i Berat, [Berat Gecesi] bütün senede bir kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin [insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar] programı nev’inden olması cihetiyle, Leyle-i Kadrin [Kadir gecesi] kudsiyetindedir. [kutsal, kusursuz ve yüce] Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde [Kadir Gecesi] otuz bin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta [Berat Gecesi] herbir amel-i salihin [Allah için yapılan iyi işler] ve herbir harf-i Kur’ân‘ın [Kur’an harfi] sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhûr-u selâsede [üç aylar; Receb, Şaban ve Ramazan ayları] yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî [her türlü kusur ve noksandan uzak] leyâli-i meşhurede on binlere, yirmi bine veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân ile ve istiğfar [af dileme] ve salâvat [namazlar, dualar] ile meşgul olmak büyük bir kârdır.

Said Nursî

ba

* بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak [Hakkın ta kendisi olan sonsuz şeref ve azamet sahibi yüce Allah] bu Ramazan-ı Şerifin Leyle-i Kadrini [Kadir gecesi] umumunuza bin aydan hayırlı eylesin, âmin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul [makbul, değerli ömür] hükmünde hakkınızda kabul eylesin, âmin.

Said Nursî

ba

748

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, sarsılmaz, telâş etmez, âhireti bırakıp fâni dünyaya dönmez kardeşlerim,

Bir parça daha burada kalmaktan, meselemizi bir derece genişlendirmek istemelerinden mahzun olmayınız. Bilâkis benim gibi memnun olunuz. Madem ömür durmuyor, zevâle [batış, kayboluş] koşuyor. Böyle çilehanede, uhrevî meyveleriyle bâkileşiyor. Hem Nurun ders dairesi genişliyor. Meselâ, ehl-i vukufun [bilirkişi] hocaları, tam dikkatle Sirâcü’n-Nur‘u [nur lâmbası] okumaya mecbur oluyorlar. Hem bu sırada çıkmamızın, bir iki cihetle hizmet-i imaniyemize [iman hizmeti] bir noksanlık vermesi ihtimali var. Ben sizlerden şahsen çok ziyade sıkıntı çektiğim halde çıkmak istemiyorum. Siz de mümkün olduğu kadar sabır ve tahammüle ve bu tarz-ı hayata [hayat tarzı] alışmaya ve Nurları yazmak ve okumaktan teselli ve ferah bulmaya çalışınız.

Said Nursî

ba

749

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Saniyen: [ikinci olarak] “Risale-i Nur, Kur’ân’ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir” tekrarla dediğimizden, bazı dikkatsizler tam mânâsını bilemediğinden bir hakikati beyan etmeye bir ihtar aldım. O hakikat şudur:

Tefsir iki kısımdır:

Birisi, malum tefsirlerdir ki, Kur’ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânâlarını beyan ve izah ve ispat ederler.

İkinci kısım tefsir ise, Kur’ân’ın imanî olan hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle [delil] beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pekçok ehemmiyeti var. Zâhir malûm tefsirler, bu kısmı bazen mücmel [kısa, kısaca] bir tarzda derc [yerleştirme] ediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid [inatçı] feylesofları susturan bir mânevî tefsirdir.

Said Nursî

ba

750

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Ehemmiyetli bir taraftan ehemmiyetli ve mânidar bir sual edilmiş. Bana sordular ki: “Siz cemiyet olmadığınıza, üç mahkeme o cihette beraat vermesiyle ve yirmi seneden beri tarassut [baskı ve gözetim altında tutma] ve nezaret eden altı vilâyetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk [gerçekleşme] ettiği halde, Nurcularda öyle harika bir alâka var ki, hiçbir cemiyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkülü halletmenizi isteriz” dediler.

Ben de cevaben dedim ki: Evet, Nurcular cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül [kendi kendine oluşma] eden cemiyet ve komite değiller ve olamazlar. Fakat, bu vatanın eski kahramanları kemâl-i sevinçle [tam ve mükemmel sevinç] şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları, [torunlar] oğulları ve kızları o fedailik damarından irsiyet [miras] almışlar ki, bu harika alâkayı gösterip Denizli Mahkemesinde bu âciz bîçare kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler: “Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun!” diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek Nurcularda hakikî, hâlis, sırf rıza-yı İlâhî [Allah rızası] için ve müspet ve uhrevî fedailer var ki, mason ve komünist ve ifsad [bozma] ve zındıka ve ilhad [dinsizlik, inkâr] ve taşnak [bir Ermeni komitesi] gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükûmeti, adliyeyi aldatarak lâstikli kanunlarla onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Belki Nurun ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.

Said Nursî

ba

751

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Dünkü suale benzer, kırk sene evvel olmuş bir sual ve cevabı size hikâye edeceğim. O eski zamanda, Eski Said’in talebeleri üstadlarıyla şiddet-i alâkaları [aşırı ilgi] fedailik derecesine geldiğinden, Van, Bitlis tarafında Ermeni komitesi, Taşnak [bir Ermeni komitesi] fedaileri çok faaliyette bulunmasıyla Eski Said onlara karşı duruyordu, bir derece susturuyordu. Kendi talebelerine mavzer [orduda kullanılan bir cins tüfek] tüfekleri bulup, medresesi bir vakit asker kışlası gibi silâhlar, kitaplarla beraber bulunduğu vakit, bir asker feriki geldi, gördü, dedi: “Bu medrese değil, kışladır.” Bitlis hadisesi münasebetiyle evhama düştü, emretti: “Onun silâhlarını alınız.” Bizden ellerine geçen on beş mavzerimizi [orduda kullanılan bir cins tüfek] aldılar. Bir iki ay sonra Harb-i Umumî [Birinci Dünya Savaşı] patladı. Ben tüfeklerimi geri aldım. Her ne ise…

Bu haller münasebetiyle benden sordular ki: “Dehşetli fedaileri bulunan Ermeni komitesi sizden korkuyorlar ki, siz Van’da Erek Dağına çıktığınız zaman fedailer sizden çekinip dağılıyorlar, başka yere gidiyorlar. Acaba sizde ne kuvvet var ki öyle oluyor?”

Ben de cevaben diyordum: “Madem fâni dünya hayatı, küçücük ve menfî milliyetin [ırkçılık] muvakkat [geçici] menfaati ve selâmeti için bu harika fedakârlığı yapan Ermeni fedaileri karşımızda görünürler. Elbette hayat-ı bâkiyeye [devamlı ve kalıcı âhiret hayatı] ve pek büyük İslâm milliyet-i kudsiyesinin [kudsal, mukaddes İslâmiyet milliyetçiliği] müspet menfaatlerine çalışan ve ‘Ecel birdir’ itikad [inanç] eden talebeler, o fedailerden geri kalmazlar.Haşiye [dipnot] Lüzum olsa o kat’î ecelini ve zâhirî birkaç sene mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] ömrünü milyonlar sene bir ömre ve milyarlar dindaşların selâmetine ve menfaatine tereddütsüz, müftehirâne [iftihar ederek] feda ederler.”

Said Nursî

ba

752

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık, vefadar ve şefkatli kardeşlerim,

İki gündür hem başımda, hem âsâbımda tesirli bir nezle ağrısı var. Böyle hallerde bir derece dostlarla görüşmekten teselli ve ünsiyet [alışkanlık, âşinalık / dostluk] almaya ihtiyacım içinde acîp tecrit ve yalnızlık vahşeti beni sıktı. Böyle bir nevi şekvâ [şikayet] kalbe geldi: “Neden bu tazip [azap verme] oluyor? Hizmetimize faidesi nedir?”

Birden, bu sabah kalbe ihtar edildi ki: Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa “altın mı, bakır mı?” diye mehenge vurmak [denemek, tartmak] ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve “Nefislerinizin hisseleri ve desiseleri [hile, aldatma] var mı, yok mu?” üç dört eleklerle elenmek; hâlisâne, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pek çok lüzumu vardı ki, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] ve inâyet-i Rabbâniye [Allah’ın inayeti, yardımı] müsaade ediyor. Çünkü, böyle meydan-ı imtihanda [imtihan meydanı] inatçı ve bahaneci insafsız muarızların [itiraz eden, karşı gelen] karşısında teşhir edilmesinden herkes anladı ki, hiçbir hile, hiçbir enâniyet, hiçbir garaz, hiçbir dünyevî, uhrevî ve şahsî menfaat karışmayarak, tam hâlis, hak ve hakikatten geliyor. Eğer perde altında kalsaydı çok mânâlar verilebilirdi. Daha avâm-ı ehl-i iman [iman sahiplerinin avam tabakası] itimad etmezdi. “Belki bizi kandırırlar” ve havas [âlimler, bilginler, seçkinler sınıfı] kısmı dahi vesvese ederdi. Belki bazı ehl-i makamat gibi kendilerini satmak, itimat kazanmak için böyle yapıyorlar diye daha tam kanaat etmezlerdi. Şimdi imtihandan sonra, en muannid [inatçı] vesveseli dahi teslime mecbur oluyor. Zahmetiniz bir, kârınız bindir inşaallah. [Allah dilerse]

Said Nursî

ba

753

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Medar-ı ibret [ibret kaynağı] ve hayret iki esaretimde şahsıma karşı bir muameleyi beyan etmek ihtar edildi. Şöyle ki:

Rusya’da, Kosturma’da, doksan esir zabitlerimizle [subay] beraber bir koğuşta idik. Ben o zabitlerimize [subay] ara sıra ders veriyordum. Bir gün Rus kumandanı geldi, gördü, dedi: “Bu Kürt, gönüllü alay kumandanı olup çok askerimizi kesmiş. Şimdi de burada siyasî ders veriyor. Ben yasak ediyorum, ders vermesin.” İki gün sonra geldi, dedi: “Madem dersiniz siyasî değil, belki dinîdir, ahlâkîdir; dersine devam eyle” izin verdi.

İkinci esaretimde, bu hapiste iken yirmi sene derslerimi dinlemiş ve benden daha güzel ders veren bir has kardeşimin ve zarurî hizmetimi gören hizmetçilerimin benim yanıma gelmeleri adliye memuru tarafından yasak edildi, tâ benden ders almasınlar. Halbuki Nur Risaleleri [Risale-i Nur’un konuları, parçaları] başka derslere hiç ihtiyaç bırakmıyor ve hiçbir dersimiz kalmamış ve hiçbir sırrımız gizli kalmamış. Her ne ise, bu uzun kıssayı kısa kesmeye bir hal sebep oldu.

ba

754

Sıkıntılı musibetlerimi hiçe indiren bir hakikatli tesellidir

Birinci: Hakkımızda zahmet rahmete dönmesi.

İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ferahı.

Üçüncü: İnâyet-i hassanın Nurcular hakkında hususiyetindeki sevinç.

Dördüncü: Geçici olmasından zevâlinde [batış, kayboluş] lezzet.

Beşinci: Ehemmiyetli sevaplar.

Altıncı: Vazife-i İlâhiyeye [Allah’a ait olan iş] karışmamak.

Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar.

Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok derece hafif.

Dokuzuncu: Nur ve iman hizmetinde şiddetli imtihanından çıkan yüksek ilânatın tesiratındaki sürur. [mutluluk]

Dokuz adet mânevî sevinçler, öyle teskin edici bir merhem ve tatlı bir ilâçtır ki, tarif edilmez, ağır elemlerimizi teskin ediyor.

Said Nursî

ba

755

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ * 1

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Haccı men eden, zemzemi döktüren, hakkımızda eşedd-i zulme [zulmün en şiddetlisi] müsâadekâr davranan ve Zülfikar [Bediüzzaman’ın Kur’ân ve Peygamber Efendimizin mu’cizeleri ile ilgili olan bir eseri] ve Sirâcü’n-Nur‘un [nur lâmbası] müsaderesine ehemmiyet vermeyen ve bizi garazkârâne, [garaz edercesine, kin tutarcasına] kanunsuz, tazip [azap verme] eden memurları terfi ettirip hanemizden çıkan mazlumâne lisan-ı hal [beden dili] ile yüksek ağlamamızı ve sesimizi işitmeyen bir müstebit [baskıcı, diktatör] kabinenin zamanında en rahat yer hapistir. Yalnız mümkün olsa başka hapse naklolsak, tam selâmet [huzur] olur.

Saniyen: [ikinci olarak] Onlar nasıl zorla en mahrem risaleleri en nâmahreme [dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın] okuttular; öyle de, zorla ısrar edip bizi cemiyet yapmaya mecbur ediyorlar. Halbuki, cemiyet ve komiteciliğe hiç ihtiyacımızı hissetmiyorduk. Çünkü, ittihad-ı ehl-i iman [inananların birliği] cemaatindeki uhuvvet-i İslâmiye, [İslâm kardeşliği] Nurcularda pek hâlisâne, fedakârâne inkişaf [açığa çıkma] ettiği gibi ve eski ecdatlarımızın kemâl-i aşkla [tam ve mükemmel bir aşkla] ruhlarını feda ettikleri bir hakikate Nur şakirtleri [öğrenci] o milyonlar kahraman ecdatlarından irsiyet [miras] aldıkları kuvvetli bir fedailikle o hakikata bağlanmaları, şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve âşikâr cemiyetler ve komiteciliğe ihtiyaç bırakmıyordu. Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlâhî [Allah’ın belirlediği kader programı] onları bize musallat ediyor. Onlar mevhum [gerçekte olmadığı halde var sayılan] bir cemiyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, “Neden tam ihlâsla, tam bir tesanütle, [dayanışma] tam bir hizbullah [Allah’a bağlı olanlar, din uğrunda ciddi gayret gösterenler] olmadınız?” diye bizi onların elleriyle tokatladı, adalet etti.

Said Nursî

ba

756

Bu defa taarruz pek geniş dairede, reis-i hükûmet [hükümet başkanı, başbakan] ve hazır kabine, plânlı ve dehşetli bir evham ile hücum etti. Benim aldığım bir habere göre ve çok emarelerle gizli münafıkların yalan jurnalleri [ihbar] ve desiseleriyle, [hile, aldatma] bizi, hilâfet komitesiyle ve Nakşi tarikatının gizli cemiyetiyle tam alâkadar, belki pişdar [öncü] gösterip, hükûmeti büyük bir telâşa sevk ederek Nurun büyük mecmualarının İstanbul’da ciltlenip âlem-i İslâmda [İslâm âlemi] intişarını [açığa çıkma, yayılma] ve inayet [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve makbuliyetlerini [beğenilmeye, kabul olunmaya lâyık olma] bir delil gösterip, hükûmeti korkutup, kıskanç resmî hocaları ve vehham [aşırı derecede vehimli, kuruntulu] memurları aleyhimize insafsızca çevirdiler. Tahminlerince, her halde çok vesikalar, [belge] emareler görülecek.

Hem Eski Said damarıyla tahammül etmeyerek, “Ortalığı karıştıracak!” diye kanaatları varmış. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun, o musibeti binden bire indirdi. Bütün taharrilerde, [araştırma] hiçbir cemiyet ve komitelerle bir alâkamızı bulamadılar. Yoktur ki bulsunlar. Onun için savcı, iftiralara ve yanlış mânâlara, medar-ı mes’uliyet olmayan cüz’î [ferdî, küçük] isnatlara mecbur olmuş. Mâdem hakikat budur, Nurlar ve biz, yüzde doksan dokuz derece musibetten halâs [kurtulma] olduk. Öyleyse değil şekva, belki binler şükür etmekle inayet-i İlâhiyenin [Allah’ın inâyeti, ilgisi, yardımı] bu cilvesinin tamamını sabır, şükür, istirhamla beklemeliyiz ve Nur dersleriyle, bu medresenin mütemadiyen çıkan ve giren muhtaç ve müştaklarını [arzulu, aşırı istekli] teselli vererek yardım etmeliyiz.

Said Nursî

ba

757

Üçüncü Medrese-i Yusufiye [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] olan Afyon hapishanesinde Üstad Said Nursî, “Elhüccetü’z-Zehrâ[ay gibi parlak mânâsında On Beşinci Şuâın adı] adlı bir risale telif [kaleme alma] etti. Tevhid, Risalet-i Ahmediye [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) Allah’ın elçisi olması] (a.s.m.) ve Fatiha‘nın [açılış kısmı, baş, baş kısım] tefsiri hakkında olan bu çok kıymettar risale, hapiste bulunan Nur talebeleri ve mahpuslar için ilmî ve imanî dersleri hâvi [içeren, içine alan] olmasından hapiste hayırlı ve nurlu bir meşgale oldu. Mahkeme kararından sonra Üstadla beraber hapiste bulunan talebelerin yazdıkları bir takrizi, aynen aşağıya dercediyoruz. [yerleştirme]

 Risale-i Nur nedir? Bediüzzaman kimdir?

Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir [müjdeleme] edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas [icat etme, yaratma] etmezler, yeni ahkâm [hükümler] getirmezler. Esasat [esaslar] ve ahkâm-ı diniyeye [dinin hükümleri, esasları] ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ [tâbi olma, bağlanma] yoluyla dini takvim [program] ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini [asıl oluş] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ [kaldırma] ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi [Allah’ın idare ve terbiyeye dair emirleri (r-b-b)] ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin [Allah’ın hükümleri] şerafet ve ulviyetini [yüce] izhar [açığa çıkarma, gösterme] ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat [yöneltme] ve tafsilât [ayrıntılar] ile îfa-i vazife ederler.

Bu memurîn-i Rabbâniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin

758

musaddıkı [tasdik edici, doğrulayıcı] olurlar. Salâbet-i imaniyelerinin [iman sağlamlığı; dinin emirlerini korumada ve uygulamada ciddiyet ve sağlamlık] ve ihlâslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını [iman mertebesi, derecesi] fiilen izhar [açığa çıkarma, gösterme] ederler. Ve ahlâk-ı Muhammediyenin [Hz. Muhammed’in ahlâkı] (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin [Peygamberimizin sûret ve görünüşü] (a.s.m.) hakikî lâbisi [giyen, giyinen] olduklarını gösterirler. Hülâsa, [esas, öz] amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye [Peygamberimizin sünneti] (a.s.m.) ittibâ [tâbi olma, bağlanma] ve temessük [sarılma] cihetinden ümmet-i Muhammed’e (a.s.m.) tam bir hüsn-ü misal [güzel örnek] olurlar ve nümune-i iktida [örnek alınıp uyulacak nümune, model] teşkil ederler. Bunların, Kitabullahın [Allah’ın kitabı] tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin [dinin hükümleri, esasları] izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine [ilim mertebesi, derecesi] göre tarz-ı tevcihi [yöneltme şekli] sadedinde [asıl konu, esas mânâ] yazdıkları eserler kendi tilka-yı nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin [üstün ve yüksek zekâ, kàbiliyet] mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının [bilgi, anlayış] neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy [vahyin kaynağı] olan Zât-ı Pâk-i Risaletin [Peygamberimiz, Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) pak ve temiz zâtı] (a.s.m.) mânevî ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve telkinatıdır. [telkinler] Celcelûtiye ve Mesnevî-i [her beyti ayrı kafiye olan manzum eser] Şerîf ve Fütuhu’l-Gayb [[Abdülkâdir-i Geylânî (k.s.)]] ve emsali âsâr [eserler/asırlar] hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye [kutsal eserler] o zevât-ı âlîşan [büyük, yüce zâtlar] ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevât-ı mukaddesenin, [yüce zâtlar] o âsâr-ı bergüzîdenin [değerli, kıymetli eserler] tanziminde ve tarz-ı beyanında [açıklama biçimi] bir hisseleri vardır; yani bu zevât-ı kudsiye, [kutsal, yüce zâtlar] o mânânın mazharı, mir’âtı [ayna] ve ma’kesi [akseden yer, bir şeyin yansıdığı yer, ayna] hükmündedirler.

Risale-i Nur ve tercümanına gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî [yüksek, yüce feyiz] ve bir kemâl-i nâmütenahî [sonsuz mükemmellik] mevcut olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i İlâhiye [İlâhî ışık, nur] ve şems-i hidayet [hak ve doğru yol güneşi] ve neyyir-i saadet [saadet, mutluluk ışığı, aydınlığı] olan Hazret-i Kur’ân’ın füyuzatına [feyizler, mânevî bolluk ve bereketler] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] olduğu meşhud [görünen]

759

olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’ân [sadece Kur’ân nuru, ışığı] olduğu ve evliyaullahın âsârından [eserler/asırlar] ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi [Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nurundan gelen ilham [Allah tarafından canlı varlıkların kalbine gönderilen mânâ] ve ilim] (a.s.m.) hâmil [taşıyan] bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risaletin [Peygamberimiz, Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) pak ve temiz zâtı] (a.s.m.) ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi [kudsî tasarruf; mânevî tesir, icraat] evliyaullahın âsârından [eserler/asırlar] ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı [faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri] ise o nisbette âlî [yüce] ve emsâlsiz olduğu güneş gibi âşikâr bir hakikattir.

Evet, o zât daha hal-i sabavette [çocukluk hâli] iken ve hiç tahsil yapmadan, zevâhiri kurtarmak [görünümü, durumu kurtarmak] üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne [öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri] ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya [varlıkların hakikatı, içyüzü] ve esrar-ı kâinata [kâinatın sırları] ve hikmet-i İlâhiyeye [Allah’ın bütün âlemde gözettiği fayda ve gaye] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya [yüce mazhariyet, yüksek şeref] kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin [ilimdeki harikalığı, mükemmelliği] eşi asla mesbuk [geçmiş, geçen] değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, [Nur’un tercümanı; Risale-i Nur’un yazarı] bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme [cisimleşmiş iffet, namus; edep ve haya timsali] [görüntü] ve şecaat-i harika [harika yiğitlik, cesurluk] ve istiğna-yı mutlak [Allah’ın sınırsız zenginliğe sahip olması] teşkil eden harikulâde metanet-i ahlâkiyesi [ahlâkî sağlamlık, dayanıklılık] ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır, [yaratılış mu’cizesi] tecessüm [belirme, kendini gösterme, cisimleşme] etmiş bir inayettir [Allah’ın herşeyi düzen altına alarak saadet ve huzur veren sıfatı] ve bir mevhibe-i mutlakadır. [mutlak Allah vergisi; Allah’ın sınırsız ihsan ve ikramı]

O zât-ı zîhavârık, [harikalar sahibi zât] daha hadd-i bülûğa [ergenlik çağı] ermeden bir allâme-i bîadîl [eşşiz, benzersiz büyük âlim] halinde bütün cihan-ı ilme [ilim dünyası] meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu [ilim sahipleri, âlimler] ilzam [susturma] ve iskat [düşürme] etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık pâyesini [mertebe, rütbe] taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim [ilimdeki bereket, bolluk] ve nur-u hikmet [ilim ve hikmet ışığı, aydınlığı] saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet [gayret, kararlılık] ve tevcihlerindeki [yöneltme] derin feraset [anlayışlılık, çabuk seziş] ve basiret ve nur-u hikmet, [ilim ve hikmet ışığı, aydınlığı] erbab-ı irfanı [ilim ve irfan sahipleri, âlimler] şaşırtmış ve hakkıyla “Bediüzzaman” ünvan-ı celîlini [yüksek, büyük unvan, lâkab] bahşettirmiştir. Mezâya-yı âliye [yüce, yüksek meziyetler, üstünlükler] ve fezâil-i ilmiyesiylede [ilmi faziletler, üstünlükler]

760

din-i Muhammedînin [Hz. Muhammed’in dini, İslâmiyet] (a.s.m.) neşrinde ve isbatında bir kemâl-i tam [tam bir mükemmellik, olgunluk] halinde rû-nümâ [görünme, meydana çıkma] olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyidü’l-Enbiya [Peygamberlerin Efendisi, Hz. Muhammed] Hazretlerinin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar [erişme, nail olma] ve en âlî [yüce] himaye ve himmetine [ciddi gayret] nâildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdesin [kusur ve noksandan yüce, mukaddes nebî, peygamber; Hz. Muhmmed] (a.s.m.) emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar [nurlar] ve hakaikına [doğru gerçekler] vâris [Bâki olan, herşeyin gerçek sahibi ve vârisi olan, herşeyin mülkünü elinde tutan Allah] ve mâkes [yansıma yeri] olan bir zât-ı kerîmü’s-sıfattır. [cömertlik ve ikram sahibi Zât, Allah]

Envâr-ı Muhammediyeyi [Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) saçtığı nurlar, yaydığı ışıklar] (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi [Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) öğrettiği ilim, irfan, eğitim ve terbiye] (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi [İlâhî ışığın feyizleri] en müşa’şa [parlak, şaşâlı, gösterişli] bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsî [hadise ait] olan işarât-ı riyaziyenin [matematiksel işaretler] kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin [yüce âyetler] riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i imaniye [iman hizmeti] noktasında risaletin [elçilik, peygamberlik] bir mir’ât-ı mücellâ[parlak ayna] ve şecere-i risaletin [peygamberlik ağacı, Hz. Âdem’den gelen peygamberlik zinciri] bir son meyve-i münevveri [nurlu meyve, netice] ve lisan-ı risaletin [peygamberlik dili] irsiyet [miras] noktasında son dehan-ı hakikatı [hakikat ve gerçekleri haykıran, konuşan ağız] ve şem-i İlâhînin [İlâhî ışık, nur] hizmet-i imaniye [iman hizmeti] cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur.

 Üçüncü medrese-i Yusufiyenin [Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane] el-Hüccetü’z-Zehrâ [Bediüzzaman Said Nursi’nin Afyon hapishanesinde iken kaleme aldığı ve iman hakikatlerinin anlatıldığı Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir eser] ve

 Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirtleri [öğrenci] namına:

 Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, [temiz, pak]

 Zübeyir, Selahaddin, Ceylân, Sungur

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermekle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risale-i Nur Şâkirtlerinden [Allah’a şükreden] şahs-ı mânevîsi [belirli bir kişi olmayıp bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik, tüzel kişilik] namına kabul ettim.

Said Nursî

ba

761

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Afyon Mahkemesinin Bir 
Celsesine Talebeleri İle Birlikte Giderken

Devr-i Sabıkın Bediüzzaman Ve Talebelerine Reva Gördüğü 
Zulümlerden Bir Nümune 
(Bediüzzaman Ve Talebeleri Büyük Bir Cürmün Faili İmiş Gibi Silahlı Muhafızlar 
Arasında Afyon Hapishanesinden Mahkemeye Götürülürken)

762